Kültürümüzde vakıf geleneği asırlardan beri devam ede gelmekte. Kimsesizler, yoksullar, yetimlerden tutun da hayvanlara varıncaya kadar vakıf medeniyetimizin en önemli nişanesi olarak görkemli eserler inşa etmiş, medeniyetimize kan ve can vermiş. Hayrat geleneğimiz alıp başını yürümüş. Camiler, çeşmeler, selsebiller, okullar, imaretler, misafirhaneler, su tesisleri, kaplıcalar gibi yüzlerce vakıf eseriyle şehirler harmanlanmış... Özellikle de vakıf bırakanların amel defterlerini, öldükten sonra kapanmaması mü'minlere daha bir şevk ve azim vermiş.
Osmanlı dönemi vakıf eserlerinin isimlerini bile saymak ciltlerle ifade olunur. Yalnızca bazılarının ismini saymakla yetinelim:
Cami, mescid, külliye, medrese, mektep, çeşme, sebil, selsebil, şadırvan, fıskiye, havuz, kuyu, hamam, ılıca, hela, yol, köprü, kervansaray, imaret, hastahane, kütüphane, namazgah, gasilhane, tekke, ribat, zaviye, dergâh, türbe, künbed, çarşı, pazar, han, kışla, kale, kaldırım, miskinhane, kalenderhane, darülkura, darülhuffâz, dârülhadis, muvakkithane, çamaşırhane, yağhane, mumhane, şekerhane, demirhane, dökümhane, fırın, tezgâh, mezbaha, tophane, güllehane, şişhane, tımarhane, dârüşşifâ, suyolu, sarnıç, sığınak, kabristan, köşk, konak, meşrûtahane, kahvehane, bozahane, şırahane, kıraathane, eczahane, mahzen... Dedim ya, bunlar yalnızca bazıları...
Hz. Peygamber döneminden başlayarak vakıf kültürümüz ve geleneğimiz hep sürmüş. Selçuklular, Osmanlılarda daha bir arttıkça artmış, çoğaldıkça çoğalmış, müesseseleşmiş. Fatih Sultan Mehmed'le vakıf geleneği artık Osmanlı kültürünü belirleyici bir unsur olarak öne çıkmış ve hep öyle devam etmiş.
Fakat gelin görün ki, vakıf bırakanlar yaptırdıkları vakfettikleri eserleri geride bırakırken onların korunmasını, kollanmasını, yaşatılmasını istemişler. Bu nedenle geride bıraktıkları eserlerin bir duvarına ya bir dua, ya da bedduayı asmayı ihmal etmemişler. Yalnızca halk değil, bu geleneği Padişahlar dahi sürdürmüşler.
Sözgelimi Fatih Sultan Mehmed Ayasofya'yı vakfedip, camii olarak kullanılmasını istemiş. Bu amaç dışında kullananların "Yakalarının bir araya gelmemesi" noktasında beddualar etmiş. Hatta bu beddua yüzünden ülkenin ilki yakasının bira araya gelmediğini söylenir...
Fatih'in (1451- 1481) bedduasını daha önce konu edindiğimiz için bu sefer oğlu Sultan II. Beyazid (Veli)'nin (1481- 1512) de "Vakıf Bedduası"nı konu edinelim. Şöyle ki:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan, güzel ve temiz olan Hazreti Peygamber Sallalahü Aleyhi Vesellemi tasdik eden, Emir, Bakan, küçük veya büyük herhangi bir kimseye, bu vakfı değiştirmek, bozmak, nakletmek, eksiltmek, başka bir hale getirmek, iptal etmek, işlemez hale getirmek, ihmal etmek ve tebdil etmek helal olmaz.
"Kim onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve değiştirilmesi için uğraşır, feshedilmesine veya başka bir hale dönüştürülmesine kastederse, haram üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri irtikâp etmiş olur. Böylece günahkârlar alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Mâlik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerindedir.
"Kuşkusuz O, iyilik edenlerin ecrini zayi etmez..."
Vakfa dair bu gerçekten insanı ürperten bedduadan sonra bu kez de bir "Vakıf Duası"nı konu edinelim ve örnek olarak da Kanuni Sultan Süleyman'ın (1520- 1566) yaptığı vakıf duasını aktaralım:
"Her kim ki; Vakıflarımızın bekasına özen ve gelirlerinin artırılmasına itina gösterirse, bağışlayıcı olan Allahu Teâlâ'nın huzurunda ameli güzel ve makbul olup, mükafaatı sayılmayacak kadar çok olsun, dünya üzüntülerinden korunsun ve muhafaza edilsin..."
Osmanlı kültür ve medeniyetini tetikleyen unsur vakıf olgusudur. O nedenle yüzlerce, binlerce vakfiyenin bulunması boşuna değildir.
II. Bayezid devri (1481-1512) yazarlarından Cantacasin, Osmanlılarda vakfa olan itibarı şöyle anlatır:
"Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri, cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Müslüman Türkler, Hıristiyan ve Yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hıristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar. Bir başka seyyah olan D'Ohsson ise bunun kaynak noktasının İslâm dini olduğuna vurgu yaparak bunu şu cümleyle ifade eder:
"Kur'ân, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve en insan severi haline getirmiştir."