Evliliğimizin ilk haftasıydı. Ellerini öpüp hayır dualarını almak için, Muhammed Bâkır amca ile hanımı Maide teyzeyi ziyarete gitmiştik. Rahmetli Muhammed Bâkır efendi, Seyyid Fehim hazretlerinin torunudur. Yaşı o zaman seksenin üzerinde idi. Hanımı Maide teyzenin yaşı da ona yakındı.
Hal hatır sorduktan sonra, bizim hanım Maide teyze ile, ben de Muhammed Bâkır amca ile sohbete daldık. Benim bir kulağım Muhammed Bâkır amcada, diğeri de Maide teyzede; ne nasihat edecek ne diyecek diye merak ediyorum.
Maide teyze yakınlarından kimler var, diye bizim hanıma sordu. O da, annem, abim ve kız kardeşlerim var diye cevap verince, daha başka kimlerin var diye diğer bütün akrabalarını da saydırdı. Sonra kendisi doğu şivesi ile söze başladı: “Bak kızım dedi, şimdi senin ne anan var, ne abin var ne kardeşlerin ne de diğer akrabaların, bunların hepsini öldü kabul et. Sonra, sadece bu var, diye beni işaret etti. Eğer bunu böyle kabul edersen, rahat edersin. Sıkıştığın zaman akrabalarına sığınırsan, onları bir kurtarıcı gibi görürsen, bu hayat bitmez, dünyayı kendine zindan edersin.”
Muhammed Bâkır amca da konuyu dönüp dolaştırıp evlilik üzerine getirdi. Dedi ki, “Bak oğlum, bu kızcağız Cenab-ı Hakkın sana bir emanetidir. Emanetin muhafazası gerekir. Kendisine zarar verecek her şeyden bunu korumakla mükellefsin. Kendi anne babandan da koruyacaksın. Çünkü evlilikte en çok zarar erkek ve kızın yakınlarından gelir. Sizin artık işiniz aşınız onlardan ayrı. Kendi işinizi kendiniz görmeyi öğrenin. Sıkıştığınız zaman anne babanızdan yardım istemeyin. Kendi tecrübelerinizle, imkanlarınızla ayakta kalmayı öğrenin. Sizin halinizi sizden başka kimse bilmez. Birbirinize destek olun dışarıdan destek aramayın.”
O zamanlar bu nasihatlarin önemini bugünkü kadar anlayamamıştım. Kızların anne babalarına sığınmaları, erkeklerin anne babalarının tesiri ile kıza zulmetmeleri ve ailelerin de gereksiz müdahalesi ile yıkılan nice yuvalara şahid olunca çok daha iyi anladım bu nasihatların önemini. Gençler arasında hiçbir ciddi problem olmamasına rağmen, kız tarafının damadı avuçlarının içine alma gayretleri, erkek tarafının da kızı anne babasından koparmak için yaptıkları akıl almaz mücadele yeni kurulan yuvaları çatır çatır yıkmaktadır.
Gençlerden aldığım bu husustaki şikayetler dudakları uçuklatacak cinsten.Yediği yemekten, giydiği elbisesine, günlük harcamasından haftalık gezisine kadar karışan kız yakınları. Düğünde hediye gelen altınların nasıl değerlendirileceğinden tutun da, kız tarafına hangi aralıkla nasıl gidileceğinden ne tür hediyeler alınacağına, nerede çalışacağına dair müdahaleler. Damadın tayini başka bir ile çıktığında kızlarını göndermeyen aileler... İnsan, “Madem kızın bu kadar kıymetli idiyse ve dizinin dibinden de ayırmayacaktın niçin evlendirdin?” demeden duramıyor.
Aileler kuşun yuvadan uctuğunu bir türlü kabullenemiyorlar. Artık onların yeni bir yuvası var. Bu yuva kendileri ve çocukları içindir. Bunun dışındakiler anne baba da olsa misafirdirler. Bir misafirin müdahalesi ne kadar olursa onların da müdahalesi ancak o kadar olmalıdır.
İki ayrı ruh iki ayrı bedenin uyum sağlaması kolay değil. Gençler bunun mücadelesini verirken bir de anne babaları ile mücadele vermeğe kalkınca işler iyice karışıyor. Ya ruh dengeleri bozuluyor ömür boyu bunun sıkıntısını çekiyorlar ya da, evlilik sona eriyor.
Her iki tarafta uzaktan akrabam olan iki genç evlenmişlerdi. Her iki taraftan da o kadar müdahale oldu ki, gençler gizlice Avustralya’ya kaçmak zorunda kaldılar. Evliliği ancak böyle kurtarabildiler. Şimdi anne babalar çocuklarının ve torunlarının hasreti ile kavruluyor, hergün gözyaşı döküyorlar. Kendilerine de çocuklarına da kimsenin yapamayacağı kötülüğü yaptılar. Hani derler ya, insanın kendine yaptığı kötülüğü cümle alem toplansa yapamaz.
Anne babalar, lüftfen çocukları rahat bırakın. İyilik yapalım derken, onların yuvalarını yıkmayın. Cenab-ı Hakkın, “Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı.” buyurduğu evleri zindana çevirmeyin.
İzmirli bir gencin evliliği, üç sene önce bir sene dolmadan bitmiş. Bitiş sebebini şöyle anlattı: Evimiz kayınpederlerin evine yakındı. Sabah ben işe giderken hanım da hazırlanıyor benimle beraber evden çıkıyor annesine gidiyordu. Akşam çoğu zaman annesinden alıp getiriyordum. İş dönüşü evde olduğu zaman da annesi bizim evde oluyordu. Başbaşa rahat bir şekilde kaldığımız nadirattandı. Bir müddet böyle devam etti. Bir gün hanıma, bu böyle olmaz, biz artık evlendik, ayrı bir evimiz var. Herkes evinde başbaşa, yalnız kalmak ister. Ayrı bir evimiz olduğunu kabullen, emanetçi gibi olma. Annene söyle, devamlı burada olmasın. Sen de, hergün annenlere gitme. Hafta sonunda beraber gideriz. Hasretini giderirsin, dedim. Önce razı olmadı. Ben annemsiz duramam, dediyse de ben ısrar edince mecburen razı oldu.
Bu defa da, telefonla görüşmeye başladılar. Herkese gelen telefon parasının 3-4 katı fatura gelmeye başladı. Kendisini defalarca ikaz ettim. Hatta, kayınvalideye de durumu söyledim. Telefon etmesini çok görüyorsun, tabii ki arayacak diye kızından taraf oldu. Bir müddet daha sabrettim. Değişen bir şey yok. Sonunda bu konu tartışmaya dönüştü.Tartışmadan annesinin haberi oldu hemen. Nasihat edecekleri yerde, kızlarını alıp götürdüler. Gidiş o gidiş, bir daha da bir araya gelemedik. Evliliğimiz fındık kabuğunu doldurmayan bir sebepten bitti.”
Konyalı Hacı Veyiszade efendi damatları, seyit veya alim olmadıkları halde geldiklerinde yaşlı haliyle ayağa kalkardı, onlara hürmet gösterirdi. Sebebini sorduklarında,” Benim için damatlarım muhterem kimselerdir. Çünkü, kızlarımın dinlerini, namuslarını koruyorlar, nafakalarını veriyorlar” derdi.
Evlilikte ilk aylar çok önemlidir. Kadın evine alışmalı, evini kabullenmelidir. Bunun için, evin ana babanın biraz uzağında olmasında büyük fayda vardır. Birçok kız annesi, aynı mahallede hatta aynı apartmanın karşı dairesinde olmasını istiyor. Aslında bu, kızına iyilik değil kötülüktür. Kız tarafına yakın olunca, herhangi bir şeyden dolayı kızının üzgün olduğunu gören anne baba eyvah, damat kızı dövmüş, üzmüş gibi yanlış düşüncelere kapılıp araya girerler sıkıntıya sebep olurlar. Erkek tarafına yakın olunca da sıkıntı olur. Örneğin insanlık hali kız hasta olabilir. Bunun için yemek hazırlayamaz, ütüsünü yapamaz. Bu hali gören erkeğin ana babası eyvah oğlumuz aç susuz kalıyor, elbisesi bile ütülenmemiş diyerek kıza sıkıntı verirler.
Kayserili Osman amca anlatmıştı: Damadı ziyaretine gelince, damat tatlı gel, demiş. Damat da sonraki gelişinde tatlı getir anlamış baklava ile gelmiş. Osman amca yine, damat tatlı gel, demiş. Bir daha ki gelişinde, bir değil iki kilo baklava getirmiş. Osman amca yine, oğlum tatlı gel deyince artık sormak zorunda kalmış. Osman amca demiş ki, oğlum tatlı gelden maksadım, sık gelme seyrek gel. Seyrek gelince kıymetin artar, aramız tatlı olur, demek istedim, demiş.
Evliliğin ilk aylarında aileler çocukları kendi yanlarına çekme gayreti yerine, herkes kendini karşı tarafın yerine koysa problem kendiliğinden çözülecek daha doğrusu problem olmayacak. Daha da ilerisi, kız tarafı erkek tarafını tutar, onun avukatlığını yapar, erkek tarafı da kız tarafını düşünür onları memnun etmeye çalışırsa, aileler arasında memnun etme yarışı başlar, her iki aile de rahat eder.
Aslında erkeği ailesinden koparmak kız tarafına fayda değil zarar getirir. Oğullarının kendilerini terk ettiğini gören anne baba, maddi manevi desteklerini çekerler. Her fırsatta, evliliğinin devamı için değil yıkılması için çalışırlar. Bunun için böyle bir hareket hem dinen hem de örfen uygun olmaz. Netice de o yaşa kadar, büyütmüş okutmuş ilerisi için büyük hayaller içinde olan ailenin hayalleri yıkılır. Onların beddualarının alınmasına sebep olur. Beddua ve kin üzerinde olan yeni aile fazla ayakta kalamaz.
Erkek tarafının da kızı ailesinden tamamen koparmak istemesi çok yanlış olur. Belli ölçülerde irtibat mutlaka devam etmelidir. Yeni yuvanın mesafe olarak erkek tarafına daha yakın olması da hem dinimizin hem de örfümüzün gereğidir.
Çok mahzurlu, dinen uygun olmayan bir hal değilse, kız tarafı her zaman tartışmalarda kızının değil damadının yanında yer almalıdır. Asırlardır Müslümanlar böyle hareket etmişlerdir. Bunu da Resulullah efendimizin uygulamalarından öğrenmişlerdir.
Resulullah efendimizin mübarek kızları Rukiye validemiz, üzerine cariye aldığı için kocası hazret-i Osmanı babasına şikayet etti: Resulullah efendimiz, “Ey benim kızım! Eğer Allahü teâlânın rızâsını ve benim rızâmı istersen, bir ân durma, var evine ki, Osman’ın ayaklarına yüzünü sürüp, özür dile. Yoksa ne Hakkın huzurunda, ne de benim huzurumda yerin kalır.” deyip ve bir ân durdurmayıp, Hazreti Osman’ın huzuruna gönderdi.(Dört Büyük Halife)
Ufak bir tartışmada, hemen kızana arka çıkan anne babalar Peygamber efendimizin bu nasihatlarından ders almalıdırlar.
Dinimizin bildirdiği bu sınırlar aşılırsa, bir başkasının hakkına tecavüz olacağından zulüm başlar. Bu da hem dünyada hem de ahırette sıkıntı demektir. Haksızlığın ve zulmün olduğu yerde huzur kalmaz, huzursuzluk olur.
Bunun için anne baba ve çocuklar hak ve hukuklarının sınırlarını çok iyi bilip bunları aşmamalıdır. Anne babanın kendi çocukları da olsa onların hakkını gasb etmeye hakları yoktur. Çocukları üzernide her türlü tasarrufta bulunma salahiyetine sahip değildirler. Ancak dinimizin müsaade ettiği kadar müdahale edebilirler.
Sevgide aşırılıktan bahsettik. Örneğin birçok anne baba konuşma esnasında şöyle derler: “Biz çocuklarımız için varız, onlar için yaşıyoruz...” Bu aklı başında bir Müslümana yakışan söz değildir. Bir insan sadece çocuklar için nasıl yaşar? Müslüman öncelikle dini için ahıreti için yaşar. Nihayetinde, çocuklar anne babaya cenab-ı Hakkın birer emanetidir. Emanet muhafaza edilir; onun için yaşanmaz. Çok kız babası, kızlarına o kadar düşkünler ki, istemeye gelecekler, kız gidecek diye ödleri kopuyor. Bütün bunlar ölçüyü aşmanın, aşırılığa kaçmanın alametleridir. Bu durum inanç zafiyetinin, inanç boşluğunun bir ifadesidir. Bu boşluğu başka şekilde doldurma gayretleridir.
Dinimize göre, bir kız evlenme çağına gelince, uygun biri talip olduğunda hemen evlendirilir. İslam büyükleri buna çok dikkat etmişler. Bunu, geciktirilmesi caiz olmayan şeyler sınıfına sokmuşlardır. Cenab-ı Hak anne babaya verdiği emanetçilik vazifesi bu çağda sona erer. Bu vazife bittiği halde, erkeğin şusu busu yok diye kızlarını evlendirmeyen mesul olmuş olur. Çünkü evlenmek gençlerin hakkıdır. Dinimizin önemli bir emridir. Ayrıca normal hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Çünkü dünya hayatı bunun üzerine bina edilmiştir. Evlenmeyen gencin ruhi ve bedeni dengesi bozulur. Dikkat edilirse, genelde evlenmeyen kimselerin ruhsal yönden rahatsız olduğu görülür.
Evlendirdikten sonra da, emanetçilik vazifesi bitmiş olacağı için emanetçilik vazifesine hâlâ devam etmek istenirse, başkasının hakkına tecavüz edilmiş olur ki, bu da büyük bir zulüm olur. Evlendirip onların yeni bir yuva kurmalarından sonra eskisi gibi yakından değil artık uzaktan ilgilenmesi gerekir. Çünkü birinci derece ilgilenme sona ermiştir. Kızdan artık babası değil kocası mesuldür. Erkek ise hem kendinden hem de hanımından sorumludur. Babanın evlenen oğlu ve kızı üzerinde mesuliyeti kalmamıştır artık.
Hak ve hukukta, sevgide sınır çok önemlidir. Sınır korunmaz, hanım, çocuk maksat haline gelirse o zaman durum çok tehlikeli boyuta varır. Bunun tehlikesi nedir, maksat çocuk olunca ne olur? Bunun cevabını dört asır önce İmam-ı Rabbanî hazretleri kısa ve öz olarak şöyle ifade etmiş: “Kişinin maksadı neyse mabudu o olur.”
İnsanoğlunun başına gelen bütün sıkıntıların sebebi orta yolu bırakıp aşırılığa kaçmasıdır.
İnsanoğlunun başına gelen bütün sıkıntılar, belalar, cenab-ı Hakkın bildirdiği orta yolu bırakıp kendi kısa akıllarına göre açtıkları yollara sapmalarının neticesidir.
Aşırılıklar insanı hep orta yoldan, doğru yoldan uzaklaştıran birer tuzaktır. Konumuzla ilgili bir örnek verecek olursak; Batı’da aşırıya kaçıp çocuklar onsekiz yaşına gelince, kız olsun erkek olsun anne babası emanetçiliği bırakıp, ne halin varsa gör, diyerek sokağa bırakıyor. Aile bağları büyük ölçüde bu yaşta bitiyor. Aileler ile çocukları arasında yeteri kadar sağlam bağ olmadığı için de bugün Batı’da aile yok olmak üzeredir. Ailenin yok edildiği toplumların da ayakta kalması mümkün değildir. Tarihte bunun örnekleri çok görülmüştür. Bizde de, pek çok anne baba diğer bir aşırı uçta yer alıyor. Yani çocuklara karşı olması gerekenden fazla bir sevgi ve bağlılık ile aile yapısı bozuluyor. Genç evliler, hayatiyetlerini normal bir şekilde devam ettiremiyorlar.
Her aşırılıkta olduğu gibi sevgide de aşırı gidilirse nerede duracağı belli olmaz. Farkında olmadan insanı Allahtan başka şeylere tapma noktasına getirir. Çünkü, insanın maksadı neyse taptığı o odur. Eğer bir insan Allahı unutup, hep para için çalışırsa, o, artık paraya tapıyor, demektir. Yine sadece çocukları için yaşıyorsa, bunlara olan sevgisi herşeyin üzerine çıkmışsa ona tapıyor demektir.
Eğer kişinin gayesi, maksadı cenab-ı Hak ise, herşey ona kavuşmada bir vasıta ise onun mabudu Allahtır. Artık onun her şeyi, her işi ahiret olur; evi, arabası, parası, çoluk çocuğu ahireti kazanmada birer vasıta olur. Dinimizin emrettiği de budur.
Kur’an-ı kerimin bir çok ayetinde bu konuda bizler uyarılmaktayız. Mal ve çocukların birer imtihan olduğu, bunların insanı Allahtan alıkoymaması gerektiği mealen şöyle bildirilmektedir: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allahı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafikun, 9) “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Büyük ecir ise Allah katındadır.” (Tekabun,15)
Bunun için de sevgide aşırıya kaçmamak, dengeyi korumak ve doğru yol olan orta yolda olmak gerekiyor. Hadis-i şerifte “İşlerin hayırlısı vasat (orta) olanıdır.” buyuruldu. Çünkü iyilik, doğruluk demek, tam orta yol demektir. Ortanın sağında, solunda olmak, iyilikten, doğruluktan ayrılmak olur. Hûd sûresinde mealen “Emrolunduğun doğru yolda bulun!” buyurulmuştur.
Orta yol, hak yol, doğru yol birdir. Bu da Ehli sünnet yoludur. Bozuk yollar ise, çoktur. Hattâ sonsuzdur. Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzularını ve aşırılıklarını önlemek için göndermiştir. Emir ve yasaklar taşkınlıkları önlemek içindir. Nefsin taşkınlıkları, insanı sefâlete, âile fâcialarına, felaketlere sürükler. Allahü teâlâ nefsin arzularına uymağı sınırlayan, hem de nefsi temizleyip aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emirler ve yasaklar gönderdi. Peygamberleri ile gönderdiği bu emir ve yasakların toplamına (İslâmiyet) denir.
İslâmiyete uymak, nefsin bu aşırı arzuları frenlediği, tahdîd ettiği için, insana acı, zor gelir. Bunun için insan, islâmiyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Saadete kavuşmak istemez. Felakete sürüklenmek ister. Allahü teâlâ, dünya arzularını, lezzetlerini yasak etmedi. Bunları, azgın, taşkın, zararlı olarak kullanmağı yasak etti. İnsan dine uymazsa, sahibinin, yaratanının gadabına, azâbına düçâr olur. Dine uyan kul, mesûd, rahat olur. Yaratanı onu sever.
Dünya ziraat yeridir. Tarlayı ekmeyip, tohumları yiyerek nefsin arzuları doğrultusunda zevk ve safâ süren, mahsûl almaktan mahrum kalacağı gibi, dünya hayatını, geçici zevkleri, nefsin arzularını taşkın ve şaşkın olarak yapmakla geçiren de, ahıretteki ebedî nîmetlerden, sonsuz zevklerden mahrum olur.
Anasayfaya dön | Kapak Sayfası |
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri |