EĞİTİM, AİLE, KÜLTÜR-SANAT, SAĞLIK > TARİHİ VE KÜLTÜREL DEĞERLERİMİZ
Osmanlı'nın Ehl-i Sünnet Hassasiyeti
(1/2) > >>
Fatihan:

Osmanlı devleti; Mekke Hanefi müftüsü meşhur Seyyid Muhammed İbn Dahlan’ın da övgü dolu sözlerle vurguladığı gibi Asr-ı Saadetten sonra İslamiyet’e en çok hizmet eden İslam devletidir. Özellikle; İslamiyet’in öğrenilmesi, öğretilmesi, yaşanması ve yayılması, ilahî nizamın uygulanması konusunda üstün gayretler ve destanlaşmış fedakârlıklar gösteren Osmanlı yönetimi; bunu yaparken de “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” çizgisindeki hassasiyeti ile temayüz ve tebarüz etmiştir.

Osmanlıların ehl-i sünnet hassasiyeti daha devletin kuruluş aşamasında karşımıza çıkmaktadır. Ertuğrul Bey’in Kuran-ı Kerim’e karşı hürmeti ile başlayan bu kutlu uğraş, Osmanlı cihan devletine adını veren Osman Gazi’nin yaşayış, anlayış ve imanı ile çağları aşan bir devletin ve medeniyetin muştusu haline dönüşmüştü. Osman Gazi; oğlu Orhan Bey’e bıraktığı vasiyeti ile devletini hangi sağlam temeller üzerine oturttuğunu da ortaya koymuştur:

“Ey devlet ve ikbal sahibi oğlum!... Ulemaya riâyet eyle ki din işleri nizam bulsun!... Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve yumuşaklık göster!... Askerin ve malın ile gururlanıp, âlimlerden uzaklaşma!... Padişahlığın aslı ve esası İslamiyet’tir. Bu sebeple Hz. Allah’ın emirlerine muhalif bir iş yapmayasın. Bizim yolumuz Allah yoludur ve gayemiz Hz. Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir.” Bu sözler, Osmanlının neden hâlâ kıtalar ötesi Müslümanların bile sevgi, dua ve hayranlığını kazandığını, neden hâlâ hasret şiirlerine, çileye uğrayanların ağıtlarına konu olduğunu göstermektedir. Hatta eski Osmanlı coğrafyasının gayr-ı Müslimleri bile bu ağıt ve hasret destanlarına katılarak tek kutuplu, küresel emperyalizme karşı “Osmanlı adaleti” istemektedirler.

Kuran-ı Kerim’in Tahrifini Önleme Yöntemi
 
Osmanlının ehl-i sünnet konusundaki hassasiyeti kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha’yı şeri delil olarak kabul eden devlet anlayışının tabii bir sonucudur. Kuran-ı Kerim’in basımı, dağıtımı, öğrenimi, öğretimi, tefsiri ve tatbiki konusunda Osmanlı yönetiminin gösterdiği hassasiyet konusunda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde binlerce belge bulmak mümkündür. Belgelere göre mukaddes kitabımızın basımı, sadece Osmanlı Devlet Matbaası tarafından yapılmıştır. Böylece Kuran-ı Kerim’in tahrifine yönelik sinsi girişimler önlenmiş, basımında ve dağıtımında gerekli hürmetler gösterilmiştir. Osmanlı Sultan ve devlet adamlarının emri ile Topkapı, Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız Sarayları’nda; Sultan Ahmet, Süleymaniye ve Bayezid gibi İstanbul’daki Selâtin camiilerinde, Konya Kapı Camii, Edirne Selimiye, Şam Emeviyye Camii gibi Osmanlı ülkesindeki büyük camilerde, Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhare’de her gün, her saat, her an daimi Kuran-ı Kerim hatimleri yaptırılarak, başta Resûlullah (SAV) Efendimizin ve Ashab-ı Kiramın mübarek ruhları olmak üzere tüm Müslümanların ruhlarına hediye edilmiştir. Bu faaliyetler için vakıflar yapılmıştır.
 
Osmanlı yönetiminin Hz. Peygamberimiz (SAV.) hakkındaki hassasiyeti de dikkat çekicidir. Saray ve büyük camilerde huzur dersleri, hatm-i Buharilerle hadisi şerifler okunmuş, medrese ve mekteplerde Hz. Peygamberimiz (SAV.) öğretilmiş, O’nun emir ve tavsiyeleri İstanbul’un fethinde olduğu gibi “Kurtuluş reçetesi” olarak kabul edilmiştir. Sultan I.Abdülhamid “Hz. Peygamberin (SAV.) emir ve işaretleri varken; nücum ehlinin, yıldız falı ile uğraşanların boynunu vururum” derken, Sultan II. Abdülhamid Fransız yazar Bornier’in “Muhammed” adlı iftira dolu piyesinin oynanmasını Paris, Londra, Roma ve Washington tiyatrolarında Osmanlının siyasî nüfuzunu kullanarak yasaklatmıştı. “Ulu Hakan”, Müslümanların halifesi olarak Avrupa sahne ve fuarlarına müdahale ederek; o günün Teslime Nesrin’lerini, o günün Selman Rüştü’lerini birer birer susturmuştu.

Sıbyan mektebi ile başlayan Osmanlı eğitim sisteminde; Kur’an-ı Kerim ve Hadisi Şerif eğitimi yanında; akaid’de İmam-ı Maturidi ve Ömer Nesefi, fıkıhta İmam-ı Azam, İmam-ı Yusuf, İmam-ı Muhammed ve Halebî gibi en kıymetli ehl-i sünnet âlimlerinin ve önderlerinin eserleri okutulmuş, onlara sayısız şerhler yazılmıştır. Ayrıca; ehl-i sünnet dışı medrese eğitimine de izin verilmemiştir. Büyük Selçuklularla Nişabur’da; ehl-i sünneti müdafaa için başlayan medrese geleneği; Osmanlılarda tarihinin en üst seviyesine çıkmış; bu dönemde kurulan ihtisas medreseleri ile Osmanlı uleması İslam dünyasını en muteber âlimleri olarak dikkatleri çekmişlerdir. Molla Güraniler, Molla Hüsrevler, Hoca Sadettinler, İbn-i Kemaller, Kâtip Çelebiler, Gelenbevîler, Ahmet Cevdet Paşalar, İskilipli Muhammed Atıflar, Ahıskalı Ali Haydarlar bu gelenekten yetişerek; medrese adlı bu müstesna ilim mekânlarının kıymetli birer mahsulü olarak İslam ümmetine rehberlik ve önderlik yapmışlardır.

Tahrifata Karşı Komisyon Kuruldu

Osmanlı yönetimi, Orhan Gazi’den başlayarak ehl-i sünnet dışı tasavvufî hareketlere karşı mesafeli dururken, Nakşibendîlik, Kadirilik, Cerrahilik, Rufailik vb. sünni tarikat mensuplarına; hem hürmet, hem rağbet, hem riayet, hem de muavenet etmişlerdir. Onları hem kendi gönül dünyalarının ebedî ışığı, hem İslamî tebliğ faaliyetlerinin alp-eren aşığı olarak hayatlarının her safhasında, attıkları her adımda, hatta aldıkları her nefeste yanlarında hissetmişlerdi. Şeyhülislam Hoca Saadeddin Efendi, “Tacü’t-Tevârih” adlı meşhur eserinde bu durumu şu kelimelerle ifade etmektedir: “Fatih Sultan Mehmed, seferlerinde Ubeydullah Ahrar (K.S.) Hazretlerinin nefeslerini ensesinde hissediyordu.” Tüm Osmanlı Sultanları, Fatih Sultan Mehmed gibi hep gönüllerinde ve yaşayışlarında evliyaullahın nefeslerini enselerinde hissetmişlerdi. Bunun için de sayıları onbinlerle ifade edilebilecek miktarda tekke ve dergâhın taam ve diğer masarıfı; Osmanlı Sultan ve yöneticilerin kurduğu vakıflardan ve verdikleri teberrulardan sağlanmıştı.

 “Ehl-i dua” olarak adlandırılan mutasavvıflar, dervişler ise; Osmanlı yönetimine yönelik tenkit ve takdirlerinde asla kendilerine yapılan bu yardımları tesirinde kalmamışlardı. Bektaşilik ve Melamilik gibi Sünni hususiyetlerini zamanla kaybetme tehlikesi ile karşılaşan tekkeler; ya kapatılmış, ya da çok itimat edilen Nakşibendîlere verilerek onlar vasıtasıyla ıslah ve tecdid edilmişlerdi. Ayrıca, tasavvufla alakalı kitapların basımında çok dikkatli ve titiz davranılmış, hatta başta Abdulkadir Geylani hazretleri olmak üzere birçok tasavvuf büyüğünün kitaplarına sonradan ilave edilmek istenen ehl-i sünnet dışı bilgilerin ayıklanması için devrin meşhur ve makbul âlimlerinden bir komisyon kurulmuştu. Tüm tasavvuf kitapları bu komisyon tarafından titiz bir şekilde incelendikten sonra basılabilmişti.

Osmanlı Sultanları; Emirü’l- Müminin olarak tüm İslam ümmetinin halifesi idiler. Bu açıdan ekmel bir halifelik icra edilmiş, bu konuda da ehl-i sünnet hassasiyeti dikkate alınmıştır. Özellikle; İran’la olan münasebetlerde, yapılan antlaşmalarda İranlıların “Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e hakaret etmemeleri” sürekli özel bir şart olarak muhafaza edilmiştir. Ayrıca; İranlı Şii erkeklerle; Sünni Osmanlı hanımlarının evlenmelerine de bu hassasiyet sebebi ile izin verilmemiştir. Yemen’deki Zeydiler, Lübnan ve Suriye’deki Nusayriler, Anadolu’daki Aleviler, baskı ve zorbalıkla değil; gönül ve ilimle ehl-i sünnete kazanılmaya çalışılmış, bu konuda özellikle II. Abdülhamid döneminde önemli başarılar elde edilmiştir. Suriye ve Lübnan’daki Nusayrilerden bir bölümünün gönlü kazanılarak, onları istismar etmek isteyenlere, özellikle de onlara yönelik okullar açan Protestan misyonerlere fırsat verilmemiştir. Lübnan’da Nusayrilikten ehl-i sünnet’e katılan ailelerin en önemlisi Arslan ailesi olup, bu aileden gelen Şekip Arslan; özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı devletine ve İslam ümmetine çok başarılı hizmetler sunmuştur.

İslam’ın Protestanlaştırılması Engellendi

Osmanlının son döneminde ortaya çıkan “dış kaynaklı” sözde “Islahat” hareketleri de; Osmanlı yönetimi tarafından çok başarılı bir şekilde takip edilmiştir. Özellikle Blunt, Lawrence, Bell vb. İngiliz ajanların desteklediği Bahailik, Selefiyye, Arap milliyetçiliği ve Vehhabilik gibi “doğru yolun sapık kolları”; Osmanlı yönetimi tarafından “hem teşhir, hem teşhis, hem de tahdid” edilmişlerdir. Bahaîler, Edirne’den Kıbrıs ve Akka’ya sürülerek etkisiz hale getirilirlerken; Arap milliyetçiliğini Beyrut Amerikan Koleji’ndeki Hıristiyan Arap öğretmen ve öğrencilerin yönettiği birer birer ortaya konmuş; bu ve benzeri okullara karşı alternatif eğitim hamleleri yapılmıştır. Cemaleddin Efganî; İstanbul’da kendisine verilen evde göz hapsinde tutularak dış ilişkileri kontrol edilirken; Muhammed Abdul’un İstanbul’a gönderdiği ıslahat dilekçesi reddedilmiş, yazdığı Tebâreke tefsiri yasaklanmış, İngilizlerin kontrolündeki Mısır’da Osmanlı’ya karşı İslam Kongresi toplama faaliyeti engellenmişti. Abduh’un İstanbul’a gelip, Sultan II. Abdülhamit’le görüşme talebi “Bizde müftüleri halife tayin eder. Siz Mısır müftüsü olduğunuzu söylüyorsunuz. Biz sizi müftü tayin etmedik. Sizi kim müftü tayin etti? İngiltere mi?” denilerek reddedilmişti. Böylece İslam’ın Protestanlaştırılma girişimine de engel olunmuştur.

BOP’un Tarihi Seyri

Osmanlının ehl-i sünnet konusundaki hassasiyeti, misyonerlerin de dikkatini çekmiştir. 1906’da Kahire’de; İngilizler tarafından Seylan’a sürgün gönderilen Arabî Paşa’nın Bâb-ı Luk’taki el konulan Köşkü’nde yapılan ilk büyük Dünya Protestan misyonerler kongresi’nde de “ehl-i sünnet” gündeme gelmişti. Hem de Kongrenin Başkanı, Yahudi asıllı Amerikalı Papaz Samuel Zwemer tarafından ilk kez Protestan misyonerlerin gündemine “İsimsiz Hıristiyanlık” projesini getirmişti. Bu projeye göre; eğitim, sağlık, spor, siyaset, basın, vb. her türlü sosyal faaliyet, gençlik ve kadın hareketleri istismar edilmeli, ama bunlar yapılırken misyonerler hep arka planda “görünmeyen yöneticiler” olarak kalmalı idiler. 1906 Kahire Kongresinde ittifakla kabul edilen bu proje hemen İslam dünyasının her tarafında uygulanmaya başlanmıştı.

Misyonerler; özellikle Hilafetin merkezi olan İstanbul’da bu projeyi uygulamak için, II. Meşrutiyet sonrası aktif bir faaliyet içine girmişlerdi. Bu kapsamda, 1910’larda İstanbul’da kurulan Hıristiyan Gençler Cemiyeti(YMCA); başta Abdullah Cevdet, Baha Toven, Sabiye Zekeriya Sertel, Cenap Şahabettin vb. olmak üzere birçok Türk aydınına konferanslar verdirerek; ateist hale getirmeye çalışmışlardı. Çünkü onlara göre ateist Türkleri Hıristiyan yapmak, Müslüman Türkleri Hıristiyan yapmaktan çok daha kolaydı. Ayrıca Amerika ve İngiltere’ye giden Osmanlı talebelerine yönelik misyonerlik faaliyetleri de hızlanmış, âdeta bir taarruza, silahsız bir “haçlı seferi’ne” dönüşmüştür. Bu taarruz o hâle gelmişti ki;1918’de Amerika’ya giden Türk talebelerden Ahmet Emin Yalman; meşhur Protestan Papaz Samuel Zwewer’ın kendilerini Hrıstiyanlığa kazanmaya yönelik aktif misyonerlik faaliyetlerden dolayı hatıralarında onu “ruh avcısı” olarak suçlayacaktır.

İslam Gemisi’ni Boşaltmak

Osmanlının ehl-i sünnet hassasiyetlerinin ne derece önemli olduğunu anlamak için, 1906 Kahire kongresinde, kongre başkanı Papaz Sammel Zwemer’in şu tavsiyelerini okumak yeterli olur kanaatindeyim. Zwemer şöyle diyor: “Bir Müslüman’a dinini bırak dersen, onun İslam’ı bırakması asla mümkün değildir. Nitekim 25 yılda ancak 25 Müslüman’ı Hıristiyan yapabildik. Onlar buna karşılık her gün en az 25 Hıristiyan’ı Müslüman yapıyorlar. Biz Müslümanlara; ‘Sizin dininiz olan İslamiyet; mücevher yüklü çok kıymetli bir gemiye benziyor. Ama bu gemi’nin yükü çok ağır. Geminin karşıya batmadan geçebilmesi için, bu yüklerin bir bölümünü denize atmamız gerekir’ demeliyiz. Böylece mübahlardan, müstehaplardan, sünnetlerden başlayarak, vaciplere, farzlara gelinceye kadar onlara geminin bütün yüklerini boşalttırmalıyız. Böylece gemi karşıya geçse de boş geçmeli!..” Bu gün, Osmanlı’ya düşman olanlar geminin yükünü boşaltmaya çalışanlar ve onların yerli işbirlikçileridir. Osmanlı; İslam gemisinin yükünü muhafaza ettiği için hâlâ dünya Müslümanlarının gönlünde taht kurmuştur.


Arifan Dergisi
eginli:
Allah (c.c.) paylasiminiz icin razi olsun...

bu konuda avusturyada görev yapan bir hocamizda söyle bir sey nakletmisti...

osmanli ordulari viyanayi kusatmislar, kusatmayi kaldirip dönecekleri zaman orada yapmis olduklari caminin ihyasi ve o caminin ehlisünnet ve hatta hanefi mezhebine uygun hareket eden imamlarin gelmesini sart kosmuslar ve anlasmayi o minval üzere yapmis olduklarini nakletmisti...
Fatihan:
ŞİÎLER kendi mezheplerine bağlılar. İçlerinden bir kısmı aktif Şiîlik propagandası yapıyor, Şiîliği destekliyor.

Vehhabîler kendi fırkalarına bağlılar. Vehhabîlik propagandası yapıyorlar.

Mezhepsizler mezhepsizlik için çalışıyor.

Onlar, bu yaptıklarını çok tabiî ve haklı buluyor. Hürriyet var Şiîlik, Vehhabîlik, mezhepsizlik için çalışabiliriz diyorlar.

Bendeniz bir Ehl-i Sünnet Müslümanıyım, Ehl-i Sünneti destekliyorum, onun propagandasını yapıyorum. Ehl-i  Sünnetin bâtıl olduğunu, içinde büyük yanlışlar ve bid'atler bulunduğunu iddia edenlere karşı onu savunuyorum.

İşte bu benim yaptığım, dehşetli protestolara, tepkilere yol açıyor. Hakaret ediyorlar, sövüp sayıyorlar, iftiranın ve seviyesizliğin bini bir paraya...

Hürriyetse, benim bir Sünnî olarak hürriyetim yok mudur?

Eşitlikse ben onlar kadar eşit değil miyim?

Bendeniz hakaret etmiyorum, elimden geldiği kadar terbiyeli ve seviyeli bir üslupla yazıyorum.

İsim ve kimliğimle yazıyorum, birtakım takma adların ardına saklanmıyorum.

Muhatabım, Ehl-i Sünnet mezhebine bağlı Sünnî Müslümanlardır. Onları uyarmaya çalışıyorum.

Bir Sünnî olarak elbette Şiîleri, Vehhabîleri, mezhepsizleri memnun ve razı etmek gibi bir amacım yoktur.

Rahatsız olan kardeşlerimiz lütfen yazılarımı okumasınlar ve boş yere üzülmesinler. Çünkü ben hak yolun ehl-i sünnet olduğunu aynelyakîn ve ilmelyakîn biliyorum ve bu yolda yürüyeceğim.

Fitne çıkartmaya gelince:

Ehl-i Sünnet inanışının ve kültürünün hâkim olduğu Türkiye'de Sünnîliği savunmak fitne çıkartmak olarak yorumlanamaz. Asıl fitne, bu ülkeyi Şiî, Vehhabî veya mezhepsiz yapmak için çalışmaktır.

Sünnîliği Yezitçilik olarak gösterenler ne kadar aşırı, uç, müfrit bir zihniyete sahiptir.

Sünnîler çocuklarına, Ali, Hasan, Hüseyin isimlerini veriyorlar. Çocuğuna Yezid ismini veren bir tek Sünnî görülmüş müdür?

Şimdi Şiî kardeşlerime soruyorum: Şiî dünyasında bir tek Ebubekir, Ömer, Osman var mıdır?

Acaba ayrımcılığı kimler yapıyor?

Türkiye'nin Vehhabî olmasını elbette istemem. Bayramlarda merhum babamın ve merhume annemin mezarlarını ziyaret edip Yâsin okuyor, sevabını onlara ve âhirete intikal etmiş bütün mü'minlerin ruhlarına bağışlıyorum. Vehhabîler hakim olurlarsa bütün mezarları, bu arada annemin ve babamın kabirlerini de düzleyecekler. Resulullah Efendimiz kabir ziyaretine izin vermiştir.

Hz. Ali radiyAllahu anh ve kerremAllahu vecheh efendimizi, Ehl-i Beyti sevmeyen bir tek Sünnî gösteremezsiniz.

Hz.Ali, son derece cesur, korkusuz, kahraman, tâvizsiz bir mü'mindi. İlk üç halife zamanında onun taqiyye yaptığını iddia etmek, o büyük zata hakarettir. Resulullah Efendimiz onu, kendisinden sonra vekil ve halife bırakmış olsaydı, asla boyun eğmez ve bu makama otururdu.

Biz Sünnîler, Hz. Muaviye'yi elbette Hz.Ali derecesinde görmeyiz. Görmüş olsaydık camilerimize onun ismini de yazardık. Yazmamışız. Lakin Yezit yüzünden onu küfürle, nifakla suçlamayız. Resulullah Efendimizin vahiy katipliğini yapmıştır; üzücü ihtilâflar yüzünden onu dışlamayız.

Çok rica ediyorum:

Fitne çıkmaması için, tepkici kardeşlerimiz yazılarımı okumasınlar.

Bendeniz e-mail yorumlarına meraklı bir kişi değilim. On yedi sene boyunca yazılarımın altına yorum yazdırtmadım. Birkaç aydan beri gazete bana sormadan yorumları yayınlamaya başladı.

Şiîler, Vehhabîler, mezhepsizler Ehl-i Sünneti nasıl tenkit ediyorlarsa, Sünnîlerin de onları tenkide hakkı vardır. Yeter ki, İslâmî uhuvvet (kardeşlik) sınırları aşılmasın, iftira edilmesin, hakaret ve küfür çukurlarına inilmesin.

İnanç ve usûldeki bid'atleri, kendilerini küfre götürmeyen bütün mü'minler, bid'atçi de olsalar kardeşimizdir.

Bid'atleri ve bozuklukları, kıldığı namazın sıhhatini götürüp fesada vermeyen herMüslümanın ardında namaz kılınır.

Tekrar ediyorum: Mü'minler birbirlerine karşı taqiyye ve kitman yapmamalıdır.

Sünnî bir Müslüman olarak Türkiye'nin Vehhabîleştirilmesine, Şiîleştirilmesine, mezhepsizleştirilmesine bütün meşru yollarla karşı çıkacağım.

Ehl-i Sünnet kardeşlerimi bu konuda uyarmak benim vazifemdir.

Ehl-i Kıble, ehl-i iman olan, bid'atçi olsa bile, o bid'ati kendisinin imanını ortadan kaldırmayan bütün kardeşlerime selâm ve hürmetlerimi sunar, hayır dua ederim. Onlar da, bazı inanç, fikir ve görüşlerimi beğenmeseler ve paylaşmasalar bile bize dua etsinler.

M.Şevket Eygi
Fatihan:
Ümmet-i Muhammed'in "acil" gündemlerinin bulunması, "itikadda mezhebin ne?" sorusunu erteler mi? Ya da bu gündemlerle iştigal eden bir kimsenin itikadda herhangi bir mezhebin mensubu olmadığını söylemesi gerçekte neye tekabül eder?

Şurası açık ki, geçmişte Ehl-i Sünnet ile bid'at fırkalar arasında cereyan etmiş kelamî münakaşalarda gündemde olan hususların birçoğu günümüzde güncelliğini yitirmiş durumda. Kimse cevher, araz, cüz'-i la yetecezze... gibi konularla ilgilenmiyor.

Ancak bu, itikadın ve itikadî kabullerin güncelliğini, daha da önemlisi, "önemini" yitirdiği anlamına elbette gelmez. Zikrettiğim hususlar ve benzerleri, kelam sisteminin temelleri/öncülleri üzerine o dönemde tartışma gündeminde bina edilmiş meselelerdi. Bugün aynı temeller/öncüller varlığını devam ettiriyor; değişense, o öncüller üzerine bina edilen, edilmesi gereken meseleler.

Ehl-i Sünnet, "Sünnet"e bakışıyla diğerlerinden ayrılır. Bu en temel noktadır. Burada dikkat edilmesi gereken o ki, herkes bu nokta üzerinde görüş birliği ettiği halde, bunun pratik yansımaları hakkında çoğu kimse fikir sahibi olmadığı için, bu temel kabulün ayakları çoğu zaman yere basmıyor.

Oysa mesela Kur'an'ın herhangi bir ayetinin Sünnet verileri dikkat alınmadan tefsir edilmesi veya meallendirilmesi, aynı zamanda kişinin itikadî çizgisini ele veren bir göstergedir.

Hadisler ve hadis ravileri hakkındaki mülahazalar da bu noktanın uzantısı olarak kişinin itikadî çizgisinin tebellür etmesinde rol oynar. Bir kimse, herhangi bir makbul hadis hakkında veya sahabeden herhangi birisi konusunda küçümseyici bir tavır takınıyor, kendisini onları yargılayıcı/sorgulayıcı mevkide görüyorsa, Ehl-i Sünnet çizginin dışına düşmüş demektir.

Burada bir noktayı açıklığa kavuşturalım: "Delil olmaları", "bilgi ifade etmeleri" noktasında hadislere burun kıvırmak başka şeydir, Usul-i Fıkıh sistemi doğrultusunda hadisler arasında tercihte bulunmak başka şeydir. Aynı şekilde Sahabe nesline karşı herhangi bir hassasiyet göstermemekle, tearuz esnasında sahabîlerin rivayetleri ve kabulleri arasında tercih yapmak da birbirine karıştırılmamalıdır...

Hadislerin dinde/itikadda delil olamayacağını söylemek, Kur'an'ı sırf kendi görüşüne veya günün revaçta olan telakkilerine uygun tarzda tefsir etmek, hatta amelde herhangi bir mezhebi taklid etmediği iddiasında bulunmak, Selef'e, ulemaya, sulehaya burun kıvırarak bakmak Ehl-i Sünnet dışı tutumların tezahür ettiği başlıca alanlardır. Bir kimseden bunların sadır olduğunu müşahede ederseniz, tereddüt etmeden anlayın ve bilin ki o kimse Ehl-i Sünnet değildir. İstediği kadar bizimle aynı safta namaz kılsın, istediği kadar başörtüsüne özgürlük mücadelesi versin, istediği kadar "Gazze" desin...

"Başörtüsüne özgürlükten, Gazze'den, Ümmet'in problemlerinden daha önemli mi Ehl-i Sünnet olmak? Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyip de sırtüstü yatanlar yahut dünyevî mülahazalarla şu veya bu çevreyle aynı safta yer alanlar ne olacak?" diye sorulduğunu duyar gibiyim.

Hemen söyleyeyim: Tabii ki başörtüsü meselesi önemli, elbette Gazze ve kanayan diğer yaralarımız ötelenemez; ancak sırf bu meselelerle ilgileniyor diye bir kimsenin, -mesela- hadislerin Din'deki merkezî konumunu zayıflatmaya dönük gayretlerini yahut Sahabe nesli hakkındaki olumsuz tutum ve düşüncelerini görmezden gelmeye Din adına hakkımız var mıdır? Ümmet'in o hassas gündemlerinde, o kanayan yaralarının tedavisinde birlikte hareket etmek başka şeydir, Din tasavvurunu oluşturan temel unsurlarda gayr-i makbul tutumların benimsenmesi, hoş görülmesi daha başkadır. O hassas gündemleri öne sürüp, itikadî hassasiyeti "mezhepçilik" olarak takdim edenler, aslında kendi mezheplerinin propagandasını yapıyorlar. Bu nokta hakkında uyanık olmak gerekir.

Ebubekir Sifil
Lika:
Allah razı olsun.
Navigasyon
Mesajlar
Sonraki Sayfa

Tam sürüme git
Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek