Gönderen Konu: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?  (Okunma sayısı 14816 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« : 14 Temmuz 2009, 07:51:40 »

Katıldığım bir konferansta bir anne yanımdaki kalabalığın dağılmasını bekledikten sonra, biraz da mahcup bir eda ile yanıma yaklaştı.

Kırk yaşlarına yakın annenin gözleri doluydu. Titrek bir sesle, “Bana lütfen yardım edin. Çocuklarıma karşı çok sert davranıyorum, çocuklarım yanlış yaptığında çok çabuk öfkeleniyor ve hemen şiddete başvuruyorum. Ama artık kullandığım şiddet öyle bir hal aldı ki, ne çocuklar “dayak”tan korkuyor, ne de ben kullandığım şiddetin önüne geçebiliyorum.

Çok zaman sinirlerime hakim olamıyor, vurduğum tokatların tesiri ile, burunlarının, ağızlarının kanadığını görüyorum. Çocukları yatırdıktan sonra ancak kendime gelebiliyorum, o zaman da vicdan azabından kıvranıyorum…

onlar uyuduktan sonra o masum yüzlerine bakıyor, elbiselerini kokluyor, oyuncaklarını döşüme basıp ağlıyorum. Ama ertesi gün, içimdeki canavar tekrar uyanıyor, ne kadar şiddet uygulamayacağım diye dirensem de bir yerde kontrolümü yine kaçırıyorum… Lütfen bana yardım edin, ” diyerek karşımda ağlamaktan konuşamaz hale gelmişti.

Bir başka anne, “Eşimle ne zaman kavga etsek, hırsımı çocuklardan çıkartıyorum. Halbuki bunun çok saçma olduğunu da biliyorum. Ama aklım, duygularıma hakim olamıyor. Yanlış olduğunu bildiğim halde, eşimle olan kavgalar beni şiddet uygulamaya itiyor” demiştir.

Yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi, şiddet bir defa başladığında durdurulması çok zordur. Anne bilinçli bir yol izlemedikçe, yada profesyonel bir yardım almadıkça, şiddet bataklığına çırpınmaya devam edip duracaktır.

Şiddet – Morfin, Ceza – Esrar gibidir
Şiddet uyuşturucu madde bağımlılığında “morfin” gibidir. Hiçbir uyuşturucu bağımlısı birdenbire morfin kullanmaya başlamaz. Morfinden önceki aşamalar vardır.

Tıpkı bunun gibi, “şiddet morfini” kullanmaya başlayan annenin bu tehlikeli yolculuktaki ilk durağı çocuklarına uyguladığı “ceza”lardır. Ceza ise, “esrar” gibidir. Daha az zararlı gibi görünen, ama, bir gün “keşke bulaşmasaydım bu işe” dedirttirecek kadar tehlikeli bir bağımlılıktır.

 Madde bağımlılığı gibi, şiddet ve ceza da insan bünyesinde psikolojik bir bağımlılık oluşturur. Hiçbir bağımlı kendi halinden memnun değildir. Anne, bir yandan bu bağımlılığın kendine ve çocuklarına verdiği cezayı görecek ve pişman olacak, diğer yandan da kendine hakim olamayıp aynı davranışları sergilemeye devam edecektir.

Ne yazık ki, günümüzde çocuk terbiyesinde en çok başvurulan “davranış değiştirme” metodu “ceza”dır. Ama etrafınıza bir bakın lütfen, “ceza” alarak “adam olmuş” bir çocuk görüyor musunuz? Göremezsiniz zira ceza almak ve ceza vermek onur kırıcıdır. Ceza, çok defa düzelebilecek bir davranışın, çocuğun içinde gizlenip bir gün yeniden hortlamasına sebep olabilecek bir “baskı” yöntemidir.

Ceza, çok defa düzelebilecek bir davranışın, çocuğun içinde gizlenip, bir gün yeniden hortlamasına sebep olabilecek bir “baskı” yöntemidir.

Ancak ve ne yazık ki, çocuk terbiyesinde çok rahatlıkla ve çok sıklıkla kullanılmaktadır. Çocuklarına karşı ceza kullanan anne, çocuğunu düşürdüğü durumu eğer bilmiş olsa idi, sanırım ki yılandan kaçar gibi, şiddet ve cezadan kaçacaktı.

Ceza ne alanı, ne de vereni memnun eder

Ceza -yanlış olarak- öylesine yayın bir terbiye metodu olarak kullanıldığına şahit olmaktayız ki, bazen neden şiddet toplumu olduğunu araştırmaya bile gerek kalmadığını hissediyoruz.

Ceza sosyal hayatta kabul görmektedir ki, cezasız bir terbiye artık neredeyse düşünülemez hale gelmiştir.

Ceza ve cezanın oluşturduğu ruhtaki dalgalanmaları ilerleyen satırlarda ele alacağız, ancak burada şu hususa değinmeden edemeyeceğiz, ister fiziksel ceza, ister materyal ceza ve ister duygusal ceza asıl tesirini, çocuğun ruhunda oluşturur. Annesinden küçük bir tokat yiyen çocuk, yediği dayağın fiziksel acısı ile ağlamaz.

Çocuk o dayak sırasında ruhunda aldığı yara ve duygularındaki ezilmenin tesiri ile ağlar. Tıpkı, eşinden dayak yiyen bir kadın gibi. Eşinden “sadece bir tokat” yiyen kadın, acaba tokadın acısı ile mi eşine karşı bir soğukluk hisseder? Eşinin kendisini dövmesinin acısı ile mi uzun bir süre eşi ile konuşmak dahi istemez? Hayır, dayak yiyen eş, kırılan onuru, yok sayılan kimliği ile kocasına karşı soğukluk hisseder.

Her ne kadar dayakçı eş, “Ya ne var bunda altı üstü bir tokat attık, sanki çok mu acıdı, bu kadar abartmaya gerek yok?” derken, ne kadar “duygusuzca” bir yaklaşım sergiliyorsa, tıpkı bunun gibi, çocuğuna bir tokat atan anne, “Niye bas bas bağırıyorsun ki, usulca bir defa vurdum, abartmaya gerek yok” demesi de o derece duygusuzca bir yaklaşımdır.

Annesinden küçük bir tokat yiyen çocuk, yediği dayağın fiziksel acısı ile ağlamaz. Çocuk o dayak sırasında ruhunda aldığı yara ve duygularındaki ezilmenin tesiri ile ağlar.


Ceza nedir, cezanın çocuk terbiyesinde yeri nedir?

Ceza, kelime anlamı olarak, yapılan bir davranış karşısında karşılık vermek, yada mukabelede bulunmak olsa da, bilinen anlamı ile ceza, işlenilen bir kabahat karşılığında, kabahati işleyen kişiye, fiziksel, ruhsal veya psikolojik güç kullanmaya verilen isimdir.

Ceza kısa vadeli çözümdür. Yanlış yapan çocuk, ceza baskısı ile geçici olarak durdurulabilir. Ama çocuğun bu durduruluşu, arzu ettiği davranıştan vazgeçmesi anlamına asla gelmez.

Yukarıdaki annelerin çocuklarına uyguladığı şiddet örneğini ele alacak olursak, bahsi geçen iki annenlerin çocukları ile aralarında bir sevgi problemi yok.

İki anne de çocuğunu çok sevdiğini söylemişti. Yani anneler çocuklarını döverlerken, onları sevmedikleri için değil aksine onları “çok sevdikleri için” dövmektedirler. Bu iki anne şiddet uygulamaya ilk önce masum cezalar ile başladıklarını belirtmişlerdir. Sonra masum cezalar, ağır cezaları, ağır cezalar, daha ağır cezaları, daha ağır cezalar da şiddeti doğurmuştu.

O halde şu soruyu sormadan edemeyeceğiz, “Madem ki, ceza böylesine tehlikeli bir silahtır, o halde neden hemen hemen her annenin başvurduğu bir terbiye aracıdır?”

Anne, eğer ceza vererek terbiye etmeye çalıştığı çocuğunun, çocuğu içinde yaşadığı depremi görebilseydi, çocuğuna ceza vermekte bu kadar rahat davranmazdı.

Ceza’nın tesiri hemen görülmediği için, anne, ileride karşısına çıkacağı tehlikeden habersiz ceza vermeye, cezadan yardım almaya devam edip duruyor. Ceza’nın bir çocuğun dünyasında hangi duygusal değişiklikleri yaptığını ilerleyen satırlarda göreceğiz.

Bununla birlikte, ceza günümüzde ne yazık ki “yasal” ve “kabul gören” bir terbiye metodudur. Çocuğuna ceza vererek terbiye etmeye çalışan bir anne, toplumun diğer fertleri tarafından “anormal” bir şey yapıyor olarak değerlendirmez.

 Hatta daha da ötesi, çocuğuna ceza veren anneye için, “Vardır elbet bir sebebi” diye sahip çıkılır. Anne ise, bu günkü “şiddet içerikli sosyal yaşantıda” çok rahatlıkla kabul gören bu ceza uygularını sorgulama ihtiyacı bile duymadan uygulamaya devam eder.

Annenin çocuklarına karşı ceza verme yetkisi o kadar doğaldır ki, çocuklar bu konuda “yasal koruma” altına alınma ihtiyacı bile hissedilmemiştir. Avrupa’nın birçok ülkesinde, özellikle fiziksel cezalara karşı çocuklar yasalar ile koruma altına alınsa da, psikolojik ve duygusal cezaların hem tespit edilmesi hem de yasaklanması pratikte imkansızdır.

Bununla birlikte, ceza günümüzde ne yazık ki “yasal” ve “kabul gören” bir terbiye metodudur. Çocuğuna ceza vererek terbiye etmeye çalışan bir anne, toplumun diğer fertleri tarafından “anormal” bir şey yapıyor olarak değerlendirmez. Hatta daha da ötesi, çocuğuna ceza veren anneye için, “Vardır elbet bir sebebi” diye sahip çıkılmaktadır.

Bir suçlunun suçuna ceza vermek için normal şartlarda bir mahkeme heyeti kurulup – bir değil birkaç kişinin kararı ile – ceza verilmesinin mecbur olduğu düşünülürken, çocuklara verilecek cezalarda, ne bir mahkeme, ne de bir heyet ihtiyacı duyulmamaktadır.

Çok defa anne, hem savcı, hem yargıç, hem de hakim olarak, çocuğunu hem yargılamakta, hem de hak ettiğini düşündüğü cezayı tek başına sorunsuzca uygulayabilmektedir.


Pedagog Adem Güneş
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı tefhim

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 360
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« Yanıtla #1 : 14 Temmuz 2009, 12:48:23 »
Adem Abi be sen kaç çocuk büyüttün kaçını hiç ceza vermeden büyüttün.
Bu tür yazılar çok güzel fakat geçersiz uygulamasız uygulamaya çalışıyorsun ool..muu.yor.
Bedeel islemü gariben feseyeudü gariben fetuba lilgurabai.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« Yanıtla #2 : 14 Temmuz 2009, 20:07:07 »
Tefhim kardeşim ceza vermeden çocuk büyütmek o kadarda imkansız bir şey değil ki :)
« Son Düzenleme: 22 Aralık 2009, 20:46:48 Gönderen: İsra »

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« Yanıtla #3 : 14 Temmuz 2009, 23:39:09 »
Yazı dizisi şeklinde hazırlanmış bir konu. İnşaAllah zaman buldukça paylaşmaya gayret edeceğiz.
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?-2
« Yanıtla #4 : 08 Ağustos 2009, 07:24:02 »
“Suç” denilince hemen aklımıza “cezâ” gelir ve hatta çocuk terbiyesinde, suç işleyen çocuğa nasıl cezâ verileceği, cezâ alan çocuğun nasıl “adam olduğu”  ballandıra ballandıra anlatılır.
Peki, ama cezâ ile terbiye etmeye çalışmak acaba ne kadar “bizim pedagoji” anlayışımız içinde yer alır, hiç düşündük mü?
Ya da soruyu şu şekilde soralım: Suç işleyen çocuğu, cezâ korkusu ile terbiye etmek ne kadar vicdânî ve ne kadar İslâmî bir usûldür?
Madem ki, çıkmaza girdiğimiz her meselede Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatına bakıyor ve O’nu örnek alıyoruz, o hâlde Peygamber Efendimiz’in sünnetlerini bu konuda mercek altına alalım ve bakalım acaba O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuklara hangi cezâ (!) usûllerini uyguluyordu?
İşte bu yazımızda, günümüz anne-babalarının “anlık çözüm” olarak her an rahatlıkla kullandıkları cezâ konusunu masaya yatıracağız, bir yandan da tarihin altın sayfalarında kayıtlı bulunan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in davranışlarını “çocuk ve cezâ” konusunda analiz edeceğiz.

Cezâ ve Çocuk
 İsterseniz suç ve cezâ konusunu daha somut/müşahhas bir şekilde ele almak için bir örnekle yola çıkalım.
On yaşlarında bir çocuğunuz olduğunu düşünün. Ve çocuğunuzun, evde misafirleriniz olduğu her an sizi misafirlerinize karşı hep mahcup ettiğini hayal edin. Örneğin, siz ne zaman konuşmaya başlasanız, çocuğunuz sizin kullandığınız cümleleri alaya alarak ve eğip bükerek arkadaşlarınızın içinde sizi mahcup ediyor. Ne yaparsınız böylesi bir çocuğa?

Örneğimizi biraz daha zorlaştıralım. Siz dînî değerlere hassasiyet gösteren bir âilesiniz ve namaz kılıp ibâdet ediyorsunuz. Ancak çocuğunuz, bu sefer de okunan ezânla dalga geçiyor. Siz namaz kılmak üzere hazırlık yaparken, çocuğunuz da, okunan ezânı hafife alıyor, kelimeleri eğip bükerek tekrar ediyor.
Ne yapardınız?

“Önce ikaz ederdim, ezân’ın önemini anlatırdım.” dediğinizi duyar gibiyim… Peki, çocuğunuz ısrarla aynı davranışı tekrar ediyorsa ne yaparsınız? Sanırım çocukla bir-iki defa konuşur, eğer hâlâ aynı davranışı tekrar ediyorsa, öfkelenir, kızar ve bir daha yaparsa cezâlandırılacağını haber verirdiniz değil mi? Öyle ya, ezân ile dalga geçen çocuğunuzu yanınıza çağırıp:

“–Mâşaâllâh... Aman ne de güzel sesin varmış, al sana bir avuç dolusu para!..” diyecek hâlimiz yok ya!.. Zaten böyle bir şey yapacak olsak, aklımıza ilk gelen şey:

“–Çocuğa yumuşak davranırsak, çocuk bugün ezânla dalga geçer, yarın namazla…” diye düşünülür ve kaşlarımızı çatmak zorunda hissederiz kendimizi, değil mi?

Peki, böylesi bir hâdise, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında olsaydı, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl davranırdı?

İşte, tıpkı yukarıdaki örneğin bir benzerini, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında da görüyoruz. (Kütüb-i Sitte, 16 cilt, sayfa 597, Bab: “Ezânda tercî”)

Bir gün ezân okunurken, bir grup çocuk okunan ezânı hafife alıyor ve müezzinle dalga geçiyordu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocukların bu hâlini gördü. Çocukları yanına çağırdı. Okunan ezânla kimin dalga geçtiğini sordu. Çocuklar içlerinden birini gösterdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  o çocuğa döndü ve çocuğun sesinin ne kadar da güzel olduğunu söyledi ve ardından çocuğa ezân okumasını buyurdu.

Çocuk, ezân okumasını bilmiyordu. Mahcup oldu. Utandı.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuğa tebessüm etti ve önce kendisi ezân okudu ve sonra çocuğa dönerek: “Hadi, tekrar et!” buyurdu.  
Çocuk duyduğu kadarı ile ezân okudu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuğa bir kese para verdi.
Kendisinin cezâlandırılacağını bekleyen çocuk, böylesi bir mükâfatla karşılaşmanın şokunu üzerinden atmadan,  Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek elini çocuğun alnına koydu ve saçlarını okşadı. Sonra elini çocuğun göğsüne getirdi ve ona:

“–Allah seni mübârek kılsın, Allah sana bereket yağdırsın.” diyerek duâ etti.
Çocuk, o âna kadar ürküp korktuğu Kâinât’ın Sultan’ı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sevgi duymaya başladı.

Biraz önce çirkin bir davranışla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna gelen bu çocuk, saf yüreği ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“–Beni Mekke’ye müezzin olarak tâyin eder misiniz?” diye sordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm ederek, çocuğun bu isteğini de geri çevirmedi.
Eğer bu olayı pedagoji perspektifinden analiz edecek olursak:
 Müslümanların mukaddes olarak kabul ettiği bir değeri hafife alan, dalga geçen bir çocuk var. Tıpkı kendi evimizde okunan ezân ile dalga geçen çocuğunuz gibi. Bu suç karşılığında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl davranıyor?

1-Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- az önce ezânı hafife alan çocuğa, “Hadi, ezân oku!” diye bir iltifatta bulunuyor. Hâlbuki alışkanlığımız o ki, eğer bir çocuğun bir suçu varsa, çocuğun o suçu bir daha işlememesi için, o davranışı bir daha yapmamasını tembih ederiz. Hâlbuki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunun aksine; “Hadi, ezân oku!” diye buyuruyor. Belki etraftaki herkes, çocuğun çirkin davranışına dikkat ettiği hâlde, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuğun güzel sesine dikkat ediyor. Böylesi bir davranış, çocuk terbiyesinin en önemli kısmına işaret eder ki, biz buna “Çocuğun kabiliyetlerini görebilme” ya da “pozitif çocuk terbiyesi” diyoruz. Hâlbuki cezâ, çocuğun kabiliyetlerini körelttiği gibi, negatif bir terbiye usûlüdür.

2-Çocuk, ezân okuduktan sonra, ona bir kese içinde para ikram ediyor. Hâlbuki o an karşısında duran çocuk, suçlu bir kişi olmasına rağmen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu çocuğa bir kese para veriyor ki, böylesi bir muâmele “maddî mükâfat”tır. Suç işlemiş olan bir çocuğa maddî olarak mükâfât vermek, sanırım hiç kimsenin aklına gelmez. Belki de çocuk bu davranışı bir kere daha tekrar eder diye korkarız. Zaten bu anlamsız korkularımız değil mi ki, çocuk terbiyesinde, kaşları çatık bir anne-baba rolü oynamak zorunda olduğumuzu hissettiriyor bize!..

3-Daha sonra, çocuğun saçlarını okşuyor. Saç okşamak da bir mükâfât türüdür. Bu davranış “duygusal mükafat”tır. Az önce ezânla dalga geçen çocuk, hâlâ cezâ almadığı gibi, üçüncü kez mükâfât ile karşılaşıyor.

4-Ardından; “Allah, seni mübârek kılsın, Allah sana bereket yağdırsın” diyerek duâ ediyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu davranışı ile de çocuğun vicdânına hitap ediyor ve bir kere daha “duygusal mükâfât”la ona yaklaşıyor.

Bu da aynı olay içinde dördüncü mükâfâttır.
5-Daha sonra çocuğu Mekke’ye müezzin olarak tâyin ediyor ki, böylesi bir pâye herkesin gıpta ile bakacağı bir makamdır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- suç işlemiş bir çocuğa karşı çokça cömert davranıyor ve bunca mükâfâttan sonra, bu defa da en üst perdeden bir “sosyal mükâfât” veriyor.  

İşte size Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir suçlu çocuğa yaklaşım tarzı!.. Efendimiz bu çocuğa ne kaşlarını çatarak, ne parmağını sallayarak, ne de “Bir daha böyle yaparsan sana şöyle şöyle yaparım.” diye tehdit ederek yaklaşıyor... Aksine çocuğun vicdanına giden bütün kanalları kirden temizler gibi, çocuğu mükâfât yağmuruna tutuyor.

Kütüb-i Sitte’de rastladığımız bu sahâbî efendimizin adı Ebû Mahzûre -radıyallâhu anh-!.. Efendimizin terbiye usûlünün, onun üzerindeki tesirine bakın ki, o günden sonra bu sahabî efendimiz saçlarını hiç kesmiyor. Yaşlılığına yakın bir dönemde ona:

“-Saçların böyle çok çirkin görünüyor, kes artık şu saçlarını Yâ Ebû Mahzûre!..” denildiğinde, o çok hiddetleniyor ve:

“-O saçlara kim dokundu siz bilmiyor musunuz?” diye soruyor.

İşte size Peygamberâne çocuk terbiyesi...

Hadis ansiklopedilerini alt-üst edelim, bakalım, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetlerini tek tek ele alalım. Eğer O’nun -sallâllâhu aleyhi ve sellem- suç işleyen çocuklara karşı uyguladığı bir tek cezâ şekline rastlar isek, o usûlü hep birlikte çocuklarımıza uygulayalım...
Ama yok!.. Bunca yıldır bu konuda araştırma yapmış birisi olarak söyleyebilirim ki; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiçbir çocuğu cezâ ile terbiye ettiğine şahsen ben rastlamadım.
Düşünün lütfen!.. Eğer, suç ile mücâdelede “Cezâ” etkili bir yöntem olsaydı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu çocuğa, en azından kaşlarını çatmaz mıydı?
Çatmazdı ve çatmadı da... Çünkü bugünkü pedagojik veriler de mükâfâtın çocuk terbiyesinde çok olumlu bir tesir gücünün olduğunu ortaya koyuyor. Cezâ ile davranış değiştirmeye çalışmak ise, çocuğun dünyasında negatif bir tesir oluşturarak onu yeni yeni yanlışların içine sürüklüyor.
Evet, belki hayvanları terbiye etmek için cezâ metotları kullanılabilir, ama insan terbiyesinde “cezâ” kalp kırıcıdır, onur kırıcıdır, izzet ve haysiyete düşmandır.

Pedagog Adem Güneş
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı sade vatandaş

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 20
  • her gecenin bir sabahı vardır
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« Yanıtla #5 : 08 Ağustos 2009, 10:09:24 »
ceza denince akla şiddet gelmemeli . Çocuğa yaptığının yanlış olduğunu anlatmak için ceza verilmelidir.Ne olabilir istediği birşeyi almayabilirsiniz, istediği bir yere götürmeyebilirsiniz.Allah Resulu'nun terbiye maksadıyla kalçaya vurulmasına müsade ediyor.Cezamekanizmasını kullanmasanız nasıl kontrol edilecek çocuklar.Hayatta kuralların olduğu bu kurallara uyulmazsabunun bir bedeli olduğunu başka türlü nasıl öğreteceksiniz.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Pedagojik Tik Nedir?
« Yanıtla #6 : 19 Eylül 2009, 06:06:05 »
“Pedagojik tik”, çocuğun sergilediği bir anormal davranış karşısında, anne-babanın ânî bir refleks ile “çocuğun davranışına” tepki vermesidir.
Gösterilen bu tepki, bazen yüksek sesle bağırma, bazen çocuğa vurma, bazen de çocuğun canının yanmasına kadar uzayabilir.   

Bir örnek vermek gerekirse eğer; sıcak bir sobaya elini uzatan çocuğa annesinin; “Aman oğlum/kızım elin yanacak!” diye bağırıp, çocuğun eline vurması bir “pedagojik tik”tir.
Annenin burada çocuğun eline vurmasındaki maksadı, çocuğunun canını yakmak değil, aksine biraz sonra eli yanacak olan çocuğu daha büyük bir tehlikeden korumaktır.
Her ne kadar dışarıdan bakan kişi, bu annenin çocuğunun eline vurduğunu ve çocuğunun canını yaktığını söylese ve hatta çocuk eline vurulmuş olmanın acısı ile ağlasa da, bu anneye hiç kimse; “Çocuğuna neden haksızlık yaptın?” diyemez.
“Pedagojik Tik” Cezâ mıdır?

Çocuğunun elinin kızgın sobada yanmak üzere olduğunu gören bir annenin, çocuğunun eline vurup onu ateşten kurtarmasına pedagoji bilimi, annenin çocuğuna şiddet uyguladığı şeklinde bir yorumda bulunmaz. Böylesi bir annenin durumuna; “Bu anne çocuğuna pedagojik bir tik uygulamıştır.” der.
Pedagojik tik, her ne kadar çocuğa bağırma, vurma ve can yakma şeklinde görülse ve içeriğinde her ne kadar şiddet unsurları barındırıyor gibi algılansa da, “pedagojik tik’e çocuğa yönelik bir şiddettir.” denilemez.

Pedagojik tik’e muhatap olan çocuk da, kendisine ceza verildiğini söyleyemez. Zîrâ yukarıdaki örneğe bakacak olursak, annesi, çocuğunu ateşten koruma için eline vurmamış olsa, çocuğun eli sobada yanacaktır.
Annelik şefkati, çocuğun düşeceği bu acıdan kurtarmak için bir refleks hâlinde çocuğun eline vurmayı gerektirmiştir.  Bu açıdan bakıldığında görülmektedir ki, pedagojik tik, (içerisinde şiddet unsuru barındırıyormuş gibi görülse de) bir şefkat davranışıdır.
Kendi çocuğuna pedagojik tik uygulayan anne-babanın niyeti, “çocuğa acı vermek” ve verilen “o acı ile çocuğu terbiye etmek” değildir.  “Pedagojik tik”te “niyet”, çocuğu, düşmek üzere olduğu tehlikeden bir şefkat refleksi ile uzaklaştırmaktır.

Hâlbuki cezalarda ve özellikle, “şiddet içeren cezalar”da, “niyet”, cezalandırılan kişiye, psikolojik, duygusal veya fiziksel baskı oluşturmak, acı vermek ve o acının tesiri ile kişiyi sergilediği kötü davranışından uzaklaştırmak hedeflenmektedir.

Bu izahlardan da çok rahat anlaşılacağı üzere, “Pedagojik tik”te şefkat, cezada “şiddet” vardır.


Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, iş hayatına dalarak âilesini ihmal etmiş bir tüccarın işlerinin bir anda bozulması, her ne kadar tüccar için acı olsa da, eğer tüccar, bu hâdisenin başına gelişini birazcık durup düşünebilirse, sonuç itibariyle bu hâdiseyi, âilesi ve çocuklarına tekrar dönüşün “bir dönüm noktası” olarak değerlendirebilir.
 Bu uyarının, her ne kadar dışarıdan can yakıcı ve üzücü gibi görülse de sonucu itibariyle “şefkat” içerdiğinde şüphe yoktur. 
 
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, anne, ateşe elini uzatan bir çocuğun elinin yanmasına engel olmak için çocuğun eline vurması, her ne kadar dışarıdan şiddet içeriyor gibi görülse de, sonucu itibariyle annenin bu davranışında, çocuğunu ateşin acısından korumak için şefkat içerdiğinden şüphe edilmez.

Yukarıda da izah edildiği gibi, “pedagojik tik” ve “şefkat tokadı”, “kişinin şahsına” yönelik bir saldırı değil, “o an yapılmakta olan davranışa olan tepki”dir.
Eli yanmakta olan çocuğun annesinin, çocuğun eline vurmasındaki maksad, çocuğun kişiliğine saldırmak için değil, ateşin yakıcı olduğundan dolayıdır. Çocuğun o an yanlış bir davranış içinde bulunduğu içindir, yoksa çocuk kötü olduğu için anne çocuğunun eline vurmuş değildir.  “Pedagojik tik”, “çocuk kötü” olduğundan dolayı değil, “davranış kötü” olduğundandır.
Şefkat tokadı da “insanın kötü” olmasından değil, yapılmakta olan “davranışın kötü” olmasındandır.   
“Pedagojik tik” Ne Zaman Cezâya Dönüşür? 

Yukarıdaki örnekte, eli sobada yanmak üzere olan çocuğun annesinin tepkisi, çocuğun davranışına değil de çocuğun “kendisine”, çocuğun “şahsına” veya “kişiliğine” yönelecek olsa, artık buna “pedagojik tik” denemez.
Yani elini ateşe doğru uzatan çocuğun annesi çocuğuna; “Bıktım artık senden, kaç kere söyleyeceğim sana orada elin yanar.” diyerek çocuğun eline vursa, annenin bu davranışı “şiddet” veya “ceza” adını almaktadır...
Çünkü annenin hedefinde artık çocuğun “davranışı” değil, çocuğun “kişiliği” ve “ben”liğine bir saldırı yatmaktadır. Annenin bu davranışı, artık “şefkat” noktasından çıkmış, “şiddet”e dönüşmüştür.  İşte bu hassas nokta, “pedagojik tik” ve “ceza” arasındaki farkı ortaya çıkartmaktadır.
Dışarıdan baktığımızda, her iki anne de eli yanan çocuğunu, ateşten kurtarmak için çocuğunun eline vuruyor olsa da, pedagojik açıdan bu iki annenin durumları birbirinden farklıdır.   
Davranış Analizinde “Niyet” Farklılığı; Şefkat-Şiddet Dengesi


Tıpkı “Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, İmân, 41; Müslim, İmâret, 155)hadîs-i şerîfinde olduğu gibi, pedagoji bilimi de davranışları analiz ederken, niyetlere ve düşüncelere çok önem verir.
Hiçbir psikolog veya pedagog, sergilenen bir davranışı analiz ederken niyetleri sorgulamadan doğruya ulaşamaz. Sadece olaya bakarak perde arkasındaki niyetleri ihmal etmek, varılacak sonucun da yanlış olma ihtimalini beraberinde getirir.
Pedagog Adem Güneş
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı hizmetci

  • yazar
  • ****
  • İleti: 551
  • Evladim sen dogru ol, egri belasini bulur
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« Yanıtla #7 : 21 Aralık 2009, 16:20:24 »
Ceza ve mükafat verirken çocuklarınıza eşit davranmayın!
   
     
 

Adem GüneşÖnceki ayki yazımızda, suç işleyen çocuklardaki davranış bozukluklarını mükafat vererek düzeltmenin doğru bir yaklaşım tarzı olduğundan bahsetmiştik.  Cezanın çocuğun dünyasında açtığı yaralara değinmiştik. Bu yazımızda ise davranış değiştirmede ceza ve mükafat nasıl kullanılmalıdır konusunu ele alacağız.

Başarı anlarında çocuklara mükafat verirken nelere dikkat etmeliyiz, hiç düşündük mü? Mükafatın büyüklüğü ve önemini kendimize göre mi, yoksa çocuğun dünyasına göre mi seçiyoruz? 10 yaşındaki bir çocuğun başarılı bir davranışının, sıfır kilometre bir Mercedes ile mükafatlandırılması gerçekten bir mükafat mıdır? Mükafat denilince aklımıza maddi mükafat mı geliyor, yoksa sosyal, duygusal mükafatları da mükafat olarak kullanıyor muyuz?

Ceza ve mükafat, davranış değiştirmek için bir araçtır. Hasta bir insana verilen ilaç gibidir. Bir ilaç gibi tedavi edici tesiri vardır, o halde bu ilacın yanlış kullanılması ne gibi sonuçlar doğurur?

Sözgelimi, çocukları arasında ceza ve mükafatta eşit olmaya çalışan bir anne ve baba doğru mu yapmaktadır? İsterseniz bu noktadan başlayarak adım adım ceza ve mükafat konusunu ele alalım.

Eşitlik mi, adalet mi, merhamet mi?

Birçok anne-baba çocuklarına karşı eşit olmaya çalışırken, adalet duygusunu zedelemektedirler. Aynı hatayı yapan çocuklara aynı cezayı vermek adaletli bir davranış değildir. Aynı başarıyı elde eden çocuklara da aynı mükafatı vermek adaletli bir davranış olmayabilir.

Mesela:

Bir annenin 7 yaşında bir kızı, 11 yaşında bir oğlu vardır. Anne, akşam yemeği için köfte yapmaya karar verir. Ancak büyük oğlan köftenin içerisinde maydanoz sevmemekte, ama acıyı çok sevmektedir. Küçük kız ise, abisinin tam tersi, acılı yemek yiyememektedir.

Şimdi soru şu: �Acaba anne, çocuklara eşit davranacağım diye, herkes için tek bir çeşit maydanozlu ve acılı bir köfte hazırlamış olsa, eşitliği sağladığı gibi, adaleti de korumuş olur mu? Yoksa, oğluna maydanozsuz, kızına da acısız köfte hazırlasa, köftelerin içeriğinde �eşitlik� bozulduğu gibi, adalet de bozulmuş olur mu?

Tıpkı bu köfte örneğinde olduğu gibi, aynı hatayı yapan çocuklara, aynı şekilde ceza vermek, her ne kadar eşit bir davranış gibi görünse de, her zaman adaletli sonuç doğurmayabilir.

Çünkü her çocuk farklıdır. Kimi çocuklar duygusallıkta çok yoğundurlar. Kaşının üzerinde gözünün olduğunun hatırlatılması bile onu incitebilirken, bazı çocuklar çok gerçekçidir ve söyleyeceğiniz birçok şey onu ruhen hiç etkilemeyebilir. Aynı yanlışı yapan çocukların, aynı cezayı hak ettiklerini düşünmek adaletsizce bir yaklaşım olabilir. Bu yüzden çocuklara ceza ve mükafat verirken onların ruh dünyası ve karakterleri mutlak suretle hesaba katılmalıdır.

Genellikle otoriter aileler çocuklarına karşı eşit muamele göstermek isterlerken, demokratik yapılı ailelerde ceza ve mükafat verilirken adalet daha öncelikli sırada yer alır.

İdeal aile yapısında, çocuklara karşı ceza ve mükafat verilirken, adaletle davranmak da yeterli değildir. İdeal aileler ceza ve mükafat dengesinde �adalet�i değil, �merhamet�i daha çok ön planda tutarlar.

Ceza ve mükafatı veren kişi önemlidir

Ceza ve mükafat verirken sadece çocuğun karakteri ve ruh dünyası değil, aynı zamanda cezayı veren şahsın kim olduğu da önemlidir.

Çok zaman şahit olmuşuzdur. Öğretmenler, başarılı olan öğrencilerine küçük mükafatlar verirler. Öğretmenlerin verdikleri bu küçük mükafatın maddi değeri çok az olsa da, çocuklar tarafından bu mükafat uzun süre unutulmaz. Öğrenciler her fırsatta bunu çevrelerine anlatmak isterler. Aynı mükafat anne baba tarafından verilmiş olsa bu kadar tesir etmeyebilir. Çünkü ceza ve mükafatın kendisi önemli olduğu gibi, kimin tarafından da verildiği önemlidir.

Çocuk aynı ceza veya mükafatta, ceza veya mükafatı veren kişi değiştikçe farklı farklı duygusal tepki oluştururlar.

Bir çocuğun aynı cezayı, annesinden ve babasından alması arasında büyük bir fark olabilir. Bunun yanı sıra, iki farklı çocuğa aynı mükafat veya cezayı veren aynı şahıs, iki çocuktan aynı tepkiyi alamayabilir.

Bu sebeple, anne babaların, �bu çocuğa ne kadar ceza verirsem vereyim tesir etmiyor. Ama diğeri çok akıllı maşAllah� demeleri çok da gerçekçi değildir.

O halde anne ve babalar, çocuklarına ceza ve mükafat vereceklerinde, ceza veya mükafatı veren şahıs faktörünü de hesaba katmalıdır.

Ceza ve mükafatın verileceği an önemlidir

Kendi çocukluğumuzu düşünürsek eğer, çocukluğumuza ait öyle anlar vardır ki, bir ömür boyu hayallerimizden çıkmaz.

Kötü bir günde, güzel bir mükafat alan çocuk ile, güzel bir günde güzel bir mükafat alan çocuğun sevinci bir olur mu?

Aynı çocuğa,  aynı şahıs, aynı ceza veya mükafatı ayrı ayrı günlerde verdiğinde sonuçlar da farklı olabilir.

Mesela:
Çarşıya alışveriş için çıktığınızı düşünün. Yoğun geçen alışveriş sırasında bir ara, okuldaki başarılı notları için kızınıza da bir kalem aldınız ve verdiniz. Bu mu daha motive edici bir mükafat verme dakikasıdır, yoksa, aynı hediyeyi bir aile toplantısı düzenleyerek, kızınızın başarısını takdir ederek vermeniz mi daha etkileyici sonuç doğuracaktır?

Tıpkı bunun gibi, doğum günleri, bayramlar ve ailenin topluca bulunduğu anlar, çocuklara mükafat verme açısından en uygun zamanlardır.

O halde anne ve babalar, çocuklarına ceza ve mükafat verirken ceza ve mükafatı verdikleri zamana da çok dikkat etmelidirler.

Ceza ve mükafatın üç temel noktasını bir şekil ile izah edecek olursak:

Mükafatları üçe ayırmak mümkündür:

1. Sosyal mükafatlar: Bir çocuğu, içinde yaşadığı ve sevdiği sosyal çevresini dikkate alarak mükafat vermeye sosyal mükafat denilir. Mesela, bir aile toplantısı sırasında, okulda aldığı başarıyı duyurmak, çocuk için sosyal bir mükafat sayılabilir.
2. Duygusal mükafat: Çocuğun duygularına doğrudan hitap eden mükafat şeklidir. Mesela, doğru yaptığı bir davranış karşısında, saçı okşanarak �ne kadar da güzel yaptın� denilmesi duygusal mükafata girebilir.
3. Maddi mükafatlar: Çocuğun doğru davranışını teşvik etmek için verilecek olan maddi mükafatlardır. Okulda güzel bir karne alan çocuğa, çok sevdiği bir oyuncağı almak veya harçlık vermek materyal mükafatlar içerisinde sayılabilir.


Çocuklar mükafatlandırılırken aşağıdaki hususlara dikkat edilmelidir.

1. Çocuk mükafatı neden aldığını bilmelidir.
2. Mükafat zamanında verilmeli, ertelenmemelidir.
3. Mükafat abartılı olmamalıdır.
4. Mükafatın değeri, çocuğun mükafata verdiği değer kadar olduğu unutulmamalıdır.
5. Davranış güzelleştikçe, daha büyük mükafata geçilmelidir.
6. Mükafat pazarlık konusu haline getirilmemelidir.
7. Maddi mükafatın son noktası hediyeleşmeyi öğrenmek, duygusal mükafattaki son nokta şefkati öğrenmek, duygusal mükafattaki son nokta empati duygusunu kazanmaktır.

Cezalar üçe ayrılır:

1. Duygusal cezalar : Çocuğa verilebilecek en ağır ceza, duygusal cezadır. Bu cezalar çocuğun duygularını altüst eden cezalardır. Duygusal cezalar çocukların davranışlarını düzeltmek yerine, onlardaki nefret duygularını besler. Çocuklara küsmek, bu tür cezalar içerisinde yer alır.
2. Sosyal cezalar : Çocukların sosyal çevresini aracı olarak kullanarak cezalandırmaktır ki, duygusal cezalardan sonra en ağır ceza şeklidir. Bu tür cezalara örnek olarak, çocuğun başkalarının yanında iken cezalandırılması verilebilir. Çocuğun sevdiği arkadaşlarından uzaklaştırılması da sosyal bir cezadır. Sosyal cezalar çocuğu içine kapanık hale getirir.
3. Fiziki cezalar : Çocukların dövülerek cezalandırılması ve yanlış davranışlardan alıkonulmasıdır. Fiziki cezalar, hiçbir kötü davranışın değişmesini sağlamaz, sadece yanlış davranışın sergileneceği zamanı erteler. Fiziki cezalar, çocuklarda nefret hissini körükler.

Davranışın cezalandırılması: Cezanın asıl amacı yanlış davranışın cezalandırılmasıdır. Yalan söyleyen bir çocuğun kendisi değil, yalanı cezalandırılmalıdır. Davranışın cezalandırılması, çocukların kişiliğini koruduğu gibi, anormal davranışın, anormal görülmesini kolaylaştırır.

Ceza verirken şu hususlara dikkat edilmelidir.

1. Cezalar çocuğun kişiliğine yönelik olmamalıdır. Mesela, yalan söyleyen bir çocuk için, �sen çok kötü bir çocuksun� demek, çocuğun kişilik ve benliğini cezalandırmak olur. Çocuğun doğrudan şahsına yönelmiş cezalar, anormal davranışı düzeltmediği gibi, çocuğun kendine olan saygısını yitirmesine sebep olur.
2. Cezanın verilmesi bir başka kişiye devredilmemelidir. Mesela, yalan söyleyen bir çocuk için annenin �ben bu yalanını babana söyleyeyim de sana gününü göstersin� şeklindeki bir yaklaşımı yanlıştır. Çünkü, çocuk yaptığı bir hatanın tespit edilmesiyle zaten doğal bir cezayı vicdanında almış olur. Çocuğun yanlış davranışını babaya da duyurmak ve cezanın onun tarafından verileceği ile tehdit etmek, çocuk ile yaptığı yanlışı iyice bütünleştirir. Çocuk bir süre sonra, kendisinin zaten yalancı biri olarak tanındığını düşünerek, yalanı kendi tabiatı kabul edebilir. Başlangıçta utana sıkıla yalan söyleyen çocuk, profesyonel bir yalancı olabilir.
3. Ceza anında verilmelidir. Cezayı gerektiren anormal davranış sergilendiğinde vakit kaybedilmeden ceza verilmelidir. �Ben sana yarın... cezası vereceğim� veya �akşama sana... yaptırmayacağım� şeklindeki yaklaşımlar yanlıştır.
4. Cezada pazarlık yapılmamalıdır. Verilen ceza çocuk tarafından beğenilmediğinde, farklı bir ceza verilmeye çalışılmamalıdır.
5. Ceza verirken öfkeli davranılmamalı, soğukkanlı olunmalıdır. Cezayı veren kişi, bozulan kendi duygusal atmosferini cezaya yansıtmamalıdır.
6. Ceza vaktinde bitirilmeli, gereğinden çok uzatılmamalıdır.
7. Cezanın amacı davranışı düzeltmektir. Çocuk yaptığı yanlışı fark ettiğinde veya davranışını değiştirdiğinde, cezaya son verilmelidir.

Her ne kadar ceza, davranış düzeltmede bir araç olarak kullanılsa da, aşağıdaki negatif sonuçları da beraberinde getirir.

1- Ceza, çocuğun iç dünyasında ezilmişlik duygusu oluşturabilir. Bu ezilmişlik duygusu ile çocuk, yanlış davranışı devam ettirerek, kendisini cezalandıran şahsı cezalandırmak isteyebilir.
2- Ceza, hırs doğurup bir başka kötü davranışın tetikleyicisi olabilir.
3- İstediği bir davranışı ceza korkusu ile sergileyemeyen çocuk, iç dünyasındaki istek ile dış dünyadaki ceza arasında sıkışıp kalabilir. Bu ise çocuğun samimi olamamasına sebep verir.
4- Ceza, çocukların küçük yaşta �öfke ve nefret� duyguları ile tanışmasına sebep olabilir.
AllahIM BANA SENIN SEVGINI; SENIN SEVDIKLERININ SEVGISINI VE BENI SANA YAKLASTIRAN HERSEYIN SEVGISINI VER!!!AMIIN.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Şefkat-Şiddet Dengesi
« Yanıtla #8 : 29 Aralık 2009, 20:54:35 »
Vicdanı ölmemiş hiçbir anne-baba “bilinçli” olarak çocuklarına karşı şiddet kullanmaz. Ama yapılan araştırmalar gösteriyor ki, çocuk terbiyesinde en çok başvurulan yöntem, yine de “şiddet”tir. Ve “Şiddet nedir?” diye analiz edecek olursak görüyoruz ki, şiddet, cezanın ikiz kardeşidir. Birbirlerine o kadar benzerler ki, şiddet ile cezayı ayırt etmek için ya konunun uzmanı olmak, ya da çok bilinçli bir anne-baba olmak gerekir.


Burada “bilinçli” kelimesinin özellikle altını çizmekte fayda var. Zira anne-babalar çoğu defa çocuklarına karşı davranışlarının “şiddet” içerdiğini fark edememekte, çocuklarına duydukları sevgi ve şefkatten dolayı, kullandıkları yöntemleri daha çok “şiddet” değil, “cezâ” olarak târif etmektedirler. Ve çocuklarına uyguladıkları şiddet ve cezalarda kendi vicdanlarının sesini susturabilmek için birtakım bahanelerin ardına gizlenmektedirler. Zira çocuğa verilen ceza ya da uygulanılan şiddet karşısında anne-baba vicdânî birtakım bahaneler üretemez ise, çocuklarına yaptıkları eziyetten dolayı vicdan azabı duyacaktır. İşte bu vicdânî rahatsızlığı yaşamamak için, anne babalar -çoğu defa bilinç dışı olarak- kendilerini avutmak için birtakım gerekçelerin arkasına sığınırlar.


Çocuklarına şiddet uygulayan veya ceza ile çocuklarını terbiye edeceklerini düşünen anne-babaların kullandıkları bahanelere bakılırsa, bu bahanelerin çoğunda “çocuğumun iyiliği için” ifadesinin kullanıldığını görmekteyiz. Bir başka deyişle, “Çocuğuna neden şiddet ya da ceza uyguluyorsun?” sorusuna birçok anne-baba, “Çocuklarını çok sevdiklerini, onların gelecekte yanlış yollara gitmelerini istemediklerini” belirterek bu şekilde davrandıklarını izah etmeye çalışmaktadırlar. Yani, çocuklarına duydukları aşırı sevgi ve şefkat, bir süre sonra çocuğa yönelik şiddete dönüşebilmektedir. 

 
Şiddet ve Ceza ile Çocuk Terbiye Etmeye Çalışanların Bahaneleri 


Çocuğunu cezalar ile terbiye etmeye çalışan bir anne-baba, kendi vicdanlarını birtakım bahanelerle susturmaya çalışır. Örneğin, bayılıncaya kadar çocuğunu döven bir anne-babaya, “Neden bu çocuğu bu kadar dövdün?” diye sorsanız, alacağınız cevap, her zaman hemen hemen aynıdır: “Bir daha yanlış yapmasın diye dövdüm.” Peki, bu cevap ne kadar doğrudur? İşlediği bir suç karşısında dayak yiyerek terbiye edilmeye çalışılan bir çocuk, sağlıklı bir çocuk olabilir mi? İlerleyen satırlarda, ceza ve şiddetin, çocuğun ruhunda açtığı yaralara tek tek değineceğiz. Ancak, daha önce, anne-babaların çocuklarına ceza verirken ya da onlara şiddet uygularken kendi vicdanlarını nasıl tesellî etmeye çalıştıklarını, vicdanlarının sesini nasıl susturmaya çalıştıklarına bir göz atalım.


1- Biz de çocukken çok dayak yedik, cezalar aldık, ne olacak ki yani?


Çocuklarına karşı şiddet içerikli cezalar veren anne-babaların en başta kullandıkları bahane, kendi çocukluk dönemlerinde kendilerine uygulanılan şiddeti örnek göstermeleridir. Ve çok defa, “Eğer şiddet uygulanan çocuklarda anormallik olsaydı, biz çocukluğumuzda daha çok dayak yedik, daha aşırı cezalar aldık, biz niye anormal değiliz o zaman?” diyerek kendilerini savunmaya ve vicdanlarını rahatlatmaya çalışmaktadırlar.   
Hâlbuki böylesi bir savunma yanlıştır, mantık dışıdır. Kendisi çocukluk yıllarında dayak yiyerek büyüyen anne-babalar, kendi çocuklarına şiddet uygulamaktadırlar da farkında değildirler. Geçmişte ceza ve şiddet ortamında büyüdüğü için, bu gün kendisi de kendi çocuklarına karşı şiddet uygulamaktadır... İşte cezanın asıl yıkıcı tarafı budur, ceza alan ceza vermeyi öğrenir. “Biz de ceza alarak büyüdük.” bahanesine sığınan anne-babalar, kendi çocukluk döneminde şiddeti tatmamış olsalardı, muhtemel ki, bir çocuğa şiddet uygulayan birisi ile karşılaştıklarında, böylesi birine “normal” biri olarak bakmayacaklardı. Hâlbuki kendi çocukluğunda şiddet yaşadığı için, “şiddeti uygulamak kendisi için gayet tabiî ve çocuk terbiyesinde olması gereken bir yöntemmiş hatası”na düşmektedir. Evet, şiddetin en önemli özelliği “transjenerasyon”[1] olmasıdır. Yani şiddet, bir önceki nesilden bir sonraki nesle aktarılarak nesilden nesle bulaşıcı bir hastalık gibi devam eder gider. Bu itibarla bakıldığında, çocukluk yıllarında devamlı ceza ve şiddetle büyümüş bir kişi, kendisi çocuk sahibi olduğunda, kendi anne-babasından gördüğü şiddeti kendi çocuğuna uygulayacaktır. Nesilden nesle aktarılarak giden bu şiddet kısır döngüsü, artık bir nesilde durmazsa, böylesi bir âileden dünyaya gelen torunlar ve onların torunları, kendileri de anne-baba olduklarında kendi çocuklarına (ve çevrelerine) karşı şiddet uygulayacakları kesindir.   


2- Buna “Dayak” diyerek abartmamak gerek, çok acıtmayacak kadar hafif ve etli yerlerine vuruyorum, ceza verirken acı vermemeye özellikle dikkatediyorum.[2]



Fiziksel ceza veya şiddetin oluşturduğu tahribâtın büyüğü, çocuğun fiziğinde değildir ki, çocuğa fiziksel ceza verildiğinde canının çok acımadığı bahanesine sarılınsın. Fiziksel ceza ve şiddetin asıl tahribâtı, duygularda oluşur. Böyle bir durumda çocuğun izzet ve gururu zedelenir. İster çocuk el tersi ile kenara itilmiş olsun, ister acıtmayacak kadar etli yerlerine vurulmuş olsun, yahut da çocuk acımasızca tekme-tokat dövülecek olsun... Bütün bunlara mâruz kalan çocuğun, asıl tahrip olan bölgesi, iç dünyasıdır!.. Çocuğun vicdanının tahrip olmasıdır...

Çocuğun izzet ve gururunun kırılmasıdır... Çocuğun kendini kişiliksiz hissetmesidir... Ve şiddete mâruz kalan çocuklar, çok defa canları yandığı için değil, iç dünyaları bu şekilde tahrip olduğu için ağlarlar ve izzetlerini korumak için daha çok hırçınlaşırlar...

Daha çok hırçınlaşan çocuk, daha çok ceza alır ve bu kısır döngü de böylece devam eder gider...
Çocuğun mâruz kaldığı böylesi bir ceza veya şiddetin, çocuğun duygularında oluşturacağı yıkımı anlayabilmek için, karı-koca arasındaki aynı türdeki şiddetle kıyas yapmakta fayda vardır. Düşünün ki, eşine karşı şiddet uygulayan bir koca, eşine dönse ve: “–«Dayak» yedim diyerek ne abartıyorsun?! Ben, senin canının yanmayacağı etli yerlerine vuruyorum... Ağlayıp sızlayarak olayı abartma!..” dese, ne kadar zavallı duruma düşer değil mi?  İşte bu örnekte olduğu gibi, çocuğuna karşı uyguladığı şiddetin ve fiziksel cezanın acısını çocuğun bedeninde yaşayacağını düşünmek de o derece yanıltıcıdır... Ceza alan çocuğun asıl yıkımı ruhundadır.


3- Gücümü böyle göstermezsem, yarın yanlış şeyler yapabilir

Anne-babalar bazen, çocuklarına duydukları sevgide o kadar ileri giderler ki, ya çocuklarının her an yanlışa düşeceğinin endişesi ile ya da çocukları üzerinde kurdukları hâkimiyetin yavaş yavaş ellerinden kaçtığı düşüncesi ile hırçınlaşabilir ve çocuklarına karşı şiddete başvurabilirler. Bu düşüncede olan anne-babaların bahanesi “Gücümü böyle göstermezsem, yarın yanlış yola girebilir.”dir. Ancak bu şekilde düşünmek de gerçekçi değildir!..

Çünkü insanları yanlış ve anormal davranıştan alıkoyan şey, karşıdakinin gücünden korkması değil, kendi vicdanının rahatsız olmasıdır. Örneğin, hırsızlar her zaman polisten korkar ve kaçarlar. Fakat şimdiye kadar hiç bir polisiye tedbir, hırsızı yapacağı hırsızlıktan vazgeçirmemiştir. Polis ne kadar tedbir alırsa, hırsızlar o kadar farklı yöntemler geliştirirler. Çünkü yanlış davranışın düzeltilmesinde güç kullanmak ve şiddet uygulamak çözüm değildir. Bir çocuğun davranışını değiştirmesi, ancak o çocuğun vicdanına hitap edilmesi ile mümkün olur, yoksa güç gösterisi ile olmaz. O yüzden anne-babaların; “Çocuğa gücümü göstermezsem yanlış şeyler yapabilir.” düşüncesi yanlıştır. Çocuk eğer korkacaksa, anne-babasının şerrinden değil, kendi vicdanından korkmalıdır.


4- Annem-babam da bana dayak atardı, ama onlar kötü insan değillerdi.[3]

Bir çocuk için en ağır duygu, anne-babasını suçlu olarak görmektir. Bu çocukluk yıllarında da böyledir, kendisi yetişip anne-baba olmuş biri için de böyledir. Kişinin kendi anne-babasını “kötü insan” olarak görmesi kadar çocuğa ağır gelebilecek duygu çok nâdirdir. Çocukluk döneminde anne-babasından şiddet içerikli cezalar almış birisi, her ne kadar anne-babasının kendisini dövdüğünü, ağır cezalar verdiğini itiraf etse de, konuşmasının devamını “ama” ile sürdürerek vicdanını rahatlatmaya çalışırlar: “–Evet, küçükken annem-babam beni çok dövüyordu, «ama» ben de çok yaramazdım, canım!..” Böylesi bir anne-babaya, şiddetin kötü bir davranış biçimi olduğu ve bir annenin çocuğuna şiddet uygulamaması gerektiği söylendiğinde, (vicdanında kendi anne-babasını yargılamamak için) şiddetin kötü bir şey olmadığını, hatta bazen gerekli olduğunu savunacaktır. Kendi çocukluğunda şiddet görmüş biri, eğer “Evet, şiddet kötü bir davranıştır.” diyecek olsa, vicdanında kendi anne-babasını da suçlu îlan edeceğinden dolayı, ceza ve şiddetin “anormal” bir davranış olduğunu kabullenmekte zorluk çekecektir. Ancak, burada unutulmaması gereken ince ayrıntı şudur ki; şiddet ve ceza ile çocuğunu terbiye etmek isteyen kişi kötü niyetli olmayabilir, fakat “şiddetin kendisi” kötüdür, yanlıştır...


5- Her şeye rağmen ben çocuğumu seviyorum[4]

Şiddet uygulayan anne-babanın en çok sığındığı bahanelerden biri de, “Ne kadar çocuğuma vurursam vurayım, ne kadar ceza verirsem vereyim, o benim canımdır... Ve ben çocuğumu çok seviyorum.” bahanesidir.  “Ben her şeye rağmen çocuğumu seviyorum.” bahanesi mantıklı bir bahane değildir. Çünkü şiddete mâruz kalan kişi, çocuğun kendisidir, anne-baba değildir ki, “Ama ben hâlâ çocuğumu seviyorum.” diye bir şey söylensin. Bu durumda söz hakkı çocuğundur. Çocuğa sormak gerek, “Her şeye rağmen anne-babanı seviyor musun?” diye... Cezayı alan kişi çocuk olduğu hâlde cezayı uygulayan kişinin “Her şeye rağmen çocuğumu seviyorum.” demesi, ciddî bir mantık hatasıdır. Aynı durumu şöyle düşünebiliriz. Bir erkek, eşine karşı şiddet uygulasa ve sonra kendisine “Neden böyle bir şey yapıyorsun ayıp değil mi” diye soranlara da “Olsun, ben her şeye rağmen eşimi seviyorum.” dese, bu söz ne kadar mantıklı bir söz olur ki?


6- Bir ben değil ki, herkes çocuğuna ceza veriyor, yanlış olsa kimse vermez!

Eğer bir anne-baba vicdanına karşı, “Nasıl olsa herkes yapıyor bunu…” gerekçesine sığınarak çocuğuna karşı şiddet uyguluyorsa, böylesi bir düşünce çok yanlıştır. Yanlıştır, zira günümüz toplumlarının en büyük problemi, zaten şiddet değil midir? Etrafımıza her bakışımızda bizi hayattan bıktıran şey, insanların acımasızca birbirlerine karşı uyguladıkları şiddet değil midir? Siz çocuğunuza karşı biraz şiddet uyguluyorsunuz... Bir başkası daha çok... Diğer bir başkası da daha fazla… Ama üzerinde şiddet uygulanılan bu çocuklar değil midir yarınki toplumu yaşanmaz hâle getirenler? Ya da bugünkü toplumu yaşanmaz hâle getirenler de dünkü şiddet altında büyümüş çocuklar değil midir? Bütün bunların karşılığında, ortalığı şiddet alanına çeviren birisi, “Bir ben değilim ki, herkes yapıyor, yanlış olsa kimse bunu yapmaz!..” dese ne kadar doğru olur? Tıpkı bunun gibi, çocuğuna şiddet içerikli cezalarla terbiye etmeye çalışan bir anne-babanın başkalarının yanlışından destek alarak, “Yanlış olsa kimse yapmaz.” demesi doğru değildir.


7- İstesem ceza vermeden de çocuğumu yetiştirebilirim

Birçok uzmanın gözlemlerinden elde edilen sonuç ortada. Şiddet, öyle sanıldığı kadar kolay vazgeçilebilecek bir alışkanlık değildir. Şiddet uygulayan anne-babalar, uyguladıkları şiddete son vermek istediklerinde, işte o an gerçeklerle yüz yüze gelmektedirler. Ceza ve şiddetle çocuğu terbiye etmeye çalışan bir anne-babanın kazandığı alışkanlığı terk etmesi, öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Ceza ve şiddet kullanmaya alışmış anne-babalar, bu alışkanlıklarından vazgeçmeye çalıştıklarında, o zaman kendilerinin acziyete düştüklerini hissetmektedirler. Ceza silahı elinden alınan anne-babalar, ortada çaresizce kala kalmaktadırlar. Şiddete alışmış bir anne-babanın “İstemesem ceza vermeden de çocuğumu yetiştirebilirim.” düşüncesi, ceza vermeye alışmış bir anne-baba için gerçekçi değildir. Böylesi bir anne-babanın, uzman yardımı almadıkça yahut çok ciddi bir bilinç sergilemedikçe kullandığı ceza yöntemlerinden vazgeçmesi kolay olmayacaktır.


8- Birçok uzman cezayı bir terbiye metodu olarak tavsiye ediyor.


Evet, ne yazık ki, birçok uzman şiddeti kınadığı ve şiddet ortamından uzak durulmasını tavsiye ettiği hâlde, cezaya sıcak bakabilmekteler. Hâlbuki ceza, şiddetin ilk basamağıdır. Çocuk terbiyesinde “materyalist” metotlar üzerinde yoğunlaşan psikolog ve pedagoglar, çocuk terbiyesinde cezanın olması gerektiğini savunmaktadırlar. Çünkü materyalist düşünceye göre, “Hayvanlar ile insanlar aynı nesilden gelmektedir. Hayvanlar üzerinde ceza, olumlu etkiler oluşturuyorsa ve hayvanların davranışlarını değiştirmede ceza bir metot ise, o hâlde insanlar üzerinde de bu metotlar uygulanabilir.” Evet, hayvanlar üzerinde yapılan deneyler gösteriyor ki, ceza ile hayvan terbiyesi mümkündür... Aç bırakılan bir köpek, bir küçük kemik parçası için taklalar atmakta, kırbaç yiyen at daha hızlı koşmak için çaba sarf etmektedir. Ancak, hayvanların ceza korkusu ile istenilen davranışa yönleniyor olması, insanların da ceza korkusu ile istenilen davranışı sergileyeceği anlamına gelmez.   Zira insan, hayvanlardan farklı olarak, akıl, vicdan, kalp, gurur gibi özellikler taşımaktadır ki, insana uygulanacak cezalar ve şiddetler, insanın bu dünyasını rencide etmektedir. Dolayısıyla, materyalist felsefe ile çocuk terbiyesi yorumları yapıldığında, çocukların ceza alarak “adam” olacağını savunan birtakım uzmanlar bulunuyor olsa da, -daha önce ifade edildiği gibi- birtakım uzmanlar da, “insan vicdanı kabul etmedikçe davranış değişikliği olamaz...” ilkesini savundukları için “ceza” yerine “vicdan” terbiyesini tavsiye etmektedirler.


9- Annesi-babası değil miyim, hem döverim, hem severim


Anne-baba olmanın verdiği sahiplenme hissi, çocuğa karşı kullanılacak şiddet ve cezayı, bazen anlamsız bir şekilde körüklemektedir. Birçok anne-baba, çocuklarına şiddet uyguladıklarında “Ben annesiyim/babasıyım; hem severim, hem döverim, kime ne?” diye etrafa karşı kendini savunmaktadır. Çünkü anne-babalar kendi duygularından emindir. Çocuğunu canı pahasına sevdiğinden emindir. Böylesi bir duygu ile sevdiği çocuğuna karşı “sahiplenme” hissi, zaten çok tabiîdir. Ancak tabiî olmayan şey, bu kadar sahip çıktığın bir şeye aynı zamanda şiddet uygulama özgürlüğünün bulunduğunu düşünmektir. Çocuklar, anne-babasının “çocuklarıdır”; onların köleleri değildir. Her ne kadar anne-baba, kendi sevgisinden emin olsa da, çocuğuna bir köle muâmelesi değil, bir insan muâmelesi yapmalıdır. İnsan muâmelesi de, dövülmeyi değil, sevilip saygı duyulmayı beraberinde getirir.

Pedagog Adem Güneş

[1] Bir önceki nesilden bir sonraki nesle bilgi ve becerinin aktarılması. (Psikolojik Kalıtım)
[2] Geweld in de Kindertijd, Rotterdam University (A University of Applied Sciences) (Reader), Sharan M.
[3] Geweld in de Kindertijd, a.g.e.
[4] Geweld in de Kindertijd, a.g.e
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Cezâ Alan Çocuklarda Görülen Davranış Bozuklukları Nelerdir?
« Yanıtla #9 : 06 Ocak 2010, 02:24:25 »
Cezâ Alan Çocuklarda Görülen Davranış Bozuklukları Nelerdir?

Maalesef günümüz çocuk terbiyesi ve eğitiminde kullanılan metotlar, “insânî” olmaktan oldukça uzaktır.
Çocuk terbiyesine ait konularda yardım için başvurulan kitaplarda ve görüşüne başvurulan uzmanların birçoğunda sıkça “hayvanlar”ın nasıl terbiye edildiğinden bahsedilip, daha sonra bu örneklerin insanlar üzerinde nasıl uygulanacağı anlatılmaktadır. Zira birçok psikolog, pedagog ve davranış bilimciler, insanlar ile havanların aynı soydan geldiğini iddia ettikleri için “hayvan terbiye etme usûlleri”nin “insan terbiyesi”nde de kullanılmasında bir sakınca görmemektedirler.

Bir süre önce, bir arkadaşımla çocuk eğitimi konusunu konuşuyorduk. Arkadaşım, çocuk eğitimi ile ilgili katıldığı bir konferansta duyduklarını benimle paylaşıyordu. Konferansta “çocuk ve önyargı” konusunda bir örnek verilmiş. Arkadaşın çocuk eğitimi ile ilgili katıldığı konferanstaki bu örnekte, köpekbalıklarının önyargılarından bahsedilmiş. Şöyle ki;

Büyükçe bir akvaryum, ortadan cam bir bölme ile ikiye ayrılmış.Cam bölmenin bir yanına küçük köpekbalıkları konulmuş. Diğer bölmeye ise, köpekbalıklarının en lezzetli yediği bir başka cins balık bırakılmış. Aç köpek balıkları, karşıdaki bölmede bulunan diğer balıkları gördüklerinde saldırıya geçmişler, ama nâfile… Hızla avına saldıran köpekbalıkları, ortadaki cam bölmeye çarpıp geri dönmüşler. Bir süre kendi hâllerinde yüzmeye devam eden köpekbalıkları, ikinci bir hamle daha yapıp yeniden karşı bölmede bulunan balıklara saldırıya geçmişler, ama yine bir hayal kırıklığı...

Çünkü her defasında ortadaki cam bölme, köpekbalıklarının karşı taraftaki balıkların yanına geçişine mani oluyormuş. Köpekbalıkları, haftalarca bu şekilde cam bölmeye çarpıp geri dönmüşler. Sonunda köpekbalıkları, diğer balıklara saldırmaktan vazgeçmişler. Tam da bu sırada köpekbalıklarını gözlemleyen davranış bilimi uzmanları, ortadaki cam bölmeyi kaldırmışlar. Cam bölmenin ortadan kaldırılması ile çok ilginç bir olay yaşanmış. Haftalarca karşı bölmede bulunan balıklara saldırmak için çırpınan köpekbalıkları, gayet aç oldukları hâlde ve diğer balıkları kendi yanlarına kadar yüzerek geldikleri hâlde, garip bir “önyargı” ile o balıklara saldırmamışlar. Böylece köpek balıklarında bir “önyargı” oluşmuş.

Örnek bu... Ve uzmanın, bu örnekten yola çıkarak vardığı sonuç da şu: “Anne babalar çocuklarını terbiye ederken, koydukları yasaklardan hiç bir zaman tâviz vermemelidirler. Çocuk, yasakları çiğnemek istedikçe, tıpkı köpekbalığının karşı tarafa geçmek isterken çarptığı cam bölmeye çarptığı gibi, sizin cezâlarınıza çarpmalıdırlar. Böylece çocuklar, bir süre sonra -tıpkı köpekbalıklarında olduğu gibi- çok istedikleri bir şeyi elde etmekten vazgeçeceklerdir.”

Bu örneği dinledikten sonra çok üzüldüm. Zira çocuklar, köpekbalığı mı ki, böylesi bir deneyin sonucu, insanlar üzerinde de tatbik edilsin.

İnsanda akıl var, onur var, izzet var, kalp var, vicdan var… Köpekbalıklarında olmayan kim bilir daha nice garip hisler var!.. Çocuk, bir şeyi istedikçe anne-baba ona cezâ verecekmiş ve çocuk aldığı cezâların tesiri ile isteklerinden vazgeçecekmiş. Tamam, belki çocuk, cezânın korkusu ile o ân isteklerinden vazgeçse de, istekler, o çocuğun içinde, ölünceye kadar bir uhde olarak kalabilir.


Maalesef günümüz çocuk terbiyesinde hâkim görüşler, çoğunlukla hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin sonuçlarının insanlar üzerinde de kullanılmasıyla elde edilmiştir. Bu yüzden bugünün çocukları, dünkü çocuklar kadar mâsum ve mütevâzî değil!..


Düşünün lütfen, anne-babasının isteğini yerine getirmeyen bir çocuğun devamlı cezâ ve yasaklarla karşılaşması hâlinde, o çocuk, bir süre sonra -tıpkı bir köpekbalığı gibi-  isteklerinden vaz mı geçer, yoksa  aldığı cezâların yol açtığı “onur kırılması” ile yeni yeni yanlış davranışlara mı meyleder?      

1-Cezâ, Bir Başka Anormal Davranışı Tetikler[1]  

Cezâ ile terbiye edilmeye çalışılan çocuklarda görülen en belirgin özellik, verilen cezânın çocuklarda yeni bir davranış bozukluğuna yol açmasıdır. Cezâ alan çocuk, her ne kadar kendisine yasaklanmış davranıştan o ân için uzak dursa da, cezâ almış olmanın verdiği bir tepki ile, yeni bir anormal davranışa yönelir. Bu durum gâyet insânîdir ve olması gereken bir durumdur. Çocuğun izzeti ve gururu kırılmamışsa, aldığı cezânın tesiri ile çocuk yanlış yapmaya (hatta bu sefer kasıtlı olarak yanlış yapmaya) devam eder. Bir gün, bir okuyucumuzdan çok ilginç bir e-mail gelmişti.

 E-mailde bir anne, başından geçen şu olayı anlatıyordu: “Ben, iki çocuk annesiyim. Büyük oğlum 7, küçük oğlum ise 4 yaşında. Benim problemim, büyük oğlumla idi. Oğlum, mahalledeki arkadaşlarından duyduğu çirkin söz ve küfürlü kelimeleri kullanmaya başladığında derdimiz başlamış oldu. Oğluma hangi cezâyı verdiysem kâr etmedi. Çocuk uluorta herkesin içinde bu çirkin sözleri söylemeye devam etti. Sonunda sabrım taştı ve kendisini bu alışkanlıktan vazgeçirebilmek için, ne zaman küfür etse ağzına çok acı bir biber sürmeye başladım.

Oğlum, ne kadar çırpınsa da yere yatırıyor, elini-kolunu tutuyor, onu ağlata ağlata ağzına acı biber sürüyordum. Ve çok kısa sürede sonuç aldım. Oğlum, bir süre sonra acı biberin verdiği korku ile küfür etmeyi bıraktı. Ancak ilerleyen günlerde daha garip bir şey geldi başıma... Bir gün hanım arkadaşlarımı eve dâvet etmiştim. Sohbetler edilip çayların içildiği bir sırada 4 yaşındaki küçük oğlum, hanım arkadaşlarımın oturduğu koltukların karşısına geçerek, arkadaşlarıma ağza alınmayacak küfürler etmeye başladı. Hepimiz şok olduk... O sırada ne yapacağımı şaşırdım, bütün arkadaşlarıma karşı rezil olduğumu hissettim. Misafirlerimi gönderdikten sonra hırsla çocukların odasına girdim. Küçük oğlumun yakasından tutup:
“-Neden böyle bir şey yaptın? Kimden öğrendin, bu çirkin kelimeleri?!” diye sordum.


Aldığım cevap, beni bir kez daha şok etti. Meğer büyük oğlum, ağzını biberle yakmaya başladığım için bana karşı içten içe bir hırs duymaya başlamış... Verdiğim cezânın korkusu ile artık bir daha küfür etmeyi bırakmış, ama akşamları yatarken öğrendiği bütün küfürleri, küçük kardeşine fısıltı ile öğretmiş. Kardeşine, o gün “Hadi git, misafirlere bunları söyle!..” diyen de kendisiymiş. Şimdi anlıyorum ki, çocuklar, cezâ ile terbiye edilmemeli.” Bu okuyucumuzun anlattığı olayda görüldüğü üzere, cezâ alan çocuk, kendi gururunu koruyabilmek için bir başka anormal davranışa doğru yol almıştır. Kendisine cezâ veren (annesine) tepki olarak, bildiği bütün küfürleri, dört yaşındaki kardeşine öğretmiş ve annesinin misafir kabul ettiği bir gün (güyâ) intikamını almıştır. Her anne-baba ve eğitimci bilmelidir ki, “Cezâ, bir başka anormal davranışı tetikler.” Ve bunun sonu yoktur. Çocuk ne kadar cezâ alırsa, o kadar çok anormal davranış sergileyecektir.  

2-Cezâ, “Utanma” Hissini Yok Eder

Çocuk terbiyesinin ana unsularından birisi, “utanma” hissinin kırılmadan çocuğun yetiştirilmesidir. Yani çocuğu “arsızlaştırmadan” ve “yüzsüzleştirmeden” yetiştirilmesi gerekir.

Halk arasında yaygın bir atasözünde, “Aç bırakma hırsız olur, çok söyleme yüzsüz olur, çok dövme arsız olur” denilmektedir. İşte bu atasözünde bir-iki cümle ile özetlendiği gibi, cezâ ile terbiye olan çocuklarda, “utanma” duygusu zedelenmekte, alınan cezâların tesiri ile çocuklar yüzsüzleşmektedirler.
Çocuğuna karşı fizîkî cezâ uygulayan anne-babalar bilmelidirler ki, çocuğun yediği her bir darbe, çocuğu “arsız”, işittiği her söz de onu “yüzsüz” yapmaktadır. Bunun hâricinde altı çizilecek bir nokta da, sosyal cezâ alan çocuklarda görülen davranış bozukluğudur ki, kalabalıklar içinde cezâ alan çocuk, (eğer kendini savunma refleksini de geliştirmişse) ne söylerseniz söyleyin, bir süre sonra cezâ tesir etmemeye başlayacaktır.


Çocuk, kalabalılar içinde aldığı cezâya karşı kendini otomatik savunma durumuna geçirecek, kendisine yöneltilen cezâ içeren sözleri dinlemeden, sadece kendini savunmaya çalışacaktır. Bunun hâricinde, kendinde savunma refleksini geliştirmemiş çocuklara kalabalıklar içinde verilen sosyal cezâlar ise, çocuğun içe kapanmasına ve muhtemel “sosyal fobi” duygusuna kapılmasına sebep olacaktır.  
  
3-Cezâ, “Vicdan” Duygusunu Köreltir

Vicdan, tarafız bir mahkeme gibidir. Doğruyu yanlıştan ayırt etme konusunda çok hassastır. İnsanın bütün bir ömrü boyunca kendisine en çok yardımcı olacak duygulardan biri de vicdandır. Ve ne yazık ki, çocuğu, cezâ ile terbiye edilmeye çalışmak, çocuğun bir ömür boyu kullanacağı bu hassas duyguyu tahrip eder.
Çocuk, kendisine cezâ verildiği sırada iç dünyasında oluşan yaralanmaların acısını duymamak için kendi duygularını devreden çıkartır. Çocuk cezâ aldığı esnada, bir bakıma duygusuz, hissiz olmak zorundadır ki, daha az yara alsın. Bu şekilde cezâ ile terbiye edilen çocuklar, ileriki yıllarda dehşet verici olaylara acımasız ve vurdumduymaz bir rahatlıkla karışabilmektedirler.

Zira böylesi çocuklar, çocukluk yıllarında öğrendikleri, “duygularını bastırma” ve “onları devreden çıkartıp hissizleşme” konusunda tecrübe sahibidirler. Herkesin vicdanını sızlatan birçok olay, bu tür çocuklar için gayet normal olabilir. Tarihte adı “katliâm” yapmakla ve insanlığın başına belâ olmakla anılan ne kadar yönetici ve lider varsa, her birisinin çocukluğu analiz edildiğinde, çocukluk yıllarında vicdanlarının cezâ ve şiddetle öldürülmüş olduğunu görebiliriz.
    
4-Cezâ, “Ezilmişlik” Duygusu Oluşturur  

Cezâ alarak yetişen çocukların en belirgin davranış sapması, “ezik ve silik” bir kişiliğe sahip olmalarıdır.
Çünkü cezâ vermek, bir güç gösterisidir. Ve cezâyı veren güçlü olan taraf, cezâyı alan taraf ise “zayıf” ve “güçsüz”dür. Ancak, insan psikolojisinde güçlüye boyun eğmek, kolaylıkla kabul edilen bir davranış değildir.
İnsan onuru, bir güç karşısında boyun eğmeyi çok rahatlıkla kabul etmez. Kendi üzerinde birinin güç gösterisinde bulunmasından hoşlanmaz. Ancak çaresizlik ânında, insan, kendisi üzerinde birilerinin güç gösterisine sessiz kalabilir. Tıpkı bunun gibi, çocuk da cezâ aldığı ân, kendisinden büyük ve güçlü birinin altındaki çaresizliğini hisseder. Kendisine cezâ veren kişiye onurluca başkaldırsa, belki de her başkaldırışında yeniden cezâ alacağı için, çaresizce kendisine uygulanan cezâlara boyun eğer. İşte bu boyun eğmeler, çocukta ezilmişlik duygusunu da beraberinde getirir.
    
5-Cezâ, Kontrolsüz Öfkeyi Körükler[2]  

Öfke, her insanın içinde, zaten var olan bir duygudur. Öfke sayesinde insan, kendine yönelebilecek tehlikelerden korunur. Ancak öfke hissi kontrol altında tutulmaz ise, yıkıcı bir tesiri vardır.
İşte burada cezânın başka bir yan tesiri ile karşı karşıya geliriz. Zira çocukluk yıllarında alınan cezâlar, çocuğun içindeki öfke duygusunu artırır, bu duygunun her ân daha fazla tetiklenmesine sebep olur.
Çocuk, kendisine cezâ veren güçlü kişi karşısında duygularını ifade edemez ise, hırslanır, yumruklarını sıkar, dişlerini sıkar veya farklı fizîkî tepkilerle içindeki öfkeyi bastırmaya çalışır.

Cezâ almaya devam eden çocuklarda yapılan gözlemlerde görmekteyiz ki, çocuklar cezâ anında bastırdıkları öfkelerini -daha da şiddetli bir şekilde- başka yerlerde kullanmaktadırlar. Bunun yanı sıra, özellikle bir noktanın altını çizmekte fayda vardır ki, çocukluk yıllarında alınan cezâların içte oluşturduğu öfke ateşi, ergenlik yıllarında alev alır.

Günümüzde birçok öğretmen, okullarda öğrencilerin daha küçük yaşta, çok büyük öfke sahibi olduklarından şikâyet etmektedirler.

Şahsî gözlemlerimiz odur ki, okulda veya sosyal hayatta etrafına karşı saldırgan ve öfkeli davranışlar sergileyen çocuklar, maalesef âile içinde hep aşırı cezâlara mâruz kalmışlardır.

(1] Pedagogiek van de Levensloop, Rotterdam University (A University of Applied Sciences) (Reader)  
[2]Pedagogiek van de Levensloop, Rotterdam University (A University of Applied Sciences) (Reader)

Pedagog Adem Güneş/font]

Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

osmanli

  • Ziyaretçi
Cezasiz Cocuk Terbiye Olurmu
« Yanıtla #10 : 23 Ocak 2010, 05:24:06 »
CEZASIZ COCUK TERBIYE OLURMU“                                                                   Pedagojik tik”, çocuğun sergilediği bir anormal davranış karşısında, anne-babanın ânî bir refleks ile “çocuğun davranışına” tepki vermesidir.
Gösterilen bu tepki, bazen yüksek sesle bağırma, bazen çocuğa vurma, bazen de çocuğun canının yanmasına kadar uzayabilir.   

Bir örnek vermek gerekirse eğer; sıcak bir sobaya elini uzatan çocuğa annesinin; “Aman oğlum/kızım elin yanacak!” diye bağırıp, çocuğun eline vurması bir “pedagojik tik”tir.
Annenin burada çocuğun eline vurmasındaki maksadı, çocuğunun canını yakmak değil, aksine biraz sonra eli yanacak olan çocuğu daha büyük bir tehlikeden korumaktır.
Her ne kadar dışarıdan bakan kişi, bu annenin çocuğunun eline vurduğunu ve çocuğunun canını yaktığını söylese ve hatta çocuk eline vurulmuş olmanın acısı ile ağlasa da, bu anneye hiç kimse; “Çocuğuna neden haksızlık yaptın?” diyemez.
“Pedagojik Tik” Cezâ mıdır?

Çocuğunun elinin kızgın sobada yanmak üzere olduğunu gören bir annenin, çocuğunun eline vurup onu ateşten kurtarmasına pedagoji bilimi, annenin çocuğuna şiddet uyguladığı şeklinde bir yorumda bulunmaz. Böylesi bir annenin durumuna; “Bu anne çocuğuna pedagojik bir tik uygulamıştır.” der.
Pedagojik tik, her ne kadar çocuğa bağırma, vurma ve can yakma şeklinde görülse ve içeriğinde her ne kadar şiddet unsurları barındırıyor gibi algılansa da, “pedagojik tik’e çocuğa yönelik bir şiddettir.” denilemez.

Pedagojik tik’e muhatap olan çocuk da, kendisine ceza verildiğini söyleyemez. Zîrâ yukarıdaki örneğe bakacak olursak, annesi, çocuğunu ateşten koruma için eline vurmamış olsa, çocuğun eli sobada yanacaktır.
Annelik şefkati, çocuğun düşeceği bu acıdan kurtarmak için bir refleks hâlinde çocuğun eline vurmayı gerektirmiştir.  Bu açıdan bakıldığında görülmektedir ki, pedagojik tik, (içerisinde şiddet unsuru barındırıyormuş gibi görülse de) bir şefkat davranışıdır.
Kendi çocuğuna pedagojik tik uygulayan anne-babanın niyeti, “çocuğa acı vermek” ve verilen “o acı ile çocuğu terbiye etmek” değildir.  “Pedagojik tik”te “niyet”, çocuğu, düşmek üzere olduğu tehlikeden bir şefkat refleksi ile uzaklaştırmaktır.

Hâlbuki cezalarda ve özellikle, “şiddet içeren cezalar”da, “niyet”, cezalandırılan kişiye, psikolojik, duygusal veya fiziksel baskı oluşturmak, acı vermek ve o acının tesiri ile kişiyi sergilediği kötü davranışından uzaklaştırmak hedeflenmektedir.

Bu izahlardan da çok rahat anlaşılacağı üzere, “Pedagojik tik”te şefkat, cezada “şiddet” vardır.


Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, iş hayatına dalarak âilesini ihmal etmiş bir tüccarın işlerinin bir anda bozulması, her ne kadar tüccar için acı olsa da, eğer tüccar, bu hâdisenin başına gelişini birazcık durup düşünebilirse, sonuç itibariyle bu hâdiseyi, âilesi ve çocuklarına tekrar dönüşün “bir dönüm noktası” olarak değerlendirebilir.
 Bu uyarının, her ne kadar dışarıdan can yakıcı ve üzücü gibi görülse de sonucu itibariyle “şefkat” içerdiğinde şüphe yoktur. 
 
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, anne, ateşe elini uzatan bir çocuğun elinin yanmasına engel olmak için çocuğun eline vurması, her ne kadar dışarıdan şiddet içeriyor gibi görülse de, sonucu itibariyle annenin bu davranışında, çocuğunu ateşin acısından korumak için şefkat içerdiğinden şüphe edilmez.

Yukarıda da izah edildiği gibi, “pedagojik tik” ve “şefkat tokadı”, “kişinin şahsına” yönelik bir saldırı değil, “o an yapılmakta olan davranışa olan tepki”dir.
Eli yanmakta olan çocuğun annesinin, çocuğun eline vurmasındaki maksad, çocuğun kişiliğine saldırmak için değil, ateşin yakıcı olduğundan dolayıdır. Çocuğun o an yanlış bir davranış içinde bulunduğu içindir, yoksa çocuk kötü olduğu için anne çocuğunun eline vurmuş değildir.  “Pedagojik tik”, “çocuk kötü” olduğundan dolayı değil, “davranış kötü” olduğundandır.
Şefkat tokadı da “insanın kötü” olmasından değil, yapılmakta olan “davranışın kötü” olmasındandır.   
“Pedagojik tik” Ne Zaman Cezâya Dönüşür? 

Yukarıdaki örnekte, eli sobada yanmak üzere olan çocuğun annesinin tepkisi, çocuğun davranışına değil de çocuğun “kendisine”, çocuğun “şahsına” veya “kişiliğine” yönelecek olsa, artık buna “pedagojik tik” denemez.
Yani elini ateşe doğru uzatan çocuğun annesi çocuğuna; “Bıktım artık senden, kaç kere söyleyeceğim sana orada elin yanar.” diyerek çocuğun eline vursa, annenin bu davranışı “şiddet” veya “ceza” adını almaktadır...
Çünkü annenin hedefinde artık çocuğun “davranışı” değil, çocuğun “kişiliği” ve “ben”liğine bir saldırı yatmaktadır. Annenin bu davranışı, artık “şefkat” noktasından çıkmış, “şiddet”e dönüşmüştür.  İşte bu hassas nokta, “pedagojik tik” ve “ceza” arasındaki farkı ortaya çıkartmaktadır.
Dışarıdan baktığımızda, her iki anne de eli yanan çocuğunu, ateşten kurtarmak için çocuğunun eline vuruyor olsa da, pedagojik açıdan bu iki annenin durumları birbirinden farklıdır.   
Davranış Analizinde “Niyet” Farklılığı; Şefkat-Şiddet Dengesi

Tıpkı “Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, İmân, 41; Müslim, İmâret, 155)hadîs-i şerîfinde olduğu gibi, pedagoji bilimi de davranışları analiz ederken, niyetlere ve düşüncelere çok önem verir.
Hiçbir psikolog veya pedagog, sergilenen bir davranışı analiz ederken niyetleri sorgulamadan doğruya ulaşamaz. Sadece olaya bakarak perde arkasındaki niyetleri ihmal etmek, varılacak sonucun da yanlış olma ihtimalini beraberinde getirir.
Pedagog Adem Güneş     son



Gönül sultanlarimizin cocuk yetisdirme tavsiyeleri
Bizler sokakta arkadaşlarımızla oyun oynayarak büyüdük. Fakat günümüzde çocuklarımızı sokaklara salmaya korkuyoruz. Hâlbuki çocukların çocuklarla birlikte vakit geçirmesi gerekir. Fakat günümüzde görüyoruz ki çocuklar evde oturuyor ve özellikle bilgisayarla tek kişilik oyunlar oynuyorlar. En sosyal olan çocuklar da internet kahvelerde network ağı ile birbirleriyle pc başında vakit geçiriyor.

Çocuklarımızın birbiriyle doğal ortamlarda ve doğal oyunlarla oynamalarını önermekteyiz. Çocukları çok seven ve onlarla hep ilgilenen  Resûlullah(SallAllahu Aleyhi Vesellem) muhtelif yerlerde çocukların oyun oynadığını görmüş ve onlara şöyle yaklaşmıştır.

Câbir (ra) anlatıyor

Resûlullah (sav) ile beraberdik. Derken bir yemeğe davet edildik. Giderken Hüseyin`in çocuklarla birlikte yolda oynadığını gördük. Peygamber (sav) hemen insanların önüne geçti. Sonra (Hüseyin`i kucaklamak için) kollarını açtı. Çocuk ise yakalanmamak için şuraya buraya kaçmaya başladı. O esnada Resûlullah (sav) çocukla gülüşüyordu. Nihayet onu yakaladı ve bir elini çocuğun çenesinin altına diğer elini de ensesine koydu. Çocuğa sarılarak öptü ve şöyle dedi: `Hüseyin bendendir, ben de ondanım. Kim onu severse Allah da onu sevsin. Hasan ile Hüseyin torunlardan iki torundur:

Bizzat Peygamber de (sav) çocukluk yıllarında çocuklarla oyun oynamıştı. O esnada Cebrail(a.s) gelmiş, O`nu tutarak göğsünü açmıştı.

Ben onu yıkarım

Uhud savaşından az önce Peygamber (sav) iki çocuğun güreşine şahit olmuştu. Peygamber (sav) onlardan birini savaşa kabul etmiş diğerini kabul etmemişti. Kabul edilmeyen çocuk bu karara itiraz ederek `Yâ Resûlullah! Onu nasıl kabul ediyorsun? Şayet ben onunla güreşecek olsam onu yıkarım!` Derken Peygamber`in (s.a.v.) önünde güreş tuttular ve dediği gibi onu yendi. Bunun üzerine Peygamber (sav) ikisini birlikte savaşa kabul etti.

Men edilen oyunlar

Said b. Cübeyr anlatıyor: İbn Ömer Kureyş`ten birkaç gence uğramıştı. Bunlar bir kuşu (veya tavuğu) hedef dikmişler ona ok atıyorlardı. Hedefe isabet etmeyen her oku kuşun (veya tavuğun) sahibine veriyorlardı. İbn Ömer`i görünce hemen dağıldılar. Bunun üzerine İbn Ömer:

- Bunu kim yaptı? Bunu yapana Allah lanet etsin. Resûlullah (sav): `İçinde can olan bir şeyi hedef edinen kimseye lanet etmiştir` dedi.

Akşam ezanı ile eve...

İkinci nokta ise, akşamdan az önce çocuklar oyunu bitirerek eve girmelidir. O vakitte sokak ve caddelerde şeytanların dağıldığını haber veren hadisler bulunmaktadır.

Emrin Resûlullah`tan (sav) geldiğini bilmeleri için çocuklar bu hadisleri ezberlemelidir.

Cabir`den (ra) rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: `Gece karanlığı bastığı zaman çocuklarınızın dışarı çıkmalarına engel olun. Çünkü şeytanlar o zaman dağılır. Gecenin bir bölümü (akşamla yatsı arası) geçtiğinde onları bırakın!`

Yine Cabir`den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: `Gecenin ilk saatleri geçinceye kadar çocuklarınızı dışarı çıkmaktan men edin çünkü o vakitte şeytanlar dağılır 


Hz.Peygamber Aleyhissalatu Vesselam Efendimiz çocuklarla olan iletişiminde günümüze ışık tutan çok önemli, belki de en çok gözden kaçırılan noktayı her zaman uygulayagelmiştir ki; çocuklarla konuşurken misal eğer ayakta ise çocukla aynı boy hizasını sağlamak adına eğilir, öyle konuşurlarmış.

Bir çocuğun psikolojisinde en çok ihmal ama en çok da dikkat edilmesi gereken bir husus. Zira çocuklarla iletişimde, heleki konuşmada tepeden konuşma çocuğun iç dünyasında sadece emir olarak idrak edilmekte bu da onun meseleyi farklı yönde değerlendirmesi, çoğu kez de olumsuz tepkilere neden olmaktadır.
Bu yöntemi denemeyenlere şiddetle tavsiye ederiz.
Bir çocuk gördüğü zaman Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi Vesellem'in mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi.

Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm verir, halini hatırını sorardı. Binekli bulunduğu zaman çocukları atın terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, öğütler verirdi.

Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.

Peygamberimiz özellikle kendi çocuk ve torunlarına çok düşkündü. Onlar için şefkatli bir baba, merhametli bir dedeydi.

Hz. Enes diyor ki:

"Çoluk çocuğuna Peygamberimizden daha şefkatli bir kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim'in—Medine'nin— Avali semtinde oturan bir süt annesi vardı. Beraberinde ben de bulunduğum halde Resulullah sık sık oğlunu görmeye giderdi. Varınca, demircinin duman dolu evine girer, oğlunu kucaklar, koklar, öper ve bir süre sonra da dönerdi." son
Hz. Peygamber (S.A.V) : “Cennet’in kokusunu duymak isteyenler çocuklarını koklasın...”

Rahmet ve Sevgi Peygamberi’nin hayatına dair incelemeler ve araştırmalar ortaya çıktıkça, müjdenin, ışıltının, sevginin bin renkli hüzmeleri de ortaya çıkıyor. Hz. Peygamber (SallAllahu Aleyhi Vesellem) tam anlamıyla billûr bir menşureye benziyor. Billûr menşure güneş ışıkları vurunca ondan türlü türlü renklerle parıldar. Hz. Peygamberin hayatı da en ince ayrıntılarıyla ele alınınca görüntü daha berraklaşıyor ve bir ışık fanusu gibi hayatımızı sevgi hâlesiyle aydınlatıp, kuşatıp bize onur ve gurur veriyor. Rahmet Peygamberi’nin engin ürpertisiyle mest oluyor, onun ümmetinden olmanın görkemli kıvancını yaşıyoruz.

Hz. Peygamber kelimenin tam anlamıyla bir sevgi üleştiricisi, sevgi fanusu... O eşlerinden, çocuklarından tutun da bütün ashabına sevgi dağılmaktan ne yorulmuş, ne de bıkmış... Aksine dağıttıkça dağıtmıştır gönüllere sevgiyi… Bu öylesine bir hâl almıştır ki, giderek bütün yeryüzünü tutmuştur. Çocuklar ise onun sevgi okyanusunda haklı olarak en büyük payı alan ümmetinin küçük bireyleri olmuştur. Allah’ın sevgilisinin, sevgi çiçekleri olan çocuklara gösterdiği olağan bir tavrıdır bu.

Rahmet Peygamberi her gördüğü çocuğa bîgâne kalmamış gereken ilgi ve alâkayı göstermiş ve onları sevdiğini ikrar etmekten de kaçınmamıştır. Hatta çocuklara sevdiğini “Sizi seviyorum, çocuklar” şeklinde ifade ettikten sonra bununla da yetinmeyerek sevdiğini ikrar için bir başka cümleyi daha telaffuz etmiştir: “VAllahi sizi çok seviyorum”. Bu kat’i ifade hele de rahmet Peygamberi’nin mübarek ağzından çıkmışsa, akan sular durur, rahmet deryaları arşı tutar.

Sevgide bile adaleti gözeten bir peygamberdir o. Nitekim bir defasında kızı Fatıma’nın evinde bulunduğu bir sırada sevgili torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in aynı anda su istemeleri üzerine, kızı Hz. Fatıma’dan daha önce davranarak suyu önce Hasan’a, sonra da Hüseyin’e vermiştir. Bu durumu gören kızı Hz. Fatıma, Resûlullah’ın önce suyu Hasan’a verdiğinden hareketle onu daha fazla sevdiği hükmünü çıkarmak istemesine itiraz etmiş ve suyu ilk isteyen Hasan olduğu için ona öncelik tanıdığını beyan etmiştir. Çünkü O büyükler arasında olduğu gibi, çocuklar arasında öpücüğe varıncaya değin eşit bir tutumu sergilemiştir.

Pek çok defa “Allah’ım ben onları çok seviyorum, Sen de sev” diye nida ettiği torunları Hasan ve Hüseyin oyun oynarken onlara eşlik etmiştir. Bir keresinde ise yine onlarla oyun oynarken farklı bir tutum sergilemiştir. Oyun esnasında görünürde Hz. Peygamber sürekli olarak Hz. Hasan’ı kollar, ondan yana tavır alır. Onu destekleyip yakalamaca oyununda Hz. Hüseyin’i tutması konusunda onu teşvik eder.

Bu farklı tutum ve durum, onları seyretmekte olan Hz. Ali’nin dikkatini çeker.  O, Hasan’ı destekledikçe oyunu izlemekte olan Hz. Ali’nin garibine gider. Dahası, ona göre desteklenmesi gereken birisi varsa o da Hz. Hüseyin’dir; çünkü o yaşça Hz. Hasan’dan daha küçüktür. Baba olarak üzülür, Hz. Hüseyin’e karşı Hz. Peygamber’in Hz. Hasan’a destek vermesine. Sonra da dayanamaz ve görünürdeki tabloya karşın Rahmet Peygamberi olan çocuklarının Dedesine şu soruyu tevcih eder:

– “Ey Allah’ın Resulü! Niçin Hasan’dan taraf alıyor, onu destekliyorsunuz. Unutmayın ki Hüseyin ondan daha küçüktür.”

Hz. Peygamber hafifçe tebessüm eder ve bu garip ve tek yanlı gibi görünen destek tavrının nedenini izah ederek torunlarının babasının gönlünü bir çırpıda rahatlatır:

– “Ben Hasan’ı desteklerken, tutarken, Cebrail de Hz. Hüseyin’i destekliyor, onu tutuyor”.

Hz. Ali birden rahatlar. Yüzü aydınlandığı gibi gönlü de aydınlanır.

Tabii en büyük meleğin çocuk oyununa dâhil olması ise çocuk sevgisinin rahmet deryasından ne derece pay aldığının bir ifadesi, bir göstergesidir…  Bir yanda rahmet Peygamberi, bir yanda Hz. Cibril ve bir yanda da çocuklar… Ne müthiş bir görkem değil mi?

Çocuk melekler olan Hz. Hasan ve Hüseyin’e, Cibril’i emin ve Muhammed’ül eminin eşlik etmeleri… “Çocukların ergenlik çağına gelinceye kadar “seyyiatları/ günahları yazılmaz. Yalnızca hasenatları/ sevapları yazılır.” Bu durum onların melek oluşlarına düpedüz bir işaret değil de nedir? O yüzden çocuklar sevilmelidir… Onları şeytana kaptırmamak için sevilmelidirler.

Bir sohbet sırasında Hz. Peygamber: “Ümmetimin çocuklarına şeytanın sahip çıkmasından korkarım” şeklinde bir cümle serdeder. Bunun üzerine orada hazır bulunan sahabeler hemencecik Hz. Peygamber’e şu soruyu yöneltirler:

– “Ey Allah’ın Resulü: Bunu nasıl önleyebiliriz?

Hz. Peygamber’in verdiği cevap alabildiğince ışıltılı ve berraktır:

– “Çocuklarınıza sevgiyi ve hayâyı öğreterek...”

Görüldüğü üzere şeytana karşı çocukları dirençli bir şekilde yetiştirmenin ve şeytanın egemenliğini yeryüzünde yok etmenin yolu da yine sevgiden geçmektedir.

Her çocuğu seven, onların ruhlarını cömertçe sevgiyle doyuran ve onları öpmekten bıkıp usanmayan Sevgili Peygamberimiz, kıyamete kadar çocukların yetiştirilmesinde bütün insanlığa şu evrensel ilkeyi miras bırakmıştır:

– “Çocuklarınızı çokça öpün ve koklayın. Unutmayın ki çocuklarınızın kokusu cennetin kokusudur.”

Cennet özlemcileri, cennete vasıl olmak, cennetten haberdar olmak için çocuklarını dövmek yerine, onların mis kokusunu doya doya içlerine çekmek ve onları doya doya koklamaları gerekmektedir… Aksi hâlde dünyada Cennet’in kokusuna vakıf olamayan, duyamayanların ahirette cennetin kokusuna duymaları pek mümkün görünmemektedir.son

Bir adam Abdullah'übnü Mübârek Hazretlerine gelir.Çocuğunun kendisine âsî olduğunu,söz dinletemediğini söyleyerek şikâyette bulunur.İbni Mübârek :

— Sen hiç çocuğuna beddua ettin mi? diye sorar. Adam :

— Evet,zaman zaman ederdim, cevabını verince; İbni    Mübârek :

— Öyle ise ne diye kabahati çocukta arıyorsun!? Sen tâ başında onu ifsâd etmiş, âsî olmasını sağlamışsın, (ahlâkını sen bozdun) der.son

Cocuklarimizi koruma vazifesi
Edep, müslümanın yüz akı ve inanmış insanın başının tacıdır.Bu hikmete işâret eden bir şairimiz ne güzel ifâde etmiştir:
Edep bir tac imiş nûr-i hûdâdan, Giy ol tacı emin ol her belâdan.

Edep ufkunun en yüce siması bulunan Resûl-i Ekrem (s.a.v.) çocuklarımızın her hususta edepli yetiştirilmesini tavsiye etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Evlâdınıza ikram ediniz, onların edeplerini güzelleştiriniz" (İbni Mâce c.2, s.1211).

Bu hadîs-i nebeviyi teyid eder mâhiyetteki diğer bir hadîs-i sentlerinde evlat sahibi bulunan ümmetlerini uyaran Fahr-i kâinat s.a.v.), şöyle buyurmaktadır:
"Bir adamın çocuğunu terbiye etmesi, sa' (dolusu yiyecek) tasadduk etmesinden hayırlıdır"(Tuhfet'ül-ayezîc.6, s.83).

«İstikbâlimiz bulunan, millet ve memleketimizi kalkındırmaya namzet olan çocuklarımız, edepli olduğu ve islâmî âdâba saygısını koruduğu müddetçe vatanımıza ve vatandaşlarımıza faydalı hizmetler görebilir. Bu hassas ve nazik noktaya dikkatlerimizi çeken Resûl-i âlişân efendimiz şöyle buurmaktadır:
Manâsı:
"Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunamaz". (Tuhfet'ül-ayezî c. 6, s.84).

Güzel terbiye edilmiş evlâd, kendini, şerefini ve malını zarardan korur. Böyle bir terbiye almamış çocuk, malı israf ve şerefini ayaklar altına almakdan çekinmez. Bu itibarla, güzel terbiye her türlü maddi değerin üstünde bir kıymeti haizdir.
İslâmî edepleri çocuklarımıza öğretmede önce kendinin Allah Resulünün âdabına uygun hareket etmesini temin edeceğiz. Sonra içtimaî hayatta terbiyeli hareket etmesini tavsiye edeceğiz. Bu cümleden olmak üzere onları şahsını beğenip böbürlenmekten koruyacağız. Bu hususla ilgili bir âyeti kerimede Hz. Lokman'ın oğluna yaptığı nasihatle ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
Manâsı:
"İnsanlardan (kibirlenip) yüzünü çevirme. Yer yüzünde şımarık yürüme. Zira Allah her kibir taslayanı, kendini beğenip öğüneni sevmez". (Sûre-i Lokman, 18)

Bu âyeti celileyi teyid eder mâhiyetteki diğer âyeti kerimelerde şu uyarı yapılmaktadır.
"Yer (yüzün)de kibr-ü azametle yürüme. Çünkü (ne kadar bassan) arzı cidden yaramazsın. Boyca da asla dağlara eremezsin! Kötü olan bütün bunlar Rabbinin indinde sevilmeyen (şeyler)dir". (Sûre-i İsrâ, 37-38)

İstediğini istediğine veren ve istediği zaman almak kudretinin sahibi bulunan Cenab-ı Hak, çocuklarımızı islâmi edeplerle teçhiz eylesin ve semere-i fuâdımız olan evlâdımızı iki cihanda yüz akı olacak şekilde yetiştirmekte bizlere inayet eylesin.

Burada bulunan tüm yazılar Mehmet Emre Sohbet ve Nasihatler'den iktibastır..
Gece Disari cikan CocuklaCâbir bin Abdillâh (r.anhümâ)dan Resûlûllah (s.a.v.)in şöyle buyurduğu rivayet olunmaktadır: "Gece karanlığı olduğu zaman veya geceye dahil olduğunuz vakit, çocuklarınızı (sokağa çıkmaktan) menediniz. Çünkü şeytanlar o sırada (yeryüzüne) dağılırlar (ve faaliyetebaşlarlar). Geceden bir saat ilerlediği zaman onları (sokaktaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyunuz ve Allah'ın ismini anarak (besmele çekerek) kapıları kapatınız. Çünkü şeytan kilitlenmiş bir kapıyı açamaz". (Buharı, C.4, S.98)



Cocuklarimizi sorumsuzluktannasil koruyacagiz
Âhiret hayatının tarlası durumunda olan dünyada yapacağımız iyiliklerin mükâfatını âhirette göreceğiz. İşleyeceğimiz fena işlerin ve günahların sorumluluğu olduğunu hatırdan çıkarmayacağız. Bir kimse bu idrâk ve inançtan uzak kalacak olursa kendisini sorumluluktan âzâde zanneder ve yuvarlak bir cisim gibi, iyi ve kötü ayırt etmeksizin, her işe meyleder. Hz.Lokman'ın bu hususla ilgili olarak oğluna yaptığı nasihati, uyanmaya vesile olur düşüncesiyle bilgi hanenize nakşetmek istiyorum:
"Oğulcağızım, hakikat (yaptığın iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa da bir kaya içinde, ya göklerde, yahud yerin dibinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu hadîs-i muhammediyi bilgi hanenize nakletmek istiyorum:

"Her din için (üstün tutulan) bir huy vardır. İslâmın huyu da utanma hissidir" (İbni Mâce c. 2 s. 1399).

Semavî dinlerin hepsinde haya emredilmiş bulunmaktadır. Fakat, dinler güzel huylar arasından bazısına diğerlerinden daha büyük bir kıymet ve ehemmiyet vermiştir. İslâm dini de güzel huylar arasından "Haya" ya daha büyük bir kıymet vermiş ve onu iman'dan saymıştır.
Haya, geçmiş ümmetlere gönderilen peygamberler tarafından ehemmiyetle tavsiye edilmiş bir haslet olmaktadır. Utanmazlık, kötülüklerin işlenmesine zemin hazırlar ve hayasızlığı ele almış kimseye cür'et verir. İnanç duygusundan kaynaklanan haya cevherini ahlâksızlık çöplüğüne atmayan kimse edepli davranışların takipçisi ve tatbikçisi olur. Bu iddiamızın belgesini teşkil edecek bir hadîs-i şerif ile mevzuumuzu zenginleştirmek istiyorum:
"Halkın ilk peygamberlik (devrelerin)den ulaştığı kelâm, utanmazsan dilediğini yap "sözüdür"(İbni Mâce c. 2, s. 1400).


Âhiret hayatının tarlası durumunda olan dünyada yapacağımız iyiliklerin mükâfatını âhirette göreceğiz. İşleyeceğimiz fena işlerin ve günahların sorumluluğu olduğunu hatırdan çıkarmayacağız. Bir kimse bu idrâk ve inançtan uzak kalacak olursa kendisini sorumluluktan âzâde zanneder ve yuvarlak bir cisim gibi, iyi ve kötü ayırt etmeksizin, her işe meyleder. Hz.Lokman'ın bu hususla ilgili olarak oğluna yaptığı nasihati, uyanmaya vesile olur düşüncesiyle bilgi hanenize nakşetmek istiyorum:
"Oğulcağızım, hakikat (yaptığın iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa da bir kaya içinde, ya göklerde, yahud yerin dibinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu hadîs-i muhammediyi bilgi hanenize nakletmek istiyorum:

"Her din için (üstün tutulan) bir huy vardır. İslâmın huyu da utanma hissidir" (İbni Mâce c. 2 s. 1399).

Semavî dinlerin hepsinde haya emredilmiş bulunmaktadır. Fakat, dinler güzel huylar arasından bazısına diğerlerinden daha büyük bir kıymet ve ehemmiyet vermiştir. İslâm dini de güzel huylar arasından "Haya" ya daha büyük bir kıymet vermiş ve onu iman'dan saymıştır.
Haya, geçmiş ümmetlere gönderilen peygamberler tarafından ehemmiyetle tavsiye edilmiş bir haslet olmaktadır. Utanmazlık, kötülüklerin işlenmesine zemin hazırlar ve hayasızlığı ele almış kimseye cür'et verir. İnanç duygusundan kaynaklanan haya cevherini ahlâksızlık çöplüğüne atmayan kimse edepli davranışların takipçisi ve tatbikçisi olur. Bu iddiamızın belgesini teşkil edecek bir hadîs-i şerif ile mevzuumuzu zenginleştirmek istiyorum:
"Halkın ilk peygamberlik (devrelerin)den ulaştığı kelâm, utanmazsan dilediğini yap "sözüdür"(İbni Mâce c. 2, s. 1400).
Cocuklarimizi kötü arkadas edinmekten koruyacagiz
Çocuklarımızın soyu ne kadar asil ve tahsili ne kadar yüksek olursa olsun, iyi kimselerle arkadaş olması temin edilmezse, kötü muhitler ve fena arkadaşlar evlâdımızı bir müddet sonra bozabilir. Bu ihtimale karşı bizleri uyaran Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şu ikazı yapmış bulunmaktadır:
"Kişi, dostunun dîni (anlayışı) üzerindedir. Biriniz kimi arkadaş edineceğine (çok iyi) baksın". (Ebu Dâvud, c.4, s.259)

Bu hususta gösterilecek ihmalkârlık, çocuğun karakterinde çözülme ve ahlâkında bozulma yapar. Bu iddiamızı tecrübeye dayalı bir misalle perçinlemek istiyorum. Bir küfe elmanın orta kısmına bir tane çürük elma konulacak olursa, üzerinden geçen bir haftalık bir zamandan sonra bakıldığında o çürük elmanın bakterileri etrafındaki sağlam elmaları çürütmeye başlayacaktır. Çünkü alt ve üst kısımlarda ve etrafta bulunan diğer meyveleri de çürüterek istifâde edilemez hâle getirecektir. Bir tek çürük elmanın tesiri bu kadar büyük olursa çürük elma küfesinden farkı bulunmayan topluluklar ve arkadaşlar arasında bulunan çocuklarımız, ne kadar dayanabilir? Anne ve baba olarak evlâdımızı seviyesiz ve ahlâkı bozuk arkadaşlardan uzak tutmayacak olursak, her türlü fazileti imha etmeye çalışan kimseler bizim çocuklarımızı da bozabilir. Bu üzücü netice yavrularımızın âhiret hayatında hüsranına ve nedametine sebep olacaktır. Bu iddialarımızın belgesini teşkil eden bir âyeti celile ile bilginizi tazelemek isterim:
"O gün (her) zâlim (nedametle) iki elini ısırıp: "Ne olurdu, ben o peygamberin maiyyetinde (Allah'a) bir yol erimeydim" diyecektir. Ne yazık bana! Keski fülânı dost tutmayaydım".(Sûre-i Furkan, 27-28)

Gözümüzün nuru ve kalbimizin meyvesi bulunan çocuklarımızın böyle bir pişmanlıkla perişan olmasını istemiyorsak, onları İyi kimselerle arkadaşlık yapmaktan korumak zorundayız.
Şair güzel bir ikaz nüktesi sunmaktadır:
Mîzana vur konuştuğun ihvanı ibtida,
Rehber zannettiğin rehzen olmasın.

Rabbimizin biz kullarına olan bir uyarısı ile bahsimizi zenginleştirmek istiyorum:
"Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna". (Sûre-i Zuhruf, 67)

Dünya hayatında iken günaha dayalı işlerde dostluk kuranlar, âhiret hayatında birbirine düşman olacaklardır. Allah rızası için dost olanlar ve günahtan sakınanlar böylesine bir adavetten uzak kalacaklardır.

Mehmet Emre.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Bir seri hâlinde yazmaya çalıştığımız bu yazıları topluca değerlendirdiğimizde görüyoruz ki, çocuk terbiyesinde “ceza” yöntemi, faydadan çok zarara yol açmaktadır.
Belki çocuk, cezâ korkusu ile o ân yapmak istediği davranışı yapmıyor olsa da, -muhtemelen bir süre sonra, şartlar daha elverişli olduğunda- geçmişte ceza korkusu ile yapamadığı ve içinde ukde olarak kalan şeyleri teker teker yapmaya çalışacaktır.


İnsanlara ait davranış değişikliği, “cezâ” korkusu ile olmaz. Davranış değişikliği, ancak insanın vicdanının kabul etmesi ile olur.  
O yüzden, bu seri yazımıza başlarken “İnsan ceza ile değil, vicdan ile terbiye olur.” demiştik.  Bu hususta son bir örneği vererek, “Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?” sorusunun cevabını artık daha net olarak vermeye çalışacağız.


Vereceğimiz örnek, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu konudaki ahlâkı ile ilgili… Kâniâtın Sultanına eş olma şerefini taşıyan “Müminlerin Annesi” Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Rasûlullah’ın ne kadınlarından, ne de hizmetçilerinden kimseyi dövmediğini, eliyle hiçbir şeye (bu niyetle) vurmadığını kesin bir dille ifade eder.


Sahabeden, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yakınlığıyla meşhur Hazret-i Enes de:
“Aleyhissalâtu vesselâm’a (hazerde ve seferde) on yıl hizmet ettiğini, işlerinin her defasında Rasûlullâh’ın arzu ettiği şekilde olmadığını, buna rağmen kendisine bir defacık ne vurduğunu, ne azarladığını, ne surat astığını, ne de ayıpladığını, hatta bir kere olsun «Of be!..» demediğini, yaptıkları arasında hoşuna gitmeyen için «Ne fena yapmışsın!..» veya yapılan bir şey için «Bunu niye böyle yaptın?», yapılmayan şey için de “Onu niye yapmadın?” diye hesaba çekmediğini, kazarâ hanımlarından biri, «Keşke şöyle yapsaydın» diye müdâhale edecek olsa «Bırakın çocuğu, o Allâh’ın murad ettiğinden başka bir şey yapmamıştır.»
dediğini” anlatmaktadır.[1]  Terbiye hususunda nebevî ahlâk böyle…  Bütün bu îzahlardan sonra akıllara takılan en önemli soru şu olsa gerek:


“Madem ki, çocuk terbiyesinde cezâ ne pedagojik açıdan, ne de nebevî ahlâk açısından uygun değildir, o hâlde anne-babalar çocuk terbiyesinde hangi yöntemi kullanmalıdırlar?”  Bu birinci soru...
İkinci soru ise, “Hangi yaşa kadar çocukları cezâ ile terbiye etmek, aksi te’sir oluşturur? Belli bir yaşı geçen çocuklara cezâ verilebilir mi?” 

   
Çocuk Terbiyesinde Pozitif Yöntemler  Ceza ile çocuk terbiye etmek “negatif” bir usuldür. Pozitif çocuk terbiyesi usûlü ise, muhatabı dikkate almak, sevmek ve mükâfâtlar vermektir.   

 Pozitif çocuk terbiyesi, çocuğun vicdânına hitap eder tarzda ve mükâfâtlar kullanarak çocuğun istenmeyen davranışına önce nüfuz etme, sonra da ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Bu konuda bir örnek vererek söylemek istediklerimizi daha da somut hâle getirelim.     


Mahallenin Yaramaz Çocukları ve Yaşlı Zât  Bir şahsın kapısının önünde bir grup çocuk, teneke çalarak sabahtan akşama kadar gürültü yapıyorlardı. Mahalleli ne kadar müdâhale ettilerse çocukları, bu davranışlarından vazgeçiremediler. Kimi zaman sopa ile kovalandı çocuklar, kimi zaman anne-babasına şikâyet edildi, ama bir sonuç alınamadı. Çocuklar daha da öfkeli olarak ellerinde tenekelerle sokakta gürültü yapmaya devam ettiler.


Bu durumdan rahatsız olan bir kişi, mahallede bilgeliği ile meşhur bir yaşlı zâtın yanına gitti. Durumu anlattı. Çocuklara hangi cezâyı verdilerse tesiri olmadığını, anne-babalarına dahî şikâyet ettiklerini, ama meselenin büyüyerek devam ettiğini söyledi.


Yaşlı zât, meseleyi anladı. Çocukların gürültü yaptığı bir gün, evinden dışarı çıkarak teneke çalıp mahalleyi rahatsız eden çocukların yanına gitti. Onlarla konuşup bir anlaşma yaptı.  Bu anlaşmaya göre, artık çocuklar günün belirsiz vakitlerinde gelip gürültü yapmayacak, fakat sadece her öğlen saat 14:00 gelerek yine teneke çalarak dilediklerince gürültü yapabileceklerdi. Yapacakları gürültü de tam 15:00’de bitecekti. Anlaşmaya göre, artık çocuklar yapacakları gürültü karşılığında, bu yaşlı zâttan günlük olarak 5 para alacaklardı.   


Çocuklar, bu anlaşmadan memnun oldular ve ertesi gün heyecanla yaşlı adamın evinin önüne geldiler.
Saat henüz erkendi. Anlaşmaya göre, gürültü saat 14:00’de başlayacaktı.
Çocuklar tam saatin gelmesini beklediler. Bir süre sonra saat tam 14:00 olunca tenekeleri çalarak gürültü yapmaya başladılar. Bir süre sonra gürültü süresi dolan çocuklar, kendileri ile anlaşma yaptıkları şahsı kapıda gördüler. Yaşlı adam, çocukların yanına gelerek, anlaştıkları şekilde bu gürültünün karşılığında belli bir ücret verdi. Çocuklar sevinerek evlerine döndüler.


Çocuklar, ertesi gün yine saatte kapının önüne geldiler ve beklemeye koyuldular. Saat yine tam 14:00’ü gösterdiğinde, ellerinden geldiğince gürültü yapmaya başladılar. Vakit tamam olunca, o yaşlı adam yeniden çıktı ve çocuklara anlaştıkları parayı verdi.

Bu durum günlerce böyle devam etti. Ancak yaşlı adam, bir süre sonra gürültü bitmesine rağmen evden geç çıkmaya ve çocukların paralarını geç teslim etmeye başladı. Bu durum çocukları kızdırdı.
Çocuklar, bir gün yaşlı adama:


“-Biz bütün işimizi gücümüzü bırakıyor ve her gün bu saatte sizin evinizin önünde toplanıp gürültü yapıyoruz. Ama siz, bize hak ettiğimiz parayı geç vermeye başladınız!..” diyerek îkazda bulundular.
Adam, elinden geleni yaptığını söyleyerek çocukları sâkinleştirdi.  Ertesi gün çocuklar yine aynı saatte gürültü yapacakları yere geldiler ve anlaştıkları şekilde yine gürültü yapmaya başladılar. Çocuklar bir saat boyunca aralıksız gürültü yaptıkları hâlde, o adam yine gecikerek evden çıkıp çocukların yanına geldi.
Yaşlı adam, çocuklara:


“-Çocuklar, size her gün para vermekte artık zorlanmaya başladım. Size verecek param kalmadı. O yüzden sizinle yeni bir anlaşma yapmak istiyorum. Sizinle daha önce anlaşmış olduğum ücretin bundan sonra yarısı kadarını versem, yine gelir teneke çalmaya devam eder misiniz?” dedi.

Çocuklar, zaten paralarını geç teslim eden yaşlı adamın bu teklifine kızarak:
“-Biz elimizden geldiği kadar fedâkârlık yaparak her gün sizin kapınızın önünde toplanıp gürültü yapıyoruz. Yukarı mahallenin çocukları, o saatte ne güzel oyunlar oynarken ve güzel havada gezinirken, biz, sizin isteğinizin yerine getirmek için işimizi gücümüzü bırakıyor, kapınızın önünde toplanıyoruz...
Bir de kalkmış, şimdi bize hak ettiğimizin de yarısı kadarını teklif ediyorsunuz. Bu teklifinizi kabul edemeyiz!..” diyerek teklifi geri çevirdiler.


Yaşlı zât:  “-Tamam, ben para vermeyeyim. Ancak hiç olmazsa eskisi gibi gelip teneke çalın. Ona da râzıyım!..” dediyse de çocukları ikna edemedi.

Çocuklar, teneke çalmanın kârlı bir iş olduğunu düşünerek, artık para vermezlerse o mahallede teneke çalmayacakları açıkladılar. O günden sonra hiçbir çocuk, eline tenekeyi alıp sokaklarda gürültü yapmadı.  Bu örnekte de görüldüğü gibi, mahalleli cezâ ve şiddette her yolu denedikleri hâlde çocukların bu davranışından vazgeçirememişlerdir. Ancak yaşlı zât, çocukları önce mükâfât ile kendisine bağlamış, sonra da mükâfâtı yavaş yavaş azaltarak çocukları istenilen davranışa doğru yönlendirmiştir. İşte bu yöntem, pozitif çocuk terbiyesidir.  Son bir örnek daha vermek gerekirse pozitif çocuk terbiyesine, o takdirde bir Allah dostu çıkıyor karşımıza...   

 
İnsafa Çağrı  Allah dostlarından biri, bir gün amele pazarına gider. Orada aç ve çaresizce iş bekleyen kişilerin yanına varır ve onların arasından on kişi seçer.  Seçtiği bu kişileri alıp evine götürür. Bir iş yapılmasını bekleyen kişilere ev sahibi kendi elleri ile ikramda bulunur. Onları yedirir içirir. İkindi vakti geldiğinde ise, onlara Kur’ân okur ve birlikte namaz kılarlar. Akşam olduğunda işçiler, şaşkın şaşkın birbirlerine bakarlar.  İşçiler, kendisini getiren zâta sorarlar:  “-Biz bugün hiç bir şey yapmadık, bize yevmiye verecek misiniz?”


Allah dostu cevap verir:  “-Siz bugün ömrünüzdeki en hayırlı işleri yaptınız. Hep beraber sohbet edip dini öğrenmeye çalıştık. Oturduk namaz kıldık ve duâ ettik. Bundan daha güzel bir iş olabilir mi?”  Bu sözü duyan işçilerden biri:  “-Biz her gün gelsek, aynı bu şekilde sizi dinlesek, namaz kılsak yine günlüğümüzü verir misiniz?” diye sordu.  Ev sahibi:


“-Tabiî, neden olmasın?! Her gün gelin, namaz kılın, ibâdet edin ve size o günkü yevmiyenizi vereyim” dedi.  İşçiler buna çok sevindiler. Artık her sabah erkenden kalkıp bu zâtın evine gidiyorlar, sabah namazını, öğlen namazını kılıyor, ikindi namazından sonra da sohbet dinliyorlardı. Saatleri dolunca da paralarını alıp gidiyorlardı.

Bir gün, bu grubun içinden biri:  “-Yâ, Allah’tan korkmamız gerek!..
Bu şahıs, bizi her gün çağırıyor, namazlarımızı kıldırıyor, dini anlatıp sohbetler yapıyor. Bir de bunun üzerine para veriyor... Bizi doğru yola sevk etmek için böylesi bir yol izleyen şahsa ,karşı bizim daha dikkatli olmamız gerek.” diyerek oradan ayrıldılar...
O günden sonra bu işçiler, o yaşlı zâtın dergâhında ücret almadan sohbet dinlemeye, ücret almadan namaz kılmaya başladılar.   

İşte bu örnekten yola çıkarak diyebiliriz ki, mükâfât ve pozitif yöntemlerle insan davranışları çok daha kolay ve kalıcı olarak değişmektedir.


Pedagog Adem Güneş


Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Terbiye Metodu Olarak Cezâ ve Çocuk Terbiyesinde Cezâ
« Yanıtla #12 : 25 Ocak 2010, 02:33:59 »
Bir önceki yazımızda çocuk terbiyesinde “pozitif yöntemler” olarak adlandırdığımız, “mükâfât” ve “ödül”lerin önemini vurgulamaya çalıştık ve “cezâ” ile çocuk terbiye etmenin çocuğa “negatif” duygu yüklemek mânâsına geldiğinden bahsettik.  

Ancak burada akıllara hemen şu soru gelebilir:  “-O hâlde çocuklarımıza hiç mi cezâ vermeyeceğiz?” ya da:
“-Kaç yaşına kadar cezâ vermek doğru değil?” veya:

“-Eğer cezâ belli bir dönemden itibaren verilmeye başlanıyorsa, hangi durumlarda ve nasıl cezâlar verilebilir?” konusuna değineceğiz...    
 
Terbiye Metodu Olarak Cezâ ve Çocuk Terbiyesinde Cezâ
Çocuk terbiyesinde cezâ yöntemini analiz etmeden önce, genel cezâ prensiplerine bir bakmakta fayda var.  Cezâ, insan var olduğundan beri konuşulan bir terbiye metodudur. Bir başka deyişle, “insanın, insana baskı ve zorlama ile davranışlarını değiştirmeye çalışma usulü”dür.
Tarih içinde öylesi cezâlar kayıtlara geçmiştir ki, insanın kanının donmaması elde değil!..
Örneğin, Eski Roma’da “gladyatör” denilen köleler, “Arena” isimli gösteri alanlarında aç arslanlarla güreştirilmiştir. Kral ve soylular, ölüm-kalım savaşı yapan zavallı kölenin hayatta kalma mücâdelesini alkışlarla izlerlerdi. Ellerde şarap kadehleri ve büyük bir soğukkanlılıkla bir insanın can çekişmesi seyredilirdi.
Kral, neden saraydaki şövalyelere, baronlara, baroneslere böyle bir gösteri sunardı? Çünkü kral, bu gösteri ile “korkuya dayalı” iktidarını daha da güçlendirmeye çalışırdı.
Aslında saray ahâlisi, keyif içinde bu gösteriyi izleyenler, farkında olmasalar da bir şeyi şuuraltlarına yazıyorlardı. O da; “Kimin hayatta kalıp, kimin aslanlara yem olacağı kralın iki dudağının arasındadır.” anlayışı…


Modern psikoloji, böylesi bir yönteme “psikolojik cezâ” ile insan terbiye etme adını vermektedir. Yani kral, bu yöntemle, aslında, gladyatörleri değil, etrafındaki soyluları ve bu olayı duyan halkını cezâlandırmakta, psikolojik baskı altına almaktadır. Kral, böylece etrafındakilere, “Ben istersem böyle olur!..” mesajı vererek onları bir kalıba sokmaktadır.  


Yine tarih sahnesinde “Kazıklı Voyvoda” ismine rastlıyoruz. Kazıklı Voyvoda, ele geçirdiği Osmanlı askerlerini kazıklara oturtarak öldürürdü. Tarih, daha sonra ona “Drakula” ismini lâyık gördü. Yaşadığı dönemde insanların korkulu rüyâsı hâline gelen Drakula, neden vahşice bir yöntemle insanları cezâlandırıyordu? Çünkü Drakula, böylesi bir cezâlandırma yöntemi ile kendi gücüne ve iktidarına zarar vermek isteyenlerin durumunun böyle olacağının işaretini veriyordu.

Modern psikoloji merceğinin altında analiz ettiğimizde, kazıklara oturtarak insanları “adam etmeye” çalışmayı, “fiziksel cezâ” olarak adlandırmaktayız.  
Yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi, cezânın en zâlimcesi bile insanları “terbiye etmeye”, istenilen kalıbın içine girmeye iknâ etmeye yetmemektedir. İnsanlar, böylesi zulümler karşısında her ne kadar korku içinde olsalar da, güç ve iktidar zayıflamaya başladığında, çevresindeki en yakını bile başkaldırmıştır.
Zira cezâ ile insan terbiye olmaz.  
  
Peki, O Hâlde Cezâ Olmazsa, Sosyal Hayat Kaosa Dönüşmez mi?

Ancak her şeye rağmen, eğer insan hayatında cezâ anlayışı ortadan kalkacak olsa, kötüler mükafatlandırılmış; iyiler de cezâlandırılmış olur. O hâlde iyi ile kötü arasındaki dengeyi korumak için veya mazlûmun hakkını zâlimden alabilmek için cezâ kullanmak mecbûrîdir.
Öyle ya, bir yankesici “bilerek” ve “isteyerek”, bir insanın parasını gasp etse ve bunun karşılığında da hiç bir cezâ almasa, bu adâlet olur mu?

Tabiî ki olmaz!.. Bu kişi, yaptığı suçun cezâsını mutlak sûrette çekmelidir ki, mağdur olan kişinin, mağduriyeti en aza indirilsin. Böylesi bir kişiye verilecek cezâ, mağdur olan kişinin mağduriyetini gidermek şeklinde olabileceği gibi, bu kişinin toplumdan bir süre uzaklaştırılması da yine cezâ olarak uygulanabilir.  Ancak burada önemli bir husus var. Acaba herkese cezâ verilebilir mi?  Örneğin, akıl hastası bir kişi, sokakta karşılaştığı bir başka kişinin çantasını çalmaya çalışırken yakalansa, bu kişiye cezâ vermek bir şey ifade eder mi? Ya da başka bir deyişle bu akıl hastasının alacağı cezâ, onu “yola getirir” mi?  Evet, bir kişinin zihinsel olarak yeterli olmaması, onun cezâ almasına engel olur.


Tıpkı bunun gibi, tehdit ve baskı ile suç işlemeye zorlanmış bir kişinin de işleyeceği suçtan dolayı sorumlu tutulması doğru olmaz. Meselâ bir grup mafya mensubu, zengin bir iş adamının çocuğunu kaçırmış olsalar… Çocuğu kaçıran kişiler, çocuğu öldürme tehdidi ile babaya bir suç işletmiş olsalar... Bu baba, işlediği suçtan mes’ûl olur mu?  İşte tüm bu gibi sorular, cezâ prensiplerinin oluşmasına ciddî katkılar sağlamıştır.
    
Cezâ Prensipleri  Demek ki, sosyal hayatı düzen içinde götürmek için birtakım önleyici tedbirler uygulanması normaldir. Ancak yukarıdaki örneklerde de görüleceği üzere, herkese, her ân, her cezâ uygulanamaz.

Her ne kadar yetişkin kişiler, sosyal hayat adına cezâlandırılsa da, çocukların cezâlandırılması, ne modern hukuk sisteminde ve ne de din eksenli cezâ hukuku sistemlerinde mümkün değildir.  Zira bir kişiye cezâ verilebilmesi için o kişinin, o suçu kasıtlı olarak işlemiş olması gerekir. Kasıt ile işlenmemiş suçlarda cezâ uygulamak, doğru değildir.  
 
Suçun, Kasıtlı Olarak İşlenmiş Olması Gerekir  Bir suçun cezâlandırılması için, o suçun ancak “bilerek” ve “kasıtlı” bir şekilde işlenmiş olması gerekir.
Burada “bilmek” ve “kasıt” kelimelerinin altını özellikle çizmekte fayda var. Zira bilmek, ancak zihinsel olgunlukla olabilecek bir şeydir.

Yani zihinsel olgunluğa ermemiş, aklî melekeleri tam çalışmayan kişilere, işledikleri suçlardan dolayı cezâ verilemez. Örneğin, yukarıdaki örnekte, akıl hastası olan kişinin yaptığı hırsızlıktan dolayı cezâlandırılması düşünülemez. Tıpkı bunun gibi, zihinsel gelişimini tamamlamamış olan çocukların da cezâlandırılması düşünülmemelidir. Yani, zihinsel gelişimini tamamlamamış bir çocuk, yaptığı ve gerçekleştirdiği yanlış davranışları aslında “idrak” edemez.  Eğer ortada idrâk yoksa, cezâ da olamaz.    
 
İdrâk Nedir?  

Genel anlamda idrâk; “anlama yeteneği, anlayış, akıl erdirme” anlamlarına gelmektedir.[1] Psikolojide ise idrâk; “algılama gücü” şeklinde ifade edilir.
Bu durumda suç işlemiş ve fakat idrak kabiliyeti tam gelişmemiş olan bir insanın cezâlandırılması doğru olmaz.  Peki, “Kimler idrak yeteneğine tam sahip değildir?” diye bakarsak, karşımıza iki grup çıkar. Bunlardan biri “akıl hastaları”, ikincisi ise “çocuklar”.
Çocukların idrâkleri veya zihinsel yeterliliği, belli bir yaşa kadar her ân gelişim aşamasındadır. Bu gelişim süreci içinde çocuğun cezâlandırılması, “idrâk”i tam olgunlaşmamış kişiliğin cezâlandırılması mânâsına gelir ki, bu durum, gerek modern hukuk ve gerekse de İslâm hukuk anlayışına terstir.  Çocukların cezâ almamasının en önemli sebeplerinden biri, çocukların idrâklerinin olgunluk seviyesine çıkmamış olmasıdır. Sadece idrak olarak değil, çocuk aynı zamanda cezâî ehliyet açısından da cezâ alamaz.  

  
Ehliyet Nedir?

Arapçada “ehl” kökünden türetilen “ehliye” kelimesi, sözlükte “yetki, elverişlilik ve liyâkat” gibi mânâlara gelmektedir.  

Ehliyet, kişinin “anlama, düşünme ve yapabilme” kabiliyetlerinin ortaya çıkış seyrine bağlı olarak aşama aşama gelişim gösteren îtibârî bir sıfattır. Bir kişinin bir işte ehil olabilmesi için belli donanımlara sahip olması gerekir. Bunlardan en önemlisi, “bilgi”dir.  Kişi, “bilgi” sahibi olduğu konuda “ehil” olur. Meselâ bir kasap, et doğrama konusunda ehilleşmiştir. Önüne gelen etleri, çok rahatlıkla kesebilir. Eğer bir kişi kasaplık konusunda ehliyet sahibi değilse ve yetenekleri de henüz gelişmemişse, bu kişiye sorumluluk verilmemesi gerekir.

Çocuk ehil olmadığı, yani yeteneklerinin henüz gelişmemiş bulunduğu sahalardan sorumlu tutulamaz. Eğer anne-baba, çocuklarının hangi alanlarda yetenekli olduğunu tespit etmeden hareket ederse, oluşacak hasarların sorumlusu çocuk değil, bizzat anne-babanın kendisidir.  Meselâ bir anne, 9 yaşındaki kızına bulaşıkları yıkama görevini vermiş olsun. O kız bulaşıkları yıkarken, yani annesinin kendisine yüklediği bir sorumluluğu yerine getirirken raflarda duran bütün porselen takımlarını birden bire düşürerek kırmış olsa, anne bu kız çocuğuna cezâ vermeli midir, vermemeli midir? Aslında bu durumda kıza ceza vermek doğru olmaz. Çünkü burada yetenekleri keşfedilmemiş veya henüz yeterince olgunlaşmamış bir kız çocuğuna nisbeten ağır bir sorumluluk verilmiştir.

Çocuğun cezâ alabilmesinin önündeki engeller, sadece “irâde” ve “ehliyet”  yetersizliği değildir. Çocuğun, aynı zamanda rûhî ve fizikî bir olgunluğa gelmesi de şarttır.

Pedagog Adem Güneş


Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı omur

  • ömür
  • yazar
  • ****
  • İleti: 651
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« Yanıtla #13 : 03 Ağustos 2010, 02:24:52 »
Yazı dizisi şeklinde hazırlanmış bir konu. İnşaAllah zaman buldukça paylaşmaya gayret edeceğiz.

Dizi bitti mi Lika? Gerçi ben daha yeni kesfettim bu diziyi.
Zaman buldukça okuyacagim. Adem Günes in yazilarini çok ilginç ve faydali buluyorum.
Emegi geçen herkese tesekkürler. Allah razi olsun.


Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: Cezasız çocuk terbiyesi olur mu?
« Yanıtla #14 : 28 Ekim 2010, 04:01:42 »
Evet bitti, İnşaAllah istifadeli olmuştur.
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim