Gönderen Konu: Fâtih, Bugün Yaşasaydı!  (Okunma sayısı 4255 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mahi

  • Ziyaretçi
Fâtih, Bugün Yaşasaydı!
« : 23 Nisan 2008, 09:48:39 »


Büyük bir plan, her gün durmadan işleyen bir faaliyet, kat’i anlarda emniyetli bir sükûn... Nâmık Kemal, Evrâk-ı Perişân Mimarlık tarihçisi Sedat Çetintaş, 1949 yılında Behçet Kemal Çağlar’ın çıkardığı Şadırvan dergisinde kaleme aldığı bir yazıda Fatih Sultan Mehmed’in rûhanî kılıcını, topunu, tüfeğini yüklenerek önce ‘bizleri’ fethetmesi, cehâlet dünyamızı yıkıp öncelikle bu ülkenin insanını aydınlığa çıkarması gerektiğini yazmaktaydı.

Nitekim Necip Fazıl Kısakürek de, 1968 yılında MTTB’de gençlere yaptığı bir konuşmada, Fatih’i, nur saçarak dünyamızın etrafını dolaşan bir füzeye benzetmiş ve bu füzeyi kendi dar ve sefil perspektifimizden değerlendirme yanılgısından kurtulup, bizzat onun içine binmeye çalışarak dünyadaki halimize fezadan bakmayı teklif etmiştir. Gerçekten de benzersiz bir tecrübe olurdu bu.

İyi de o, ‘nur saçarak’ dünyanın etrafını deveran eden füzenin içinden buraya ve bu zamana bakmak bize ne kazandıracaktır? Sizi bilmem ama bana, biri mimarlık tarihçisi, diğeri şair-mütefekkir olan bu iki yazarın dünyalarında Sultan Fatih’in hâlâ nefes alıp vermekte, hatta bugüne yönelik ciddî tekliflerde bulunmakta oluşu ve geleceğimiz adına umut küfeleri sırtlanmış görüntüsü, son derece anlamlı görünüyor.

Velhasıl, onların dünyasında Fatih hep buradaydı ve yaşıyordu... Hatta belki çoğumuzdan da daha kanlı canlı bir şekilde... Oysa biz Fatih’i ve kutlu fethini, nedense hep olmuş bitmiş bir hadise gibi anlatır ve onu dâima bugünkü dar nokta-i nazarımızdan değerlendiririz. Sanki o, epeyce bize benzemekte, aşağı yukarı bizim gibi bir fâni kılığında adımlamaktadır tarihin tozlu sokaklarını.

Daha doğrusu, üç boyutlu özelliğini kaybetmiş, beynimizin sathında ancak ayakta durabileceği kadar cüz’i bir makam bağışlamışızdır ona. Bu “göktaşı”na layık gördüğümüz mevki, kendi fakir cirmimizden ibarettir vesselam. Öte yandan acaba şu tarz ‘ağır’ soruların uğradığı olur mu semtimize: Mesela Fatih Sultan Mehmed Han, günümüz dünyasında yaşıyor olsaydı ‘fetih’ adına hangi baş döndürücü hedeflere kilitlenirdi?

İlla ki şehzade, padişah, devlet başkanı olacak değil ya; mesela koltuğuna gömülmüş bir bilgisayar programcısı olsaydı, kendi alanında hangi balta girmemiş ormanlara dalar, bu vakte dek yapılmayan ne gibi akla ziyan işleri gerçekleştirmeye kalkardı? Maddi planda bir Bill Gates’in başarısına ortak olur, hatta onu da geçmeye soyunur muydu dersiniz?

Ya da bir doktor, bir fizikçi, bir tarihçi kimliğiyle arz-ı endam etseydi dünyamıza, ne tür inanılmaz işleri ışık süratinde başarırdı? Çağın kör gözünün seçemediği ırak ufukları, o delici nazarlarıyla yoklar, yine geçmiş ile gelecek arasına gül kokulu bir “altın köprü” asar mıydı?

Yukarıdaki soruları çoğaltabiliriz elbette. Ama asıl gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur: Fatih’i, tarihte ununu elemiş, eleğini asmış ‘ölü’ bir şahsiyet olarak mı görüyoruz, yoksa diri ve misyonu hâlen devam etmekte olan bir sürecin kurucu aktörü olarak mı?

Onu tarihe mıhlamaya pek meraklı olanlara belki biraz ters gelecektir ama faraza Fatih, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olsaydı, sevgili Dersaadet’ini insanlığın ufkuna yine taklidi nâkabil bir gerdanlık gibi asmak için hangi akıl geren tasarılara koyulur, onu nasıl yeni baştan dizayn etmeye soyunurdu? Yahut siyasetçi, diyelim ki bir parti başkanı olsaydı Fatih, günümüz Türkiye’sinin laiklik-başörtüsü eksenine sıkışıp kalmış siyasî gündemine ne tür bir yeni açılım getirir, önüne gerilen kördüğümü, koleksiyonundaki hangi keskin kılıçla kesip atardı?

Hatta şöyle de düşünmek mümkün pekâlâ: Fatih bu şartlarda dünya siyasetinde ne gibi bir role soyunur ve ne tür bir açılıma iterdi çağının soru dağını? Gördüğünüz gibi, yılan izi gibi kıvrıla kıvrıla uzayan yaman sorular bunlar. Ne yalan söyleyeyim, cevapları pek o kadar basit görünmüyor. Bu yüzden izin verirseniz bir örnekle açayım meramımı:

Malum, Fatih Sultan Mehmed, Avrupa’dan, özellikle de zamanın İtalyan devletlerinden çeşitli sanatkârları İstanbul’a davet etmiş ve onlarla özel olarak ilgilenmişti. Hatta bunlardan Mateo di Pasti adlı ressam, gelirken Fatih’e İtalya diyarının ahvâl-i siyasîyesinden bahseden haberler de uçuruyordu. Nitekim günün birinde çantasında bir mektupla yakayı ele verdi; Papalık askerleri tarafından yakalandı ve derhal hapse atıldı. Yani Fatih, saf bir sanat muhabbetinin yanında, sanatkârları “muhabir” olarak kullanan bir siyaset dehasıydı da.

İşte Fatih’in hizmetindeki bu muhabir-sanatkârlarından biri de Rönesans döneminin efsane ressamlarından Gentile Bellini olmuştur. Ressam Bellini, İstanbul’da kaldığı bir yıldan uzun süre içinde (Eylül 1479’da gelip Ocak 1481’de ayrıldığını biliyoruz) Fatih’in artık neredeyse Osmanlı’yı tek başına simgeleme gücüne sahip bir ‘ikon’ vasfı kazanmış olan portresini kuyumcu titizliğiyle yaptığı gibi, başka resimler de çizmiş (mesela bağdaş kurup oturmuş bir yeniçeri ile bir Osmanlı efendisi çizimi elimizdedir), hiç değilse tuvaline ileride geliştireceğini düşündüğü eskizler geçirmiş olmalıdır.

Ancak bunların çoğu bugün maalesef kayıp durumdadır. Anlaşılan, epeyce samimiyet kesb etmiş olmalılar ki, Fatih Sultan Mehmed, günün birinde Gentile’nin kısaltması olarak “Janti” diye hitap ettiği Bellini’ye, “Sana bir derviş getirecekler, onun resmini yap.” diye emir verir. Bellini de dervişin resmini yapıp Fatih’e takdim eder.

Bu sırada Bellini, resmini yaptığı dervişi tanımıştır. Onu, bir gün Bedesten’de, bir sıra üzerine oturarak Fatih’in başardığı büyük işler hakkında övgü dolu bir kaside okurken gördüğünü hatırlar. Fatih kendisine dervişin tipinin neye benzediğini sorduğu zaman da, onun bir “mecnûn”u andırdığını söyler. Lakin böyle bir mecnun, derviş tarafından övülmüş olmaktan hiç mi hiç hoşlanmamıştır Fatih.

Bunun üzerine Bellini hayretle sormuştur kendisine: Siz ki bu kadar yüksek[biri]siniz, medhedilmek istemeyişiniz beni hayretlere düşürüyor? Fatih’in sarsıcı cevabı, üzerinde tekrar tekrar düşünmeye değecek kırattadır: Bu adam fikren sâlim olsaydı, tarafından medholunmağı isterdim. Fakat bir mecnûnun beni medhetmesini hiçbir vakit arzu etmem.1 Kendi cümlemle söyleyecek olursam: “Ben, beni akıllı insanların övmesinden hoşlanırım, mecnunların değil.” Buradaki mecnun’u hemen kelime anlamıyla ‘deli’ olarak almayın; dalkavuk, yağcı, çıkarı için siyasi liderlerin etrafında pervane olan tipleri gözünüzün önüne getirin ve sonra Fatih’in sözünü bir kere daha, ibretle düşünün.

Zira akıllı insan överken de, yererken de nerede duracağını bilir; sınırları, ölçüleri, değişmezleri vardır. Daha doğrusu, ‘ne’ söyleyeceğinin ve ‘ne’ söylemeyeceğinin farkındadır. Duruş sahibidir. Fakat ‘mecnun’lar öyle mi? Överken de ölçüsüzdürler, yererken de. Dolayısıyla akıllı bir idarecinin nezdinde bu tiplerin herhangi bir kıymet-i harbiyeleri olmamak iktiza eder.

Ve menfaatleri ellerinden gittiğinde bir zamanlar Sultan’a yerden göğe övgüler düzenlerin nasıl birer azgın hasım haline gelebildiklerine, sadece 31 Mart Vak’ası örneği dahi yeterlidir. 1909 Nisan’ında Sultan II. Abdülhamid’in çevresinin birdenbire nasıl boşaldığını, yeni rejimin liderleriyle iş tutan en has adamlarının kimler olduğunu ibretle hatırlayalım ve Fatih’in Bellini’ye verdiği cevap üzerinde bir kere daha düşünelim. Olmaz mı? Dipnot: 1-A. Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, Cilt 1, Hazırlayan: İsmail Kara, İstanbul 1995, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, s. 431.

Mustafa Armağan
Yeni Dünya Dergisi / 2006 - Temmuz

« Son Düzenleme: 07 Nisan 2010, 21:20:17 Gönderen: Tuğra »

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Ynt: Fâtih, Bugün Yaşasaydı!
« Yanıtla #1 : 07 Nisan 2010, 21:20:31 »
Teşekkürler Mahi
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı gülçiçek

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 391
Ynt: Fâtih, Bugün Yaşasaydı!
« Yanıtla #2 : 07 Nisan 2010, 22:32:09 »
teşekkürler
mum  olmak kolay değildir, ışık saçmak için evvela yanmak gerek.