EVLİLİĞİN TEMELİ TAKVA ÜZERE OLURSA

Menkıbe 1: Kırk gün bekledi

Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, ma­kam ve mevkı sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş meyveler olgunlaşmış bolluk bereket gelmişti.

Efendisi, bundan üzüm isteyince, toplayıp getirdi. Getirdiği üzüm çok güzel ol­masına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı. Efendisi; "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?" demekten kendini alamadı.

Mübârek; "Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyo­rum!" diye cevap verdi. Bağ sâhibi; "Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun." diye çıkıştı. Mübârek onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu. Efendisi; "Niçin onlardan yemedin?" deyince; "Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uy­gun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.

Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâ­line hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâ­lini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok kimse onu ister. Hangisine vereceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:

"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlar­dan dilediğini seç."

Bunun üzerine efendisi: "Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kı­zımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende buldum." dedi.

O ise kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi. Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım." cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi.

Kadın kızın râzı olduğunu babasına an­latınca nikahları kıyıldı, düğün yapıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca dayana­madı; "Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve si­temde bulundu. Bunun üzerine kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı edi­yorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?" demekten kendini alamadı.

Buna karşılık dâmâd: "Ey efendim! Bu na­sıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.

Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi. İşte bu Abdullah, Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, evliyanın meşhurlarından  Abdullah bin Mübârek’tir.

Menkıbe 2: Böyle babadan böyle evlad olur

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri'nin babası Sâbit hazretleri, daha bekar iken temiz ahlâklı, takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü, salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı.

Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; "Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı." dedi ve buna pişman oldu.

Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; "Çok cömert ve ihsân sâ­hibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan, alma demez. Bir tane el­madan ne çıkar." dediler.

Sâbit aramalardan sonra, bahçenin sâhibini buldu ve; "Ya elmanın parasını al, yahut helâl et." dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini gö­rüp, hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi. Sâbit'e; "Helâl etmem için ne vereceksin?" diye sordu. Sâbit; "Altın istersen altın, gümüş istersen gümüş." dedi.

Bahçe sâhibi; "Ben altın, gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim." dedi. Sâbit; "Teklifin nedir?" diye sordu. Bahçe sâhibi; "Benim bir kızım var; gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söylemez, ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyo­rum. Kabûl edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa, yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb ederim." dedi.

Sâbit kendi kendine; "Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir." deyip kabûl etti.

Bahçe sâhibi, teklifinin kabûl edildiğini görünce, böyle bir kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada, gâyet süslü, güzel, sağ­lam, görür, işitir, konuşur, yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi kal­kıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu.

Sâbit kendi kendine; "Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı?" dedi. Hanımın kendi ni­kâhlısı olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; "Niye çıkıyorsun ey Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim!" dedi. Sâbit ona; "Baban seni bana kötüledi. Kördür, sağırdır, dilsizdir, kötü­rümdür." diye târif etti. Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyor­sun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır." dedi.

Nikâhlısı kız; "Bu bir sırdır, izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve seven bir insandır. Seneler olu­yor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye kadar hiçbir yabancı, yü­zümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh işleme­miştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine git­mez, bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz, günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet bu­dur." dedi.

Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; "Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin." dedi. Haramlardan ve şüpheliler­den sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim, irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi. Büyüdü Hanefi mezhebinin kurucusu imam-ı azam oldu. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir.

Menkıbe 3: Hanım takva ehli olunca

Büyük velîlerden  Şâh Şücâ Kirmânî haz­retleri’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona tâlibdi. Şâh onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitirinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip: “Ey genç, evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır.” deyince, ona; “Kur’ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok.” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile ka­tık, biri ile güzel koku satın al.” dedi.

Şâh Şücâ kızını o genç ile evlen­dirdi. Kızı, o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasibindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım.” dedi.

Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye başla­yınca, genç; “Ah! Ben Şâh’ın kızının, benim yanımda durmayacağını bilmiştim.” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyo­rum, îmânının zayıflığı için gidiyorum. Sen akşamdan, sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama şaşıyorum, bunca senedir yanındayım, bana seni haramlardan kaçan, dünyâyı hiç düşünmeyen birine verece­ğim derdi. Bugün öyle birine verdi ki, Rabbine îtimâd etmiyor, rahat içinde bulunmuyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver.” dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mesûd olarak yaşadı.

Menkıbe 4: “Osmân’ın ayaklarına yüzünü sürüp, özür dile!”

Habîb-i Ekrem Efendimizin kerîmeleri Rukayye validemiz, Hz.Osman’ın kendisi üzerine cariye aldığında kırılmıştı. Bunu Hazreti Osman’ın yüzüne vurmayıp, hemen zerâfet ile izin isteyip, babamın seadethânelerine gitmek istiyorum, dedi. Hazreti Osmân izin verdi. Amâ içine te’sîr edip, kalbine ateş düştü. Kendi kendine dedi ki:

- Habîbullah Efendimize varıp, benden şikâyet ederse, benim hâlim nice olur. Ne dünyada ve ne âhırette yerim kalır, deyip, derhâl abdest alıp, mubârek yüzünü ve sakalını kara toprağa sürüp, feryâd ve figân ile Hak teâlânın dergâh-ı âlisine tedarrû ve niyâz etti.

Hazreti Rukayye de Sultân-ı kâinâtın seadethânelerine vardıkta, Server-i Enbiyâ, Rukayye validemizin yüzünde sıkıntı eseri görüp, sual buyurdular ki,

-Ey benim ciğerparem. Nedir hâlin, niçin sıkıntıdasın.

Hazreti Rukayye elinde olmayarak ağlayıp, üzüldüğü hususu arz etti.

Hazreti Habîbullah;

-Ey benim kızım! Eğer Allahü tebâreke ve teâlânın rızâsını ve benim rızâmı istersen, bir ân durma, var evine ki, Osmân’ın ayaklarına yüzünü sürüp, özür dile. Yoksa ne Hakkın huzurunda, ne de benim huzurumda yerin kalır, deyip ve bir ân durdurmayıp, Hazreti Osman’ın huzuruna gönderdi.

Rukayye da emr-i şerîfine uyup, acele ile geri evine geldi. Kapıya el vurdu. Baktı ki, kapı kapanmış. Kapıya vurdu. Hazreti Osmân içeriden seslendi ki, kimdir. Hazreti Rukayye dedi ki, bu zayıf hanımındır.

Hazreti Osmân acele ile kapıyı açtı. Özür dilemek istedi. Hazreti Rukayye râzı olmayıp, mubârek ayaklarına kapanmak istedi. Hazreti Osmân mâni’ olmak istedi. Hazreti Rukayye râzı olmadı. “Elbette babam hazretlerinin emrini yerine getirmeyince içeri girmem” deyip, mubârek yüzünü Hazreti Osman’ın ayaklarına sürüp ve özür diledi.

Ondan sonra Hazreti Osmân secde-i şükür edip, dedi ki,

- Ey Resûlullah’ın kerimesi! Mâdem ki baban sana böyle nasihat etti. Ben de Allahü teâlânın aşkına ve babanın hurmetine haremimde olan câriyeyi âzâd ettim, dedi. (Cihanı Yari Güzin)

İbretli bir hikaye: Gül veren elde gül kokusu kalır

Zaman zaman bu konuya takıldığımı biliyorsunuz. Çünkü aynı insanı seven iki kişinin (gelin ve kaynananın) geçimsizliği bana çok garip geliyor. Ayrıca bu yüzden hayatın zehir olduğunu izlemekten acı duyuyorum.

Bu konuda hepinizle eski bir Çin hikâyesini paylaşmak istiyorum.
Li-Li, gelin olup Çin geleneklerine uygun biçimde kaynanasının evine taşınmıştı. Fakat kısa bir süre sonra, kaynanasıyla arasında geçimsizlik başladı. Çünkü kişilikleri tamamen farklıydı ve birinin ak dediğine diğeri kara diyordu.

Genç gelin ayrı bir eve taşınmak için nabız yoklayınca ortalık ayağa kalktı. Hiçbir gelin kaynanasından ayrı ev açamazdı. Çin gelenekleri buna asla izin vermiyordu. Li-Li mecburen vazgeçti. Kendini bastırıp kaynanasıyla oturmayı sürdürdü.

Fakat hayat gitgide çekilmez oluyordu. Hele de eşinin hali perişandı. Annesiyle karısı arasında tükeniyordu. Hayat üçü için de cehennem azabına dönmüştü. Genç gelin çaresizlik içinde kıvranırken, aklına çılgın bir fikir geldi. Kaynanasını zehirleyecekti. Fakat bunu kimseye fark ettirmeden yapmalıydı.

Doğruca babasının eski bir arkadaşı olan ihtiyar bir aktara koştu ve planını anlattı.
Peki diyen yaşlı baharatçı, ona bitkilerden bir şurup hazırladı:
Bu dedi, Etkisi üç ay içinde görülecek bir zehirdir. Üç ay boyunca her gün azar azar kaynananın yemeğine karıştıracaksın.

Parmağını havaya kaldırarak devam etti yaşlı Çinli aktar: Kaynanan öldüğünde kimsenin senden kuşkulanmaması için, üç ay boyunca kaynanana çok iyi davranmalı, bir dediğini iki etmemelisin. Kadıncağız üç ay sonra nasılsa ölecek, bari gözü arkada kalmasın?
Tamam diyen Li-Li, sevinç içinde eve döndü ve yaşlı baharatçının dediklerini aynen uygulamaya koydu.

Kaynanasına her gün çok güzel yemekler pişiriyor, o güne değin hiç olmadığı kadar da iyi davranıyordu. O kadar iyi davranıyordu ki, kaynanası gelinine yaptıklarından dolayı pişman olmaya başlamıştı. Gelinine haksızlık ettiğini düşünüyordu. Birkaç gün içinde o da değişip iyileşmeye karar verdi. Artık o da gelinine çok iyi davranıyordu?

Böylece aileye dirlik ve düzen gelmişti. Herkes çok mutluydu. Özellikle Li-Li’nin eşi, bu değişimden son derece memnundu. Annesiyle karısı arasında öğütülmekten kurtulmuştu.
Fakat zehir etkisini gösterip kaynana ölünce ne olacaktı?.. Genç gelin yaptıklarından pişman bir vaziyette aktar dükkânının yolunu tuttu. Babasının dostu olan yaşlı aktarı tekrar buldu. Kaynanası için bir panzehir yapmasını rica etti.

-Artık ölmesini istemiyorum, lütfen verdiğiniz zehiri etkisizleştirecek bir panzehir hazırlayın.
Li-Li konuşurken ağlıyordu. Yaşlı baharatçı, karşısında ağlayarak konuşan genç gelini gülümseyerek dinledikten sonra, sordu:

-Neden artık kayın validenin ölmesini istemiyorsun? Oysa buraya ilk geldiğinde çok kararlı görünüyordun.
-İstemiyorum, çünkü dedi Li-Li gözyaşlarını silerek, O çok değişti, artık eskisi gibi aksi değil, benim ak dediğime kara demiyor, evin içinde gülümseyerek dolaşıyor, bana kızım diye hitap ediyor. Anlayacağınız ey babamın dostu, evde her şey yolunda.

İhtiyar baharatçının gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı: Demek işler yolunda, birbirinizle artık zıtlaşmıyorsunuz.

-Asla dedi genç gelin: Zıtlaşmak şöyle dursun çok seviyoruz birbirimizi, biraz görmesek özlüyoruz.

-Ve artık onun ölmesini istemiyorsun.

-Asla! Kaynanamı o kadar seviyorum ki, ölürse dayanamam. Bu benim başıma gelebilecek en büyük felaket olur.

Yaşlı aktar uzun sakalını çekiştirerekten tane tane konuşmaya başladı: Ey benim eski ve iyi dostumun kızı Li-Li, merak etme, sana zehir diye verdiğim şey iştah açıcı etkisi olan bir şuruptu. Ondan yemeğine katarak, sadece kaynananın iştahını artırabilirdin.
Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti: Gerçek zehir senin beyninde idi. Adı peşin hüküm ve nefretti. Zaten nefret, peşin hükmün çocuğudur. Bir beyne yerleştiler mi, beyindeki tüm iyi şeyleri öldürürler. Kaynanana iyi davranınca beynindeki zehirlerden kurtuldun. Kaynanan da, senin iyi davranışların sayesinde kendi beynindeki zehirlerden kurtuldu. Sana iyi davranmaya başladı. Peşin hükümle birlikte nefret dağıldı gitti, yerlerine sevgi geldi. Sonuçta olmanız gerektiği gibi ana-kız oldunuz. Eski bir Çin atasözü şöyle der: Gül veren elden gül kokusu kalır. (Yavuz Bahadıroğlu, Vakit )

Bazı yabancı meşhurların evlilik üzerine sözleri

Aile, hükümdarların bile giremediği bir kaledir. (Emerson)

Aile hayatının güzelliği gibi hiçbir şey yoktur. (Oscar Wilde)

İnsan ömrünün en önemli olayı iyi bir eş seçimidir. (Drusus)

Evlenen insan üzülebilir. Evlenmeyen ise muhakkak üzülecektir. (Hint Atasözü)

Akıllıca bir evlilik yapmak istiyorsan, kendi denginle evlen. (Ovidius)

Herşeyde olduğu gibi, evlilikte de iç rahatlığı zenginlikten üstündür. (Moliére)

Evlilikte başarı, yalnız aranan kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktır. (Foster Wood)

Benim düşünebildiğim en mutlu evlilik, sağır bir erkekle kör bir kadının evlenmesidir. (Calvin Coleridge)

Evliliği sürdüren vücut değil ruhtur. (Publilius Cyrus)

Ne pahasına olursa olsun, evlenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz. (Socrates)

Evlenme kafese benzer, içindekiler çıkmak içn, dışındakiler girmek için uğraşırlar. (Lard Mary Montagu)

Evlilik hayatında ara sıra kavga faydalıdır, çünkü insanlar ancak, böyle birbirlerini anlarlar. (Goethe)

Kadın evlenince irâdesini, erkek de bencilliğini bırakmalıdır. (Honore de Balzac)

Kadın kocasını daha az sevmeli, fakat daha çok anlamalı; erkek, karısını daha çok sevmeli, fakat anlamaya çalışmamalıdır. (Oscar Wilde)

Bir erkek, karısının vücudunu sıcak değil, gönlünü hoş tutmak için kürk manto satın alır. (Seymour Hicks)

Kocaların düştükleri biricik hatâ, evli olduklarını unutmalarıdır. (Lady Effingham)

Evlenirken kör olanın, evlendikten sonra gözleri açılır. (Jackie Gleanson)

İyi bir kadınla evlenmek fırtınada sakin bir liman, kötü bir kadınla evlenmek ise sakin bir limanda fırtınadır. (J. Petit Senney)

Evlendikten sonra karınızın sizinle nasıl konuşacağını öğrenmek isterseniz, şimdi erkek kardeşiyle nasıl konuştuğuna bakın. (G. J. Nathau)

Kadınlar pek iyi bilirler ki, ne kadar boyun eğmiş görünürlerse, erkeklerini o kadar iyi idâre ederler. (Michelet)

Bir kömürcünün nikâhlı karısı, bir prensin metresinden daha yüksektir ve saygıya daha lâyıktır. (J. J. Rousseau)

Birçok kadınlar, “filâncanın karısı” diye anılmak için evlenirler. (Mabel Rass)

Kızın iyi bir evlilik yaparsa bir oğul kazanırsın, yoksa kızını kaybedersin. (George Bernard Shaw)

Evlenme – boşanma işi sırf kadınların elinde olsaydı, bir tek nikâh sağlam kalmazdı. (Dostoyevski)

Anasayfaya dön Kapak Sayfası
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri