Gönderen Konu: Oturanla Cihad Eden Bir Olmaz YOKSA BİR ÖZRÜN MÜ VAR?  (Okunma sayısı 3798 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mahi

  • Ziyaretçi

İslâm dininin öğrenilmesi, yaşanması ve yayılması için Allah yolunda cihad çok mühim bir düsturdur. Bu sebeple canı ve malıyla cihad eden mü’minlere Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde büyük mükâfatlar vaat etmekte ve onları cennetle müjdelemektedir (bkz. Tevbe, 9/111-112; Saf, 61/110-12)

Fakat cihad hususunda bütün mü’minler aynı seviyede değildirler. Maddî, mânevî ve bedenî imkânlar bakımından onların durumları birbirinden farklılık arz etmektedir. Dinimiz, her ferdi ancak imkânları ölçüsünde sorumlu tutmaktadır. Nitekim mevzu ile alâkalı olarak şöyle buyurulur:

“Mü’minlerden (hastalık, körlük, topallık gibi) bir özrü bulunmaksızın (cihaddan geri kalıp evde) oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler aynı değildir. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara derece itibarıyla faziletli kılmıştır. Gerçi Allah, hepsine, (varılacak) en güzel (yer olan cennet)i vaat etmektedir. Yine de Allah, (kendilerine vereceği) büyük bir mükâfatla; katından dereceler, bağışlama ve rahmetle cihad edenleri oturanlara üstün kılmıştır. (Çünkü) Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Nisâ, 4/95-96).

Bu âyet-i kerîme, cihad etmek veya cihaddan geri kalmak bakımından mü’minleri sınıflandırmakta, ancak, «özür sahibi olanları» istisnâ etmektedir. Bunlar; hastalık, körlük, topallık gibi cihada katılmalarını engelleyecek fizikî bir özrü bulunanlardır. Savaşa gidebilecek binit, elbise, silâh gibi maddî imkânlardan mahrum olanlar da bu gruba dâhildirler (bkz. Tevbe, 9/91-92).

Âyette geçen «bir özrü bulunmaksızın» kaydıyla alâkalı olarak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit -radıyallâhu anh-, şu hâdiseyi nakletmektedir: “Rasûlullah cihad edenlerle oturanların eşit olmadıklarını bildiren âyeti bana yazdırırken gözleri görmeyen İbn-i Ümmü Mektum çıkageldi ve:

«Ey Allâh’ın Rasûlü! Yemin ederim ki, eğer güç yetirebilseydim (gözlerim görüyor olsaydı) ben de cihada katılırdım.» dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh’ın dizi benim dizimin üzerinde iken vahiy gelmeye başladı, bacağıma öylesine bir ağırlık çöktü ki uyluk kemiğimin kırılacağını zannettim. Sonra Allah Rasûlü’nün üzerinden bu hâl giderildi ve «bir özrü bulunmaksızın» kaydı geldi.” (Buhârî, Tefsîr 4/18)

Bu âyet, özür sâhiplerinin ecir ve sevap bakımından mücahidlerle eşit olduğuna delâlet etmektedir. Rivayete göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebük Seferi’nden dönüp Medine’ye yaklaştığı zaman:

“–Medine’de öyle insanlar vardır ki siz nereye gittiyseniz, hangi vadiyi geçtiyseniz muhakkak onlar da sizinle beraber oradaydı.” buyurdu. Orada bulunanlar:

“–Yâ Rasûlâllah! Onlar Medine’de idi. Nasıl bizimle beraber olabilirler?” dediklerinde Fahr-i Kâinat Efendimiz:

“–Evet, onlar Medine’dedirler. Fakat onları orada alıkoyan özürleridir.” diye cevap verdi. (Buhârî, Cihad 35; Müslim, İmâre 159; Ebû Dâvûd, Cihad 19)

Zira onlar niyetleri sahih ve kalpleri cihâda bağlı kimseler oldukları hâlde onları sadece özürleri cihaddan alıkoymuştur.

Ancak imkânları olduğu ve herhangi bir özrü bulunmadığı hâlde cihaddan geri kalanların durumu ayrı mütalâa edilmektedir. Bunlar mü’min oldukları için kendilerine cennet vaat edilmekle beraber, derece ve mükâfat itibarıyla malları ve canlarıyla cihad edenlerle eşit tutulmaları mümkün değildir.

Şüphesiz Allah, malları ve canlarıyla kendi yolunda cihad edenleri katında yüksek derecelere erdirecek, onlara büyük mükâfatlar ikram edecek, bütün günahlarını bağışlayacak ve onlara merhametiyle muamele edecektir.

Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Cennette yüz derece vardır. Allah Teâlâ bu dereceleri kendi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. İki derecenin arası yerle gök arası kadardır.” (Buhârî, Cihad 4)

İmam Kuşeyrî -rahmetullâhi aleyh- âyetle ilgili şu açıklamayı yapar:

Bütün noksanlardan münezzeh olan Allah, evliyasını kerametler hususunda bir tutmuş, ancak ulaşacakları dereceler bakımından onları farklı kılmıştır. Bazıları zengin, bazıları daha zengin, bazıları büyük, bazıları daha büyüktür. Yıldızlar parlaktır. Fakat ayın parlaklığı onların üzerindedir. Güneş doğduğu zaman ise ışığıyla onların hepsine galip gelir. (Letâifu’l-İşârât, I, 221)

Özürlülere savaşma mecburiyeti olmamakla beraber âmâ sahâbî Abdullah İbn-i Ümmü Mektum -radıyallâhu anh- Kādisiye Savaşlarında bulunmuş; “Savaş manzaralarını, kılıçların parıldayışlarını göremediğim için bayrağı daha cesaretli tutar ve askere moral veririm.” diyerek sancaktar olmuştur.

Binek, elbise, silâh gibi cihad malzemesinden mahrum oldukları için Tebük’e katılamayan ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından gözyaşı dökerek dönen yedi sahâbînin hâli, din yolunda bütün gücüyle hizmet etmek isteyen cihad sevdalılarına en güzel ve ibretli bir misaldir. (bkz. Tevbe, 9/92)

Kanunî Sultan Süleyman, yaşlı ve hasta olmasına rağmen ve Sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa:

“Sultanım, ümmete sayısız zaferler hediye ettiniz!.. Yoruldunuz!.. Ömrünüzü âlem-i İslâm’a vakfettiniz! Bu seferin meşakkatine bu yaşta katlanmanız müşküldür. Bu sebeple siz, İstanbul’da kalıp idareye devam ediniz. Ben ve vezirler, paşalar sefere iştirak edelim. Gözünüz arkada kalmasın!..” dediği hâlde, ordunun başına geçmiş:

“Sarayda kalıp, baş yastıkta ölürsem, yarın rûz-i mahşerde fâtih cedlerimin huzuruna nasıl çıkabilirim?!.” endişesini gönlünde duymuştur. Ömrünün son anlarını yaşarken de ellerini açıp:

“Yâ Rabbî! Habîb-i Edîb’in hürmetine şehâdeti ve ardından da cemalini görme nimetlerini bu kemter kuluna nasip eyle!..” diye niyaz etmiş, bu niyazdan kısa bir müddet sonra rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. Burada kendisinden sonra gelecek nesillere ve tarihe, Allah yolunda cihad gayretinin zirvesini teşkil eden pek güzel bir numune hediye etmiştir.

Günümüzde âmâ olduğu hâlde yurtiçinde olsun yurtdışında olsun geceyi gündüze katarak fevkalâde güzel Kur’ân hizmeti veren kardeşlerimizi gördükçe, kendi mânevî durumumuzdan utanç duymamak mümkün olmamaktadır.

Bu ibretli misaller ışığında âhiret sermayesinden daha büyük nasipler alabilmek için hiçbir mazeretin arkasına sığınmaksızın bütün gücümüzle Allah yolunda hizmet etme gayreti içinde olmalıyız.


Yazar Prof. Dr. Ömer ÇELİK

Çevrimdışı dovanci

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 27
En Hayırlı Amel ...
« Yanıtla #1 : 13 Ağustos 2008, 23:44:01 »
Bir Cuma günü idi. Eshab-ı Kiram Resûlüllah'ın Mescidinde oturmuş konuşuyorlardı. İbni Abbas (R.A.) bir ara:

— Allah'a imandan sonra en efdal amel hacılara su dağıtmaktır, dedi.

Bunu duyan Şeybe radıyAllahü anh ise, imandan sonra en hayırlı amelin Mescid-i Haram'ı tamir etmek olduğunu söyledi. İki kişinin aralarında hayırlı amelin hangisi olduğu mevzuunda tartıştıklarını gören Hazreti Ali ise:

— En hayırlı amel ikinizin de söylediği değil, imandan sonra en faziletli iş Allah yolunda cihattır, buyurdu.

Üç kişinin aralarında bu mevzuda birbirlerini tutmayan sözler söylediklerini duyan Hazreti Ömer ise:

— Resûlüllah'ın minberi yanında böyle yüksek sesle konuşmayınız! Namazdan sonra bu saydıklarınızın hangisinin efdal olduğunu Resülüllah'a soracağım dedi. Böylece üç sahabi arasındaki münazara da o an için sona erdi.

Namazdan sonra Peygamber Efendimize hangi amelin daha efdal olduğu sorulduğunda şu ayet-i celile nazil oldu:

— İman edip, Allah için cihat edenlerin hizmetini, Hacilara su dağıtmak, Mescid-i Haram-ı ta'mir etmekle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar müsavi olamazlar. Allah için cihat etmeyen zalim kavme Allah hidayet etmez. (Tevbe Suresi, ayet: 19)

Kaynak:Büyük Dini Hikayeler

Selam ve Dua ile ...
Bizler hizmet ile evliyiz...
Rabbım sen bizleri ehl-i sünnet ve-l Cemaat yolunda ayırma nolur.