Gönderen Konu: Bulanmadan Akmak Ne Güzel!  (Okunma sayısı 3102 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Aslıhal

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 271
  • Sadece,halin aslı
Bulanmadan Akmak Ne Güzel!
« : 14 Şubat 2010, 16:36:15 »






Kaynağında kalmaz sular. Uzak dağ başlarından sonra bir kader çizilir önlerine. Kimi çizgiler gibi ince, kimi nehirler gibi coşkun bir sonsuzluğa, bir durulmaya doğru akıp giderler. Bu akışla birlikte geçilen her bir yerde biraz daha kaybedilir saflık, duruluk.

Gün geçtikçe sohbet vakitlerimizin arası sıklaşıyor seninle. Belli bir zamandan sonra insan konuşacak, dertleşecek, düşünce ve duygularını paylaşacak birilerini arıyormuş demek. Herkes gibi, ömür merdivenine tırmanıştaki her basamakta biraz daha yalnızlaşıyor muyuz yoksa? 

Öyle ya, nice vedalarda boynun büküldü. Kim bilir kaç gidenin ardından gözlerine yağmur bulutları çöktü. Kaçıncı kez yeşerdi çimenler, kaçıncı kez ağaçlar yapraklarını döktü. Takvimlerden kopanlar bir daha geri gelmedi. Öyle bir akıştı ki bu, geri dönüşü olmayan. Adı; zaman…

Neydi ki zaman? Ardından koşarken, kanadına nice umutlar bağladığımız yücelerden uçan bir kuş mu? Yoksa çağlayarak akan ve emellerimizin içine düştüğü, bizim bir türlü yetişemediğimiz bir ırmak mı?

O ki, şimdi geriye dönüp baktığımızda uzun uzun seyredebileceğimiz bir film şeridine dönüşmüş. O şeritte büyük bir mutlulukla seyredeceğimiz karelerden çok, keşke bir makasla kesip atabilsem dediğimiz görüntüler daha mı fazla?

Sular gibi dupduru

Önce bulanıktı baktığın her şey. Göremiyordun. Sesler duyuyor, anlamıyordun. Yüzünde ay ışığı, gözlerinde güneşin sıcaklığı vardı. Ağlıyordun ağladığını bilmeden. Acıkıyordun acıktığını hissetmeden. Ellerin ayakların bir yere varacak gibi her daim hareketli. Kimseler yanında olmadığında bile hep gülümsüyordun. Ve o gülüş, senin etrafında, emrinde hazır bekleyenler içine serin bir meltem bırakıyordu. Seni her koklayışta maveraî bir huzur doluyordu gönüller. Ötelerden sarınıp getirdiğin bir güzelliğin vardı. Hani dağ başlarında göz değmemiş gözeler vardır. Toprağın altından kaynar çıkarlar. Öylesine duru, öylesine berrak… Bir çoğuna el değil, göz bile değmeyen gözeler. İşte sen de o sular gibiydin. Bulanmamış, kirlenmemiş, tertemiz… 

Onun için kim olursa olsun, karşındakinin gülüşünle ruhunu ısıtıyordun. Herkes aynı şekilde yıkanıyordu duru bakışlarında. Sana uzanan her ele elini uzatıyor, onunla ayağa kalkmak, yürümek istiyordun. Çünkü sen henüz ihanet nedir bilmiyordun. Yalan nedir öğrenmemiş, çirkinliği görmemiştin. Ve bütün kötülüklerden âzâdeydin. Sarıldığın kundak gibi ak-paktı yüreğin, bakışın, gülüşün…

Çocuksu bakışlar

Kaynağında kalmaz sular. Uzak dağ başlarından sonra bir kader çizilir önlerine. Kimi çizgiler gibi ince, kimi nehirler gibi coşkun bir sonsuzluğa, bir durulmaya doğru akıp giderler. Bu akışla birlikte geçilen her bir yerde biraz daha kaybedilir saflık, duruluk. O berraklığı muhafaza etmek güçtür sular için bile. Aşılan bunca yoldan sonra kaynağından ilk çıktığı gibi yoluna devam etmek ve son noktaya ilk haliyle ulaşmak imkansız gibidir. Fakat mümkünsüz de değildir. Tuttuğu yolla, belirlediği istikametle ilişkilidir suyun safiyetini muhafaza etmesi yahut yitirmesi.

Sen de o sular gibiydin biliyorsun. Kundağının gözesinden taşıp hayata doğru akışın başladığında hayretinle birlikte soruların çoğaldı ilkin. Gördüğün her nesneyi merak ediyor, duyduğun her sesi anlamaya çalışıyordun. Dilinde ve beyninde hiç durmadan sorular çoğaltıyordun. Sen hayata uçmaya hazırlanırken bulunduğun ortamda gördüğün ilgi ve bilgi ile birlikte yolculuğun anlam kazanıyordu. Seni sevip ilk var eden gibi, sonra görüp sevenler de masumiyetini muhafaza için gerekli tedbirleri alıyor, sana iyi, güzel, doğru olanı öğretmek için gayret sarf ediyorlardı.

Koşmaya başladığında düşüp, acıyı, elini uzattığın sobada sızıyı öğrendin. Birçok şeyi tecrübe ederek idrak ediyordun. Fakat her şeyi yaşayarak tecrübe etmeye ne ömrün ne de gücün yetmeyeceğini biliyordun. Birçok bilinmesi gerekeni sorup öğrenerek ya da yakınındaki insanları taklit ederek kavramaya çalışıyordun. Bir kış günü dışarıyı seyrettiğin pencere önündeki kuşun soğuktan titrediğini görüp, onu içeri almak için ağladığında da merhameti öğrenmiştin. Gözlerindeki duruluk, dudaklarındaki tebessüm ilk günkü güzelliğiyle açıyordu çiçeklerini her doğan güne. Ve sen uykunda bile gülümsüyordun başucunda oturup seni seyredenlere.

Ben niçin buradayım?

Doğumdan ölüme kadar öğrenmekle yükümlü olduğunu anladığında daha fazla düşünmeye, daha çok sorular sormaya başladın. Senin için var edilmiş bunca güzellik, bunca nimet karşısında değerini ve ne çok sevildiğini daha iyi anlıyordun. Yaratılanların en şereflisiydin.

Bu yolculukta başıboş olmadığını kavradığında, ben niçin buradayım diye soruyordun kendine. Nereden geldim? Hayatın gayesi ne? Nereye gidiyorum? Bu tür soruları senin gibi akıl taşıyan her insan sormuştu kendine. Kimi zaman doğru kararlar vererek içindeki dünyanın genişlediğini, kimi zaman da yanlışlara aldanıp ruhunun bir mengenede sıkıldığını hissediyordun. Çünkü hayatının akışında her zaman yol ikileşiyordu.

Sular gibi bir an durulup, sonra kendine bir mecra buluyordun. En doğru mihengin vicdanın olduğunu hissetmiştin. O, bozulmayan aslın, öz kimliğindi. Aslından uzaklaştığında rahatsızlık duyuyor, huzursuz oluyordun. İçini zaman zaman kemiren, adını koyamadığın duygular senin güçlü biri olduğunu, kimseye ihtiyacın olmadığını telkin ediyor; bu hayata bir daha gelmeyeceğini, dolayısıyla her bir zevki tatman gerektiğin telkin ediyordu. O sese kulak verdiğin zamanlar da mutsuzluğun artıyordu.

En büyük özgürlüğün ve mutluluğun heveslerin tutsaklığından kurtulduğun zamanlar oluyordu.

Seviyorum diyorsun ama...

Her durumda ve zamanda seni seveni sevdiğini düşünüyor, hatta bu düşünceni seslendirdiğin çok zamanlar oluyordu. Sevginin kuru bir ifade olmadığını düşünüp yine kendin bir rahatsızlık duyuyordun. Sevginin sözden ibaret olmadığının bir ispatı olmalıydı. Hani kendisini çok sevdiğini söylediğin çocuğun bir gün, beni gerçekten çok seviyorsan isteğimi alırdın, dememiş miydi? Seven, sevilenin isteklerini yerine getirmeliydi. Sevginin de ispatı bu olsa gerekti. Sana bunca özellikleri veren, bütün kainatı hizmetkârın hükmünde var edene karşı da bir takım görevlerin olduğunu biliyordun. Zaman zaman bunları ifa ettiğinde hem mutlu oluyor hem de asıl görevini yerine getirmenin huzurunu yaşıyordun.

Hani bir gün bir kişiyle hayat üzerine konuşuyordunuz. Ve o, hayatın hiçbir anlamı olmadığını, hayatın kendisine bir şey vermediğini sitemli bir şekilde dile getirmişti de, sen ona acıyarak bakmıştın. İnsan olmanın, bunca güzelliklerle donatılmış olmanın farkında olmayan, onları hiçe sayan, varlık denince sadece maddiyatı anlayan bu kişiden en yüksek makam, en yüksek meblağ karşılığında sadece bir gözünden vazgeçmesini istediğinde, biraz düşünmüş, kabul etmemişti.

En en kıymetli hazinelerle gönderilmiştik dünyaya. Ne yazık ki sahip olduklarımızın farkında değildik. Olanların kıymetini bilip şükretmek yerine, olmayanların anlamsız hesapları içinde boğulup gidiyorduk. Oysa biliyordun ki faydasız işler, ebediyet için bir anlam ifade etmeyen şeyler külfettir. Baki olanın kazanılması ise daha zahmetsiz. Zor olanı seçmek akıl kârı olmasa gerektir.

Bulanmadan donmadan

Sularla birlikte akar ömür. Ta ki son menzile varılır, öyle durulur. Sular kaynağında duruydu, saftı. Sen kundağında… Sularla birlikte aktı hayatın. Kimi zaman bulandın kimi zaman duruldun. Akışın her anında berrak olma imkanı vardı. En güzeli “durulmadan, donmadan akmak”tı. Son kundağına sarıldığında ilk kundağındaki gibi değilsen; yani geldiğin gibi gidemiyorsan vay sana, eyvah sana!

Bu konuşmada geçen her kelime, her cümle karşımda durana, aynadan bana bakana. Gayrısına söz söylemek ne haddimize...


Hasan AKÇAY semerkand
Bârını gerden-i ahbâba edenler tahmîl
Ne kadar olsa sebük-ruh olur elbette sakîl
 

Çevrimdışı Emir-ül Bahr

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 231
Ynt: Bulanmadan Akmak Ne Güzel!
« Yanıtla #1 : 14 Şubat 2010, 17:40:31 »
Sular kaynağında duruydu, saftı. Sen kundağında…

Öyle güzel ki... kelimelerin el ele verip saflığı ve duruluğu yüreğe taşıdığı bu güzellik karşısında çaresiz kaldık. Böyle kalmalı demek ki susmalı düşünmeli o üç noktadan sonraki yakıcı sessizlikle...

Yüreğinize sağlık Hasan AKÇAY ve paylaşımınız için teşekkürler Aslıhal.
Gönlünün idrakını duyacaksın
Gönlünü şiirlere, sazlara söyleteceksin
Bütün bunlara söyletemeyecek sırların varsa
Susacaksın...

Hz. Mevlana