Bir lisan bir insan düsturuyla yola çıkılmış olmasa da "yabancı dil bilmeyene bırak işi kız bile vermiyorlar"
"okul bitti ama dil yoksa bişey yapamazsın"
"bugün artık bir dil bile yetmiyor, iki dil bilmek gerek"
diyerek, yaz aylarını da fırsat bilerek, yabancı dil kurslarına özellikle de ingilizce kursuna gidenlerin sayısı artıyor.
Malum balta ve sap durumundaki sapın artık ingilizce bileni daha bir makbul. Neyse, Tarantula Post gözüyle İngilizce öğrenmek için kursa gidenlere şöyle bir göz atalım, bakalım:
•Kayıt olduğunuz ilk gün belirlenen bir tarihte sınıf ve seviye belirleme sınavı yapılır. Amaç aynı düzeydekileri bir yere toplamak. Ama siz en alt sınıfta olmamak ve aşağılık duygusuna kapılmamak için elinizden geleni ardınıza koymazsınız. (Bu arada zaten İngilizce bilsen gelmezsin, e ne diye biliyorum
ayaklarına yatılır anlamış değilim. Bu durumda şu söz aklıma
gelir; havan kime güzelim?) En düşük seviyedeki sınıfa giren hocaların yüzünden şunu rahatlıkla okuyabilirsiniz. "Bu seviyesizlerin seviyesi ne ki, onların seviyesine ineyim."
•Kursun ilk haftaları derslere katılım tam olur ve öğrenciler çok meraklıdırlar. Sürekli birbirleriyle İngilizce konuşmaya çalışırlar. (Kurstan akşam çıkarken muhakkak "see you tomorrow" denir.) Hocanın her dediğine parmak kaldırırlar. Kimileri ise defter kitap getirmez ve en arkaya oturup, bir an önce ders bitse de gitsem havasındadır. (Sanki zorla getirmişler kursa, olum para veriyon bişeyler kap bari. Ne biliyim en azından İngilizce birkaç küfür öğren, bakarsın lazım olur.) Artık yarım yamalak cümle kurmaya başlamışlardır. İlk kurulan cümleleri anlamak zor olmaz çünkü İngilizce-Türkçe karışımı bir gramerle idare edilir. "A doctor works in a hospital ör a sağlık center." Ardından çok geçmez ve ilk kompozisyon gelir. Hoca
öğrencilerden kendilerini tanıtmalarını ister. Burada iddia ediyorum ki, istisnasız tüm ingilizce öğrencilerinin (sizlerde dahi!) ilk kompozisyonları aşağıdaki gibidir:
"l live in İstanbul, l am from Malatya, l am going to school. l have three sisters. My father is a sales-man and my mother is a house wife. l like listening to rock music and player football."
•Alınan birinci seviyedeki hikaye kitapları ki bunlar "Keloğlan serisi, Şeker kız Candy" gibi resimli, büyük büyük yazılmış on sayfalık hikayelerdir. Ve bunların içinden bilmediğin kelimelerin altını çizer, redhouse sözlüğünden anlamını bulur ve cümle içinde kullanmaya başlarsın. İngilizceyi geliştirmek
için en bildik iki yola başvurulur. Birincisi; yabancı slow müzik dinlemeye başlarsın. Kasetler alırsın ki pekiştiresin. İkincisi; sinemaya yabancı filmlere gitmeye başlarsın. Film konusunda
İngilizceye yeni başlayanlar için bir tiyo vereyim de faydam olsun. "Özellikle de aşk filmlerine gidiniz. Neden mi? Çünkü aşk filmleri duygusal olduğundan daha yavaş konuşurlar
ve anlaşılması daha kolay olar." Mesela; Kasımda Aşk Başkadır, Newyork'ta bir Sonbahar vs. vs. ya da Culya Rabırts'ın filmlerine gitmekte yeterli olacaktır. Öteki türlü aksiyon filmlerine giderseniz gürültüden bir şey anlamazsınız, öğreneceğiniz
tek şey ise silah, yumruk ve ucan tekme efektleri olacaktrr.
(Diksin, fezüüvv, svviss, buhah, huheyüv...)
•Artık belli bir seviyeye gelmişsinizdir ve "Conversation
Room" denilen sohbet odalarında yabancı hocalar nezaretinde konuşma pratiği yapılır. Hoca bir konu açar ve o konu üzerine konuşulur. Burada da hocalar uyuzluk olsun diye mi nedir,
öyle bir konu atarlar ki ortaya, bırak İngilizceyi Türkçe bile konuşacak cümle bulamazsın. Örnek Konu: Nükleer enerjinin ekolojik sistem üzerindeki optimal değerleri ve etkileri nelerdir?
Not: ingilizce öğrenenler espri yapmayı da ihmal etmezler. İşte Türklerin espri anlayışından birkaç örnek; "What dedin gülüm" "How are you, ne var yu" "Where is hareket, the-re is bereket" "The can me but the." (Türkçe okunuşuyla -diken mi battı-)
KİA