Gönderen Konu: Tasavvuf ve Tarikat  (Okunma sayısı 11453 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Tasavvuf ve Tarikat
« : 03 Ocak 2008, 01:45:19 »

Tasavvuf ve Tarikatlar

Allah-ü Teala, insanlığı yarattığı günden itibaren mürşidsiz bırakmamış, onlara zaman, zaman dünya ve ahiret saadetine ulaşmanın yollarını gösteren bir peygamber göndermiş ve insanlığı ona tabi olmakla muvazzaf kılmıştır. İlk insan Hz. Adem babamız aynı zamanda ilk peygamberdir. Her kavme peygamber gönderildiğine göre, aslında dinden haberi olmayan hiçbir topluluk yoktur. Cenab-ı Hakkın gönderdiği bütün peygamberler ve kitaplar islam dininden bahseder. Zira bütün peygamberler itikatı mevzuda, yani Allah-ü Tealanın varlığı, birliği, sıfat-ı zatiye ve sıfat-ı subutiyesi; cennet, cehennem ve ahiret mevzularında müttefikan, müttehiden beşeriyete aynı malumatı vermişlerdir. Onun için bütün peygamberler ve kitaplar yüce Allah’a iman ve teslimiyetten yani İslam dininden bahseder.
   Bu din tevhid dinidir, hanif dinidir. Bunun için din, Allah’ü Teala katında tektir. İslam dini, beşeriyetin en mütekamil dinidir. Bu kemalata, peygamberimiz Hz Muhammed (S.A.V.) ile vasıl olmuştur. Tasavvuf, zühd ve takvanın membaı peygamberimizdir.
   Tasavvuf bir gönül terbiyesidir. Gönül de insanda bulunduğu için tasavvufun konusu insandır, gayesi ise onun kalbi yönünü eğiterek, olgunlaştırarak, kemal derecesine ulaşmaktır. Bu noktaya ulaşan kimseye insan-ı kamil denir. İslam tasavvufu, insanı gerçek bir kul ve tam anlamıyla bir insan  yapmaya müteveccihtir.
   Seriyyi Sakati: “Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir.”                                     
a)   Marifenin nuru vera’ın nurunu söndürmez.
b)   Kitap ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i batından bir söz ile konuşmaz.
c)   Kerametleri kendisini Allah’ın mahrem olan sırlarını belirtmeğe teşvik etmez.”
   Cuneyd-i Bağdadi’ye göre: Tasavvuf, hakkın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir. Tasavvuf, masiva ile alakayı keserek Cenab-ı Hakk ile beraber olmaktır.  Masiva ile alakayı kesmek demek, insanın hayatını herşeyden, fiziki çevreden soyutlaması demek değildir. Maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak, onu gaye haline getirmemek demektir. Ehl-i tasavvuf herkes gibi çalışıp maişetini temin edecek, başkalarına da yardım edecek, zengin olursa malıyla, mülkiyle Allah yolunda cihad edecektir. Ayet-i kerimelerde cihaddan bahsedilirken; önce malla sonra canla yapılması gerektiğini bildirir.
   Tasavvuf, insanın kalbindeki kötü vasıflarla onlardan kurtulma çarelerinden; kalpteki iyi vasıflar ve onları kazanma yollarında manevi mertebeleri katederken yüksek mertebe olan “İnsan-ı Kamil” mertebesine ulaşmanın yoludur.
   Tasavvufla ilgilenen zatların eserleri incelendiğinde çok değişik tariflere rastlanır. Bu da normal durumdur. Malum tasavvufta “Tatmayan bilmez” diye bir söz vardır. Buna binaen herkes yaşadığı ölçüde, tattığı ölçüde bir şeyler söylemişler, değişik tarifler yapmışlardır. Hatta bir zat değişik zamanlarda değişik tarifler de yapabilir. Çünkü manevi derecesi, durumu değişmiştir.
Görüldüğü gibi tasavvuf şeriatın hilafına birşey serdetmiyor, bilakis şeriatı en ince teferruatına kadar yaşamayı bildiriyor.Binaenaleyh tasavvuf reddedilemez.
Tasavvuf İslamın canı ve ruhudur.
Tasavvuf kelimesinin nereden geldiğine dair çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bunlar: Ashab-I Suffa, Saff-I Evvel, Benu’s- Sufa, vb.dir.
   Tasavvuf ve tarikatler tarihte birçok fonksiyonlar icra etmişler, insan kitleleri üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Tasavvuf, içtimai hayatta birlik ve bütünlüğü sağlamıştır. Birlik ve bütünlük de ancak birbirini seven insanlar arasında söz konusu olur. Bilhassa Türkler de tasavvufun bir hakimiyeti vardır.
   Tasavvufun içtimai ve dini hayat yönünden en dikkat çekici yönü kitlelerin islamlaşmasındaki rolüdür. Anadolu’da olduğu gibi Avrupa, Afrika ve Asya’nın en uzak köşelerinde dahi, islamlaşma büyük çapta dervişlerin faaliyeti neticesinde gerçekleşmiştir.İktisadi hayattaki ahi ve fütüvvet teşkilatının temel düşüncesi tasavvuf kaynaklıdır. Bunlar bir mürşidden feyiz almış, dünyanın ne olduğunu, insanın ne olduğunu öğrenmiş, vazife ve mesuliyetlerini kavramış kişilerdir. Onlar, çalıp-çırpma hırsıyla, beşe on katma düşüncesiyle hareket edemez. Siyasi hayatta da, tasavvuf erbabının yöneticilerle kurdukları münasebetler onların tesir alanlarını genişletmiştir.
   Tasavvufta cihad, daha ziyade nefisle cihadı ifade eder.
   İntişar-ı islam tarihi tetkik edildiği zaman görülüyor ki dinin, ilmin neşri için bir taraftan medreseler kurulurken, diğer taraftan irfan yoluyla hakayık-ı ilahiyyeyi öğrenmek ve Hak yolunda bulunmak için dergahlar, hankahlar, çilehaneler de birlikte teessüs etmiştir.  Bu meyanda Anadolu’muzda tekke ve dergahın bulunmadığı köy ve kasaba yoktur dense mübalağa yapılmış olmaz ve bu kuruluşlar üzerine düşen fonksiyonları icra etmişlerdir. Ancak hemen şunu da ifade edelim ki; asıl vazifesini icra etmeyen, yozlaşmış tekkeler, sahte şeyhler de zaman zaman görülmüştür.
   Günümüzde de bazı selahiyetsiz kişilerin kendilerini bu mertebede görüp göstermeye çalıştıkları maalesef vakidir. Bunlar birçoklarını da etraflarında toplamış, hak mürşid olmadıkları için de yanıltmışlar, şaşırtıp perişan etmişlerdir. Bu kişinin mürşid olabilmesi için belli başlı vasıflara haiz olması gerekir. Bu vasıflara inşAllah çalışmamızın ilerleyen sayfalarında temas edeceğiz.
   Tasavvufta mürşid kavramının ehemmiyeti ve icra ettiği fonksiyonu çok mühimdir. Medresede  müderris ne ise, dergahta mürşid de odur.  Ancak müderris nakli akla tatbik eder, akla hitabeder, metni açıklar, ilminin derecesine göre tahlile girişir ve vazifesi bununla biter.  Mürşid ise, ruh ile meşgul olan bir mürebbidir. Kendisine intisab eden müridin bütün hususiyetlerini, kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak, herkese ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki ferasetin ve edindiği ilmin derecesine göre müridinin kalbindeki küdüratı, mizacındaki sertliği, ahlakındaki fesadı tedricen izaleye çalışır.   Mürşid her şeyiyle müridini gözetir.  Onun   her haliyle alakalanır, hastalığında sağlığında, ruhen, fikren onu gözetir, şefkat kanadı daima müridinin üzerinde olur.  Tabi ki mürid de gassal elindeki bir meyyit gibi teslimiyet gösterirse, mürşidinin daima kendini manen takip ettiğini düşünürse maksat daha çabuk hasıl olur. Herkesin yaradılışı ve temayülü bir olmadığı için, herkes aynı sebatı aynı samimiyeti göstermeyebilir. Mürşid bunu manevi ferasetiyle bildiği için, müridini bir hamur haline getirir ve onu istenilen şekle ulaştırır.
   İslam tarihinde bir çok tarikatlar mevcuttur. Bunların en meşhurları: Kadiriyye, Yeseviyye, Rıfaiyye, Kübreviyye, Medyaniyye, Desükiyye, Şazeliyye, Bedeviyye, Ekberiyye, Mevleviyye, Sa’diyye, Nakşibendiyye.
« Son Düzenleme: 27 Temmuz 2008, 06:24:06 Gönderen: mystic »
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Tasavvuf ve Tarikatlar
« Yanıtla #1 : 03 Ocak 2008, 01:47:24 »
Nakşibendiye tarikatı, bu adı Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaüddin’den (Ö.791/1338) almıştır. Buharanın yakınında bulunan Kasr-ı Arifanda dünyaya gelen Şah-ı Nakşibend, çok küçük yaşta iken Hacegan tarikatı şeyhlerinden Muhammed Baba Semmasi tarafından manevi evladlığa kabul edilmiştir. Semmasi onun terbiyesini Emir Külal’e  havale etmiştir. Bununla beraber Bahauddin  Nakşibendin hakiki şeyhinin üveysilik yolu, nisbeti ruhaniyye ile terbiyesini aldığı Hace Abdulhalık-ı Gucduvani (Ö.617/1220) olduğu kabul edilmektedir. İslam aleminde çok büyük bir şöhret sahibi olan Şah-ı Nakşibendin hayatı menkıbelerle doludur. Şah-ı Nakşibend Hanefi mezhebinden idi. Her fırsatta sohbeti ihtiyar eder, sohbetlerinde ilim ve ahlaka büyük yer verirdi. “Yolumuz sohbet yoludur”buyururlardı.
   Nakşibendi tarikatı, Bahauddin-i Nakşibendin halifeleri tarafından çok geniş bir alana yayıldı. Hususiyle İmam-ı  Rabbani döneminde Hindistan taraflarında hızlı bir şekilde gelişti. Bu tarikat Fatih Sultan Mehmet Han zamanında şeyh Ubeydullah-ı Ahrar’ın halifelerinden Molla İlahi vasıtasıyla İstanbula girmiştir. Nakşibendi tarikatı 18. Asırda Mevlana Halid-i Bağdadi ile Osmanlılarda hem genişlemiş, hem de istikrar kazanmıştır. İmparatorluğun orta tabakası arasında büyük bir nüfuz sağlamıştır. Bu tarikat Türk kültürüne, halk maarifine, Anadolu vahdetine büyük hizmet ve emekleri geçmiş bir tarikat olarak kabul edilir.  Devlet ricali arasında da varlığını kabul ettirmiştir. Hatta son Osmanlı padişahı Vahidedin’in bile Nakşi olduğu rivayet edilir.
   Esasları:
   a) Şeriatla zahiri temizlemek
   b) Tarikatla batını temizlemek
   c) Hakikatle kurb-ı ilahiye ulaşmak
   d) Maarifetle Allah’a ulaşmak
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Amade

  • Ziyaretçi
Ynt: Tasavvuf ve Tarikatlar
« Yanıtla #2 : 03 Ocak 2008, 08:26:38 »
hocam Allah razi olsun bize bilgilendirdiginiz bilgiler icin.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Ynt: Tasavvuf ve Tarikatlar
« Yanıtla #3 : 03 Ocak 2008, 10:00:00 »
Emeğinize sağlık..Allah razı olsun

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Tasavvuf, Tarikat ve altun silsile
« Yanıtla #4 : 05 Ocak 2008, 01:51:31 »
Nakşi Tarikatında İbadetler ve Evrad-ı Ezkar
Hüve  hüvesine ehli sünnet çizgisinde bulunan ve günümüzde dahi bu sabit çizgisini devam ettiren Nakşi Bendi Tarikatı mensupları, şeriatı kusursuz olarak yaşar ve emirlerini yerine getirirler. Ehli sünnete uymayan taşkın hareketlere rastlanmaz, farz ibadetleri en hassas bir şekilde yerine getirdikten sonra nafileleri aksatmadan yerine getirmeye çalışırlar. Nakşi Tarikatının esasını:
Mutabaatı Sünnet, Ameli Azimet, İçtinabi Bid’at, Devamı Udubiyet, Cezbeyi Muhabbeti Zatiye olarak vermek en isabetlisidir. Çünkü, sünnet dışına çıkılmaz, bilakıs hayatın her safhasını Resulullah’ın sünnetine uyarak takip etmek esastır. Hususi ile unutulan sünnetler yeniden ihya edilmeye çalışılır. Bid’atlerden kesinlikle uzak durulmaya çalışılır, bu hususta çok hassas hareket ederler. Her türlü ibadetlere ve zikirlerde devamlılık mevzu bahisdir. Allah sevgisi ve muhabbeti (Zikri Kalbi, Rabıta) esasdir
         
 Nakşibendi tarikatında rabıtanın ve zikri kalbinin ehemmiyeti büyüktür. İmamı Rabbani Hazretleri Mektubatı Kudsisinde “Usulune uygun olarak yapılan Rabıtayı, en kısa yoldan kazanç elde etme, manevi dereceleri kat etme ve Allah’ın Nuru ile nurlanma, Allah’a ulaşma vesilesi olarak görür. “Süleyman Efendi de Tariki Nakşi’yi tarif ederken; “Tarik-ı Nakşi demek, Silsile-i saadat vasıtasıyla gelen Füyüzatı İlahiyeyi kalbe akıtmak demektir” derken rabıtanın ehemmiyetini dile getiriyordu.
Rabıta terimi tasavvufi istilahta mevcuttur. Bazı tarikatlarda da nefsi terbiye etmede müessir bir usul olarak kullanılmıştır. Rabıta ayeti kerimelere dayanır. Tarihten günümüze kadar da yapılagelmiştir ve haktır. Hal böyle iken; bu rabıtada nereden çıktı, bu adamlar  resme taparcasına rabıta yapıyorlar demek manasızdır.
Rabıtanın dayandırıldığı ayetlere gelince: “Ey iman edenler! Allahtan korkun ve sadıklar ile beraber olun.” Sadıklar, Allah’a vuslat yolunu gösteren mürşitlerdir. Salik onların ahbabı ve  kapılarının eşiğinde hadimleri olduğu zaman bu mürşitlerin muhabbet, terbiye ve velayet kuvvetleri ile masivayı terk ederek seyr ilAllah mertebesine ulaşır. “Ona (Allaha) yaklaşma hususunda Vesile arayın. “Alleme beyzavi ibni Abbastan bir rivayette bulunuyor, “Kur’anı Kerimin her ayetinin zahiri tefsiri olduğu gibi, batıni te’vili de vardır”. Öyle ise bu ayetler, rabıtanın şeriatta mevcut olduğunun en kuvvetli delilleridir.
“Ey İman edenler! Allah’tan korkun, Ona (yaklaşmaya) vesile arayın. Onun yolunda mücahade edinki, felaha eresiniz.
Rabıta-i şerifede hasıl olan ruhani zevk nurani şevkin pek lezzetli olan meyvesi “Allahtan her şeyden yüz çevirmek, tamamen Allaha yönelmek, mü’minin Amentü billahi – Allah’a iman ettim sözünün tadını letaifinde bulunmak ve Allahu tealada fenai hakiki ile fani olmaktır”. Dolayısıyla rabıta, pek azim bir devlet, çok ulvi bir saadet olan Allah’ın cemalini ve sair büyük nimatlere nail olmaya vesile olabilecek bir hidayet rehberidir. Rabıta Allah’a götüren yolların en yakını, Allah’tan feyz almanın menşeidir.
Ehli rabıta olan kimsede kibir, gurur, enaniyet olmaz. Makamları, mevkileri yüksek olsa bile; mahviyyet köşesine çekilirler, tezellül gömleğini giyip, inkıyad halinde Allah’ın rızasını ve evliyaullahın hoşnutluğunu beklerler. Bu hususta: “Bilhassa bu nurlu yol, yani Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyyenin bahçesinde esrar-ı ilahiden nasiplerini alan, makamı hayrette nice seçkin alimler, abalı, hırkalı büyükler vardır. Onlarda enaniyet, kibir, gurur görülmez.
Rabıta-i şerife inkar edilemez. Ama herkes de rabıta yapamaz. Önce bu işe inanıp, kendisini ona vermesi lazım. Hakiki bir mürşide intisab etmesi gerekir. Bu hususa dikkat çeken bir tespit: “Bir kişi namaz inkar edilemez, ama namazın içindeki kıyamın aslı yoktur” demiş olsa namazın tamamını inkar etmiş olur. Keza rabıtai şerife de, zikir ehli için, namazın kıyamı gibidir, zikrin en büyük ruhudur, özüdür.
Şeyhi Kamile rabıta yapan ihlaslı bir mürid, deli bile olsa; mürşidini mabud olarak kabul etmez.Hiçbir zaman ona ibadet ediyorum demez. Şeyhinin ancak, Allah’a vuslatın keyfiyetini gösteren bir kılavuz olduğuna inanır. Fenafillah makamında olan bir şeyhi kamile, bir müridin rabıta yapması; farz olan bir vakit namazın edasında, takva sahibi bir zatı imam kabul ederek ona uyması gibidir. Kılınan namaz Allah içindir, imam ise sadece bir vasıtadır. Namazı cemaatle edanın  sevabı ihlasına göre münferiden kıldığı namazdan kat kat daha fazladır. Binaenaleyh bir şeyhi kamile bağlanan rabıta ehlide bunun gibidir, hatta daha değişik daha ulvi dereceler ve makamlar elde eder; ancak bu bir hal işi olduğu için kal ile anlatılması güçtür. Fakat kısaca bir şeyler söylemek gerekirse; tunç gibi katılaşıp sertleşen kalp mürşidi kamile olan rabıta ile yumuşar, hamur gibi olur. Rabbimiz Taala ve tekaddes hazretlerinin tesellilerine kavuşur, ilahi tecelliyatın kabesi olur, diye hülasa edebiliriz.


« Son Düzenleme: 05 Ocak 2008, 02:00:50 Gönderen: müteallim »
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Tasavvuf, Tarikat ve altun silsile
« Yanıtla #5 : 05 Ocak 2008, 02:09:08 »
Nefsi emmare ile mücadele

İnsan nefsi üzerinde, tasarruf ve terbiye bakımından büyük tesiri olan Nakşi yolunun hassalarından biride başkasının menfaatını kendi menfaatına tercih etmektir. Bu ise kemalatı insaniyyedendir. Şu güzel hasleti nefsine tatbik eden, peygamber ahlakı ile ahlaklanmış, sıfatlanmış olur. Nefsin kuvvetli hastalıklarından biride haset olduğu gibi, şeytanın kuvvetli tasarruflarından biride vesvese olup, Kur’anı Kerimin tertibininde haset ve vesvese ile nihayet bulması işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün arzuları menfaat olup, emel ve arzularının tavanı yoktur. Manfaat perest insanlar, nefsin köleleridir. Maneviyyat erbabi ise şöyle düşünür; Herkes müslüman olsun, hak yolunu bulsun, bizden evvel cennete girsin, zengin ve alim olsun, bizler ise hak yolunda hadim olalım, yani hizmet edelim derler. Çocuk emzirdikçe büyüdüğü gibi, nefiste arzularını uyuldukça büyür. Hatta veli olsa, peygamber olsam der. Nefsi emmare ancak Rabıta ile terbiye olunur.
Ehliyetli tabibler insanın maddi marazlarına nasıl teşhis koyup onu değişik metodlarla kontrol altına alarak iyileştirmeyi gaye edinirse; mana doktorları olan kalp hastalıklarını iyi teşhis eden Mürşidi Kamillerde manevi hastalıkları tesbit eder ve onların tedavi yollarını insanlara gösterirler.
Birincisinin işi maddidir, Olayları labaratuvarlarda inceleme imkanı vardır. Ama ötekisinin ki manevidir, sadece ilmi ehliyete değil, manevi selahiyete dayanır. Mürsidi kamilde  talebelerine birşeyin faydalı veya zararlı olduğunu en çarpıcı bir şekilde beyan eder ve insanları ondan kendilerini nasıl muhafaza edeceklerini gösterirdi. Nefis için etkili ve kalıcı ilacın Rabıta olduğunu söyler.
İnsanın etrafı kebair, nefis, şeytan, ırz, tamah vs. şeylerle çevrilmiş olup, cemali ilahiye giden yolu kesmek isterler. Bu setler silah ve sair sebeplerle aşılmaz. Sabahlara kadar ibaret ve zikirle meşgul olsa letaife nur girmez. Zira kapılar açılmaz. Ancak Rabıta ile setler yıkılır, kapılar açılır ve kalbe nur girer. Büyük ceryanın demiri erittiği gibi, Rabıta da bu setleri yok eder. Tariki Nakşi; Rabıta yolu, enbiya ve mürselin yolu, arifler, kamiller, sıddıklar yolu, tariki müşahede ve tariki şuhuddur.
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Tasavvuf, Tarikat ve altun silsile
« Yanıtla #6 : 15 Ocak 2008, 00:56:10 »
Tasavvuf

Tasavvuf bir ilimdir. Hem de başlıbaşına bir ilim...


Tasavvuf, kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip, kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallere bezenip Allahü Telâyı yakın olmayı öğretir.

Tasavvufun hedefi insandır ve insanı islahtır. Bu sebeple, tasavvufun insana nasıl  baktığını bilmek lazımdır:
İnsanın iki cephesi vardır.
1- Maddi vücut
2- Manevi vücut.
Maddi vücut herkes tarafından bilinen ve görülen vücuttrur. Manevi vücut ise gözle görülmez. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde isimleri geçen, Kalb, ruh, Akıl, Nefs gibi unsurlar hep manevi vücudun azalarıdır.

İnsanın maddi vücudunun yaşaması için yemeye, içmeye, teneffüs etmeye ihtiyacı olduğu gibi, manevi vücudun da gıdaya ihtiyacı vardır. Manevi vücudun gıdası ise nurdur. Nur, Allahü Teâla Hazretlerinden gelir. Peygamber ve onun varisi Mürşid-i kamil denilen büyük velilerin manevi kalblerinden dağıtılır. Manevi vücut ancak, bu nuru aldığı takdirde sıhhatli yaşayabilir. Nur alamayan manevi vücut önce hastalanır, sonra da ölür. Bu manevi ölümdür. Bu duurmdaki insan, yaşayan ölü gibidir.



"Celalim hakkı için cin ve insandan bir çoğunu Cehennem için yarattık. Onların öyle Kalbleri vardır: anlamaz, öyle gözleri vardır ki, görmez, öyle kulakları vardır ki, işitmez. Dikkat edin onlar, hayvanlar gibidir. hatta ondan daha şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafiller..." (Araf -7/179) ayeti kerimesi gibi bu gibi manen ölü kimseleri tarif eder.

Cenâbı Hak, Kur'an-ı Kerimin; 191 yerinde "manevi kalb"den, 49 yerinde "nur"dan, 59 yerinde "akıl"dan, 9 yerinde de "ruh"tan ve pek çok yerinde de "nefs"ten bahseder. Tasavvuf, işte bu: kalb, ruh, akıl ve nefs gibi manevi unsurlarla alakalıdır.

Tasavvufun hedefi, insanın manevi vücudunu, manevi ölüm ve manevi hastalıklardan korumak, dünya ve ahirette insanı manen, huzurlu ve sihhatli yaşatmaktır.

Tasavvuf ilmine göre insnın manevi vücudunda iki zıt varlık vardır. Bunlardan biri Ruh, diğeri de Nefstir. Bu iki zıt varlık insanın vücuduna hakim olmak için mücadele eder. Nefsin gıdası günahlar, yardıcısı da Şeytan'dır. İnsanın içinden gelen her türlü kötü düşünce, fiil  ve ahlaksızlığın sebei nefstir.
Nitekim Yusüf aleyhisselam:



"Ben nefsimi temize çıkarmam Muhakkak nefs, mübalağa ile kötülüğü emredicidir. ancak rabbimin rahmet ettikleri müstesna. sureti katiyyede benim rabbim gafurdur, rahimdir. (Yusuf - 12/53)

"İnsanın en büyük düşmanı iki kaşının arasındaki nefsidir" Hadis-i Şerif
"Nefs kötülüklerin deposodur" (Mektubat-ı Rabbani)

İşte din ve tasavvuf, insanın içindeki bu habis ve kötü varlığın terbiyesi ve temizlenmesi ile alakalıdır. Başta peygamberler, sonra da peygamberleri n varisi olan alimler ve evliyâullah = Mürrşid-i Kâmiller hep insandaki bu kötü varlığın  temizlenmesi, nefsin mağlup olup ruhun galip gelmesi için çalışırlar.

En Kestirme Yol

Nefsin temizlenmesi ve kalbin nur ile dolmasının en kestirme yolu,Muhammed Bahâüddin Şah Nakşıbend (k.s.) şöyle buyuruyorlar:
Yolumuz ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Resulullah (s.a.v) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetlerine tutunmaktan başka bir şey değildir. ashab-ı Kiramın takib ettiği yolu izlemekten başka bir gaye yoktur."

İlk Adım

Hakiki bir mürşid-i kâmile gelip bu ilmi öğrenmek isteyen bir mümin, nefsinin terbiyesi için ilk adını atmış olur. artık o mürşide kendini teslim etmiş ve manen biat etmiş olur.  Bu maksatla bir mürşide gelip bağlanan kişiye mürüs (Allah'ı isteyen kişi) denir.

Mürid, geçmiş günahlarına tövbe etmiş, farzlarını yapmaya ve haramlardan sakınmaya kesin olarak söz vermiştir. Artık bu kişinin nefsi sıkı bir takip ve kontrol altına girmiş demektir. Sonra mürüd kalbine ve ruhuna Allahü Teâla Hazretlerinden gelen nuru almayı öğrenir. Allah^dan gelen bu nuru almakta vasıta, başta peygamberler sonra da onun varis ve vekili olan mürşid-i kâmillerdir.

Nurun Alınışı

Mürid tenha ve temiz bir yerde kıbleye dönerek oturur. Gözlerini yumar. Mürşidinin tarif ettiği sûre ve duaları okuduktan sonra dilini damağına yapıştırır. sonra aklından ve kalbinden (masivayı) mahlukatı düşünmeyi çıkarır. Bütün dikkatini nurun çıkış ve dağıtım merkezine toplar. Ve oradan manevi kalbine Allah'dan gelen nurun geldiğini düşünür. bir müddet sonra da dilini hiç oynatmadan sırf lalbinden "Allah" ismi şerifini zikreder. Bu, Allah'a yakın olmanın ilk adımıdır. Artık insana nur geldikçe ruh kuvvetlenir. Nefs de böyle bir ruha galip gelemez ve vücut idaresini eline geçirmez.

Kutub ve Kutublar

Veliliin en üst derecesindeki zatlara"kutub" denir. Kutublar, her devirde bir veye iki, en fazla üç kişi olur. Bunlara; üçler denir; Kutbü'l aktab, Gavsü'l âzam, Kutbü'l ûlâ diye isimlendirilirler. Üçlerin en yüksek decede olanı Kutbü'l-aktab'tır.Kutbü'l-aktab, kutubların kutbu demektir. Bu zât, Peygamber Efendimizin tam varisidir.
Velayet derecelerinin  en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, Mürşid-i kamil, insan-ı kâmil, Şeyh veya vâris-i Resül ismi verilir. Bu zatlar, Resülüllahın manevi vücudundan aldıkları Allah'ın nurlarını kendi mânevi vücutları vasıtasıyla, isteyen insanların mânevi vücutlarına dağıtırlar. Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler.

Silsile-i Sâdât

Bu büyük veliler, Kur'ân-ı Kerimde Neml sûresinde anlatılan, Yemen'den Kudüs'e, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Belkıs'ın sarayını getiren Süleyman aleyhisselamın veziri (Asaf bin Berhaya) gibi büyük salâhiyet ve tasarruflara sahiptirler.

Sahabe-i Kiram bu hususta en öndedir. Bu yüksek hallerin sahibi Allah dostları Sahâbe-i Kiram'dan sonra da devam etmiştir.  Hatta, birbirlerine bağlı zincir halkaları gibi bir silsile halinde, biri diğerine vazifesini devrederek günümüze kadar gelmişlerdir.

Tasavvufta  iki silsile mevcuttur. Biri, Zikr-i Hafi = Gizli Zikir Silsilesi, diğeri Zikr-i Cehri = Açık Zikir Silsilesi.
Gizli zikir silsilesi Hazreti Ebubekir Efendimize dayanır. Açık zikir silsilesi de Hazreti Ali Efendimize dayanır. Tasavvuf erbabı her fert, mutlaka bu iki silsileden birine bağlanır.Bütün tarikatlar=yollar, bu iki ana koldan gelmişlerdir. Daha sonraları bu iki kol,

1. Nakşi Silsilesi
2.Kaadiri Silsilesi diye anılmıştır.

Bu silsilere Silsil-i Zeheb (Altun Silsile), Silsile-i Kibrîti Ahmer isimleride verilmiştir.

Altun Silsil'yi teşkil eden zevat-ı kiram'ın adedi 33'dür. bu sırlardan bir sırdır.

Mürşid-i Kâmilin Vasıfları

Her şeyin hakikisi ve sahtesi bulunduğu gibi mürşidi kamilinde hakikisi ve sahtesi mevcuttur.

Sahtesinin şerrinden kotrunmak ve hakikisine kavuşmak için Cenâb-ı Hakka çok iltica etmek lazımdır. Çünkü her devirde sahteleri, hakikilerinden çok fazla olmuştur.

Sahtesinde bulunan en açık vasıflar şunlardır:

 1- Sahte mürşid, en başta dinin emirlerine ve Resülüllah Efendimizin sünnetine uymaz.
 2- Her devirde görülen en açık misali kadın erkek münasebetlerindedir.Kadın cemaatle bir arada bulunur. Kadınlara elini öptürür.
 3- Sahte mürşidin, sohbetlerinde ve toplantılarında rüyaya çok geniş yer verilir.
 4- Hadis-i şeriflere ve ayeti kerimelere ulemanın verdiği manaların dışında manalar verilir. Sünnetler yanlış yorumlanır.
 5- Dinin yayılması için değil, kendi tarikatının yayılması için çalışılır.
 6- İnsanların hidayete ermeleri için çalışmaktan ziyade istikameti düzgün insanlarla uğraşır ve onlarla meşgul olur.
 7- Mekruhlara ehemmiyet vermez.
 8- Nafile ibadetleri insanların gözü önünde yapar.
 9- Zamanlı zamansız, yerli yersiz insanların gözü önünde ağlar.
10- Çoğu Vahdet-i vücud'a inanır.
11- Namazını hep Mekkede kılıyor diye ve buna benzer nice şeyleri şakşakçılarına yaydırır.İlk zamanlar buna tabi olanlar büyük bir zevk duyar, huzur alır, ibadete bağlılığı artar. Şeytan o kimseyi sahte mürşide bağlamak için ondan vesveseyi kaldırır, o kimsenin kolayca ve zevkle ibadet etmesini sağlar. Fakat daha sonra onu daha büyük ve delalete sokar.
13- Erkek ve kadın mürüdlerine bol keseden halifelikler vererek onları dünya menfaatiyle kendilerine bağlar.


Gerçek Mürşid


"Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de, meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zahir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu süretle kendilerine tabi olmak, manevi feyzinden her hususuta istifade etmek caiz ve sahih olur. şöhreti arşa çıksa, hakiki mürşidin misali, meyvesidir." (2)

Üveysi İrşad

Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden yardım isteyen birine yardımlarda bulunur ve onu manene terbiye eder. İşte bu şekilde cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta "Üveysi" olarak irşed olma ha denir. bu hal ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.

Nefsinizi Tanıyormusunuz ?



--------------------------------------------------------------------------------
Kaynaklar:
1) Altun Silsile, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Yayınevi,

3) Mektubat-ı Rabbani
4) Yusuf, 53
5) Araf, 179
« Son Düzenleme: 05 Ocak 2013, 16:55:07 Gönderen: Tuğra »
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik