Gönderen Konu: Dilin tutunduğu yer  (Okunma sayısı 3374 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Aslıhal

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 271
  • Sadece,halin aslı
Dilin tutunduğu yer
« : 03 Aralık 2009, 22:41:43 »


Hayatımız dramatik sahnelerle dolu. Bunlar daha çok yıkıma dönük. Kendimizle başlayıp kendimiz olmayan, olamayan bir hayata geçişteki zorluklar, çatışmalar bitmediği gibi bundan böyle de bitmeyecek. Millet olarak tuhaf bir döngüdeyiz. Bu, kimi zaman bizim irademiz ve dahlimiz ile olurken, kimi zaman da bizi aşan bir durum söz konusu oluyor.

Her ruh kendi akarında sağlıklıdır, mutludur ve huzurludur. Ruhların acı çekmesi, doğası dışındaki bir durumdan kaynaklanıyor. Bir şey aslından bir başka şeye dönüşürse huzursuz olur. Bizden öncekiler, biz ve bizden sonrakiler arasında büyük uçurumlar bulunuyor. Bunu, kimi zaman modern hayatla, ya da değişen zaman ile ilişkilendiriyoruz. Modern zaman kavramı hem günah keçimiz hem de baş belâmız. Biz kendimizden sorumluluğu alıp bir başkasının sırtına atıyoruz.

Zaman kendi içinde bir varlık, kendi kendisini yenileyen bir edim. Oysa her insanın doğası bir dünyadır. Bunların her biri ayrı ruhlardan oluşuyor. Bu büyük zenginlik birbirini bütünlüyor. Bir de ruhların ortak dünyası var. İster buna ruh akrabalığı diyelim, ister soy akrabalığı. Ruh akrabalığı daha önemlidir. İslâm medeniyeti büyük bir ruh, büyük bir dünyadır. Bir kültür dilimiz var, o kültür dilinin de bir alfabesi. Günümüz dünyasında egemen güçlerin dili İngilizcedir. Bu dil aynı zamanda emperyal bir ruh oluşturuyor. Kendimizin dışındakilere bir de bu gözle bakmalıyız. Buna bir de bir kılıf uyduruyorlar: Modernlik. Bu. Geniş boyutludur. Sadece dil olarak değil alfabe olarak da kendini dayatıyor. Modern hayat kendisini dayatırken, dışındakileri küçümsüyor, aşağılıyor, gözden düşürmeye bakıyor. Karşı olduğumuz bir şeyi o şeyle tanımlamaya bakıyoruz. Bu da bizim açmazımız. Kendi öz güvenimiz dışında bir yerde durmaktan kaynaklanıyor. Demek ki sorun, öyle bilindiği gibi ne basit ne de ne de zordur. Kendi içinde giriftlikler içeriyor.

Bir milletin yazılı kültürü birkaç yılda oluşmaz. Birkaç yıl içinde de bir kültür oluşmaz. Türkiye sınırlarının daracık alanını bile göz önünde bulundursak, geçmişe bugünden dönüp baksak, bu coğrafyanın kültür sınırlarını ve derinliğini ölçemeye çalışsak ortaya nasıl bir şey çıkar? Türkiye´yi ve kültürünü, yazılı kültürünü yüz yıllık bir zamana sıkıştırsak ondan bize ne kalır sorusu hemen akla gelir. Bu yüz yıllık kültür bizim mi, yoksa melez mi? Asıl sorunlardan biri de budur.

Biliriz ki, bir kültür coğrafyası ve haritasının gücü ruhunun yüceliğinden ve derinliklerinden gelir. Anadolu veya çevresinde bulunanlar ruhlarına uygun olanı seçtiklerinde hiçbir zaman zorlanmazlar. Hemen uyum sağlarlar.

Okumalarımdaki dikkatlerden biri de kültür tarihimizde kitap ve yazı kültürüne ilişkin bilgilerdir. Biliriz ki Mevlâna´nın babası Horasan´dan hicret ettiği zaman kırk deve yükü kitapla Belh´ten ayrıldı. Bu kırk deve yükü kitapla Bağdat, Medine, Mekke, Şam üzerinden Konya´ya ulaştı. Konya´da kültür tarihimizin temellerini attı. Yeni bir şehir ve yeni bir ruh oluşturdu. Ama bu ruh, onların bir aile olarak değil bulundukları toprağın sıcaklığından kaynaklanıyordu. Onlar kendilerini İslâm´da buldular ve İslâm´a adadılar. İslâm´ın da bir dili ve bir ifade biçimi vardı. Bu da kendine aitlik oluşturuyor. İslâm tarihi ve klâsiklerini okuduğumuzda en güçlü sesin şiirden geldiğini görürüz. Bu kültür toplamında tarihler, meseller, masallar şiirle verilir. Hayat bir şiirdir. Bir büyük sultan şiirle hizaya çekilir veya övülür. Övgüler bile o ruhu ona ihsas ettirir. Bir sultana ‘Adil´ sıfatı yakıştırılmışsa o sultan hayatı boyunca adil kalmak zorundadır. Bir insan kendi kendine ihanet etmez. Dinin sultanı olarak algılanmışsa öyle olmak zorundadır. Bu da hayatın bütünlüğünü gösterir. Selahaddin Eyyubi Mısır´ı fethettiğinde Halife el-Adid´den kendisine yüz bin kitapla birlikte sonsuz zenginlikler miras kaldı. Selahaddin Eyubi öldüğünde cebinde sadece birkaç kuruş akçe vardı. O bile ne kefenine ne de ıskatına yeterdi. O dünyalığı ve dünyaya ait şeyleri dünyada bıraktı. Diyarbakır´ı fethettiğinde de yüz bin kitap kaldı. Bunları bile kendisine ait saymadı. Oraya sultan olarak atadığı kimseye emanet etti. Dünya; inanan insanlara, yani Müslümanlara bir emanettir. Biz bir sultanı örnek gösterdik. Bu coğrafya bu kültür tarihi onlarca yüz yıl gördü. Her yüz yılda da sultanlar gördü. Tarih zalim sultanları zalimlikleriyle kayıt düşer. Onların adları hiç de hoş anılmaz. Kültüre, düşünceye ve inanca düşman olanlar bunların başında gelir. Örneklerimiz Sultan Selahaddin Eyyubi´nin kısa zamanını göstermek içindir. Moğollar Bağdat ve çevresini istilâ ettiklerinde bütün eserleri yaktılar nehirlere attılar. Rivayet odur ki günlerce nehirler mürekkep akıttı. İspanya´da Müslümanlar kovulduklarında milyonlarca kitap meydanlara döküldü ateşe verildi.İskenderiye kitaplığını ateşe verenler yabancı bir ruhtan gelmeydiler. Ne yazık ki bunları Müslümanlar yaktı diye propaganda yaptılar. Buraya kadar bilgilerimizin ulaştığı kadarıyla göndermelerde bulunuyoruz. Daha yakın zamanda kendi kültürünü küçümseyip reddedenlerin yaptığı şey ise, geçmişe ait ne varsa yadsımak oldu. Cumhuriyet dönemi ve sonrasının buğusu çok sıcak tütüyor hâlâ.

Bulgaristan´a vagonlarla gönderilen kültür terekemizin kimi yitti, kimini Bulgarlar sahiplendi. Peşine düşüldü, ama çoktan iş işten geçmişti. Daha yakına gelirsek, belli bir zaman içinde ruhunun özünü oluşturan kitapları sahiplenmekten korkan bir millet olduk. Bizzat tanığı olduğumuz, kulak misafiri olduğumuz ne çok acılar var. Atadan kalma eski yazılı eserlerden ne varsa, evlerinin altında, dam aralarında, çatı altlarında, ahırlarda saklandı. Yazılı kültürümüzü çürüttük, yaktık. Saklananlara sonradan ulaşmaya çalıştık, iş işten geçmişti. Kimi çökelek gibi dağıldı, kimini fareler yedi, kimi küflendi. İslâm yazısıyla yazılmış olan kimi teknik eserleri bile yaktık. Bilim tarihimizi bile yeterince bilmiyoruz. Bu konuları bile yabancılara muhtaç hale getirdik.
 
Sadece kitaplar değil, alfabe, dil ve kültür de imha edildi. Kültür genel bir kavram. Camilerin, medrese ve çeşmelerin kitabelerine tahammül edemeyen modern bir bakış. Batı, en sıradan tarihini yeniden ihya ederken, biz yıktık. Bunlara, bizimkiler mi demeliyiz. Bunu yapanlar bizden olabilir mi? Ah ne çok acı var. Bizde tarihin, kültürün ve alfabenin bir çırpıda yok sayılması sıradan bir olay olmasa gerek.

Yabancı ruhlular bunu çokça yaparlar. Zaten modern zamana geçişte, kendi kültürünü küçümseyen ve dışlayanlar benzer davranışlarda bulunurlar.

Buraya kadar bunları niçin anlattık. Asıl sorun bu. Derdimiz ne? Türklerin Müslümanlaşması onları asıl ruhlarıyla buluşturunca cihan devletlerine öncülük yapmak onlara nasip oldu. Yani cihan devleti ve cihan milleti olduk. Kendi ruhumuzda kavimleri buluşturduk. Farsların, Arapların, Türklerin, Kürtlerin, Lazların ve daha nice kavimlerin ayrı bir alfabesi yoktur. Tuhaftır ki Kürtler kavmi bir devlet kurma çabasında iken modern dünyanın, yani Latinlerin alfabesine yöneliyorlar. Ama kendine yabancı ve kendinden uzak olana. Durum aynıdır, değişen bir şey yoktur. Bir kavmi kendi özünden uzaklaştırmanın tek yolu bu olsa gerektir. Kavim olarak Araplar ruhun odağında. Peygamberimizin o kavme ait olmasındandır. Eğer o kavimde olmasaydı, bir başka kavimde zuhur etmiş olsaydı durum farklı olabilirdi. Bunu bile düşünmek bir sakatlık oluşturuyor. Kaderin ve takdirin önüne geçilmez, geçilemez. Bu, Allah´ın muradıdır.

İnsanın kültürüyle olan bağları bir anda bıçakla kesilir gibi kesilir mi, evet kesilir. Bunun en somut örneği Türkiye Cumhuriyetinin kültür politikasıdır. Alfabe değişikliği sıradan bir olay değil, ciddi bir durumdur. Zaten kendi içinde açmazları olan bir durum. Latin alfabesi Türk alfabesi olarak yansıtıldı. On yıllardır insanlar Latin alfabesini Türk alfabesi olarak bilirler. Egemen kültürlerin etkisinde olan ve o ruhtan beslenen kuşaklar Latin alfabesinin ne olduğunu nereden bilsinler? Latin´in ne olduğunu bile bilmezler. Ama Türkler İslâm medeniyeti içinde İslâm ruhuna uygun kültürlerini büyük bir oluşla gerçekleştirdiler. O zaman ille de bir Türk alfabesi oluşturulacak idiyse Orhun kitabelerinde yer alan alfabenin kullanılması gerekmez miydi? Sorun o değil, nedir öyle ise? Bir milletin kendi kültüründen koparmak. Üstelik Türk milletinin, Selçuklulardan Osmanlıların son dönemine kadar olan bir kültür ile bağlarını kesmek. Türk milliyetçiliği üzerine kurulan bir devlet kendi köklerini kesip attı bir çırpıda. Türklerle hiç de ilgisi olmayan Batı kültürüne kapılar sonuna kadar açılmış oldu. Selçuklu Türklerinin, Osmanlıların ortaya koyduğu kültürel birikimler yok sayıldı. Yunus gibi, Mevlâna, Hacı Bektaş, Fuzuli gibi binlerce yüce değerin eserleri eskiye hapsedilmiş oldu. Bir milleti kendi köklerinden uzaklaştırmak ve bunu heyecanla yapmak bir başka millete nasip olmasa gerek. Bu da Türklere mahsus bir şey.



--------------------------------------------------------------------------------
Latin alfabesinin açmazları
1-Latin alfabesi insan doğasına birçok açıdan ters. Bunların başında soldan sağa yazılmasıdır. Yazıyı genelde sağ elimizle yazarız, sol elimizle değil. Sağ el sağdan itibaren yazıyı yazdığında ne yazıldığını görürüz. Ona göre yazımızı şekillendiririz. Bir suyun duru akışında gibi akar gider elimiz. Sağ el ile soldan başladığımızda bir tarafımızı iptal etmiş oluyoruz. Kollarımızı çapraz bir şekilde kullanmış oluyoruz. Bu insan doğasına aykırı. Sol eli ile ise sağdan yazıya başlanır mı? Ne kadar da ters düşüyor.

2-Kitap severler kitap biriktirdiklerinde, ciltleri yan yana dizdiklerinde dikkatle baksınlar. Özellikle dergi sürelilerini yan yana koyup dikkatlice baksınlar. Dergiler üzerinden örnek verelim. 12 sayılık Yedi İklim ya da Anadolu Gençlik dergilerinin sayılarını ciltleyelim ve rafa kaldıralım. Sayılar sağdan sola doğru sıralanır. Yani 1. sayı sağda, diğerleri onun peşinden gelir. Cilt tamamlanır, rafa kaldırılır. Doğal olanı 13 sayı 12. sayının yanında olmasıdır, öyle de olması gerekmez mi? İlginç bir durum değil mi? 13 ilâ 24. sayıları ikinci ciltte topladığımızda, ciltli haliyle 2. cildi 1. cildin yanına koyduğumuzda 1 cildin 1. sayısı ile ikinci cildin 24. sayısı bir araya geliyor. Ciltler böyle yan yana dizildiğinde karmakarışık bir durum oluşturuyor. Biz İslâm alfabesine göre oluşmuş ciltleri yan yana dizsek 1. sayıdan 100. sayıya sıralı gideriz. Yani sağdan sola hiç karışmadan sırayla dizilirler. Hem sayılar hem de ciltler. Ama sağdan başlayan ciltler ile gittiğimizde 1 cilt sayıları sağdan sola sıralanır, 12. sayıda biter. Onun yanına diğer cildi koyarız 13 sayıdan başlarız 24. sayımız 1. sayının yanına gelir.

3-İslâm yazısı yuvarlaktır, kıvrımlıdır. Latin alfabesi ise köşelidir. Dikkatle bakarsak: A sesi cetvelle çizili gibidir. Böyle bir özelliğe sahip. A, F, K, L, M, N, H, T, V, Y, Z bunların tamamı böyledir. İslâm alfabesinde hiçbir ses köşeli değildir. Bundandır ki hem estetiktir, hem de kullanışlıdır. Hat sanatının İslâm alfabesinden doğmuş olması ruhuna uygunluk taşıyor olmasıdır. Latin alfabesinden hat çıkmaz. Ne istif çıkar ne de başka bir şey. Ondan ruhun doğasına uygun bir resim çıkar.

4-Bugün artık bütünüyle bu alfabeye dönülemez. Ancak yapılması gereken İslâm alfabesinin ve kültürünün gençlere öğretilmesidir. Bu apayrı bir zenginlik olur. Bununla hem kültür tarihimiz yeniden keşfedilir ve dönüştürülebilir. Biz ruhumuza yabancıyız. Kültürümüz ve tarihimiz arkaik bir malzeme olarak orada öylece duruyor. Yoksa kültürümüzü arkaik bir malzeme gibi tarihe hapsetmek ağır bir sorumluluktur. Bireysel çabalar bir kültür tarihine erişmeyi sağlamaz, yeterli de değildir. Hatalar hatalarla düzelmez. Yol yürürken ve istikamet sağlamken yeni bir yola girmek de zaman kaybettirir. İnsanın doğasıyla buluşacağı bir ruh ortamı sağlanırsa sağlıklı bir hayat devam eder. Aslolan da budur.

Ali Haydar Haksal /anadolugenclik
Bârını gerden-i ahbâba edenler tahmîl
Ne kadar olsa sebük-ruh olur elbette sakîl