İnsan acizliğini idrak etmeli

 

Bazı akıllı ve zeki kimseler bir şey yaratamaz mı?

CEVAP

Elbette yaratamaz. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıkları, maddeleri, cisimleri, özellikleri, olayları, kuvvetleri, kanunları, bağlantıları yaratan, yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Ondan başkasına yaratıcı denemez.

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]

(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]

(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır.) [Mümin 62]

 

Karada, denizlerde, havada yaşayan hayvanların [mikropların, atom çevresindeki elektronların, moleküllerin, iyonların] ve insanların, meleklerin ve cinlerin, yani her var olanın kendisini ve hareketlerini ve işlerini ve durmalarını, ibadetlerini ve günahlarını, iyiliklerini, zararlarını, küfürlerini ve imanlarını yaratan Odur.

 

Sineklerin, böceklerin, mikropların, yıldızların, rüzgarların hareketlerini [elektrik itme ve çekmesini, maddenin çekimini, sıvıların ve gazların kaldırma kuvvetlerini] yaratan yalnız Odur. İnsanların ve diğer canlıların rızkını yaratan, gönderen Odur.

 

Canlıları öldüren, ölüleri dirilten, sağlamları hasta yapan, hastaları iyi eden yalnız Allahü teâlâdır. Mikrop, doktor birer sebeptir. İşi yaratan, bunlara etki eden Odur. Ateşte yakmak, karda soğutmak, [elektrikte ısı, ışık ve elektroliz hasıl etmek] hassalarını hep O yaratmaktadır. Ateş, kar, elektrik, görünen sebeplerdir. Allah’ın âdeti olan vasıta ve şartlardır. [Duygu organlarımızı, bunlardaki duyma kuvvetlerini, hücrelerdeki beslenme, üreme, zararlı maddeleri çıkarma, kalbi, kanı, kan sisteminin, öteki doku ve organların ve sistemlerin çalışmalarını, aralarındaki düzeni yaratan hep Odur.]

 

Dinsizlerin ve zındıkların, (Her madde ve kuvvet, kendi özelliği ile kendisi etki eder. Mesela, ateş yakıcıdır. Her zaman, yakar) demeleri çok yanlıştır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Sebeplerin etkisi kendiliğinden değildir. Sebepleri var edince, bunların etkisini, işlerini de hemen yaratması, Onun âdetidir. Ateşte yakmak özelliğini yaratmasa, ateş yakamaz. Ateşe düşen kimseyi, o istemezse, ateş yakmaz. Maddenin kendinde özellik yoktur. Maddenin özelliklerini, sebeplerin etkilerini ve işlerini, Hak teâlâ yaratıyor. O dilemezse, bu özellikleri ve etkileri yaratmaz. Dileseydi, karda sıcaklık, ateşte soğukluk yaratırdı. Nemrud’un ateşi Hz. İbrahim’i yakamadı. Eğer yakmak, ateşin özelliği olsaydı, elbette yakardı. Yakma işi, ateşten değil, Allahü teâlâdandır. Kılıcın kesmesini, merminin delmesini, zehirin öldürmesini yaratan Odur. Denize düşende boğulmayı yaratıyor. Dilerse, boğulmasına mani olur. Kuşun, tayyarenin uçmasını, [havanın kaldırmasını, sürtünme kuvvetlerini] yaratan Odur. Bu özellikleri, kuvvetleri yaratmasa, bunlar uçamaz.

 

Allahü teâlâ, maddelerde dilediği özelliği, işi, yaratır. Yarattığı iş, maddeden hasıl olur. Fakat, Allahü teâlânın hikmeti ve âdeti şöyledir ki, her maddeye belli özellik, belli etki vermiştir. Maddeleri, birbirlerinin değişmesine sebep kılmıştır. Buğday tohumundan buğday, arpadan arpa yaratır. İnsandan insan, hayvandan hayvan yaratır. Yemek ile karın doymasını yaratıyor. Eğer doymak yaratmasa, ne kadar çok yesek doymazdık. Susuzluk yaratmasaydı, hiç su içmesek susamaz idik. Her şeyi yerli yerince yaratan Allahü teâlâya hamd olsun!

 

İnsan başıboş mu yaratıldı?

İstisnalar hariç, bütün fen adamları, bu kâinatın kendiliğinden var olmadığını bir yaratıcısının bulunduğunu ittifakla bildirmişlerdir.

 

Fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanların bir karıncayı, bir kuşu, bir balığı yaratması mümkün değildir. Akıllı ve bilgili bir kimse, kâinata bakınca, çok intizamlı yaratıldığını görür. Bunun kendiliğinden olmadığını anlar. Mesela güneş dünyaya çok yakın olsaydı, sıcaktan her şey yanar, hayat olmazdı. Güneş çok uzak olsaydı, soğuktan yaşanmaz, yine hayat olmazdı. İnsan vücudu ise bir harikadır.

Allahü teâlâ, dünyayı yarattıktan sonra her asırda en az bir kişiyi peygamber olarak göndermiş, ona çeşitli mucizeler vermiştir. Mesela Hz. Musa zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Musa aleyhisselam asasını yere koyup büyük bir ejderha olmuş, sihirbazların ellerindeki aletleri, ipleri yutmuştur. İsa aleyhisselam zamanında tıp çok ileri idi. Hz.İsa mucize olarak, körleri iyi etmiş, ölüleri diriltmiştir. Bizim Peygamberimizin zamanında ise edebi söz ve yazı sanatı çok ileri idi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Kur'an-ı kerim gelince, bunlar indirilip yerine, gelen âyetler kondu. İnatçı kâfirler hariç herkes Kur'an-ı kerimin Allah’ın kelamı olduğuna inandı. Bir benzerini hiç kimse söyleyemedi. Kur'an-ı kerimde mealen, (Bu Kur'an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir âyeti kadar siz de söyleyin! Söyleyemezsiniz) buyuruluyor. Bütün düşmanlar el ele verip, aylarca, yıllarca uğraştıkları halde onun benzerini bugüne kadar söyleyemediler. Söylemeleri de mümkün değildir.

 

Bir otomobilin, bir evin nasıl bir yapıcısı varsa, bu kâinatın da elbette bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Bu körü körüne bir inanış değil, her akıl sahibinin kabul edeceği bir gerçektir.

 

Bir insan, bir alet bir makine yapınca bunu nasıl ve nerelerde kullanılacağına dair bir tarifnamesini de yanına koyar. Tarifname ile de anlaşılması zor ise, kullanması için kurslar açar. Bir makine yanlış kullanılırsa elden çıkar.

 

Her şeyin yaratıcısı olan cenab-ı Allah da, insan denilen bu muazzam makineyi yarattıktan sonra ne yapması gerektiğini elçileri vasıtası ile, kitaplar göndererek bildirmiştir. Son elçi olan Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabı ise Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim çok veciz olduğu için Peygamber efendimiz bunu hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Hadis-i şerifler de, diğer insanların sözlerine göre veciz olduğu için, bizlerin kolayca anlayabilmemiz için âlimler bunları açıklamıştır.

 

Allahü teâlâ, "Emrime uyan Cennete, uymayan ise Cehenneme gidecektir" buyurmuştur. İbadetlerin faydası Allahü teâlâya değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilaç verse, ilacın doktora faydası yok diye o ilacı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte günahlarımın Allah’a bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı işlemek akıllı insanın yapacağı iş değildir. Hadis-i şerifte, (Akıllı, Allah’a ve Resulüne inanan ve ibadetini yapandır) buyurulmuştur. Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimse akıllı olabilir mi? Kendisini ebedi tehlikeye atana akıllı denebilir mi? Kur'an-ı kerimde sık sık (Düşünmüyor musunuz?) diye ikaz edilmektedir. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyurulmuştur. (Tirmizi)

 

Allah’ı anlamak

Tıp ve fen fakültelerinde okuyup da, mahluklardaki sanat inceliklerini, aralarındaki mükemmel bağlantıları gören ve anlayabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir. İnanmayanın, anormal, geri kafalı, cahil olması, yahut inatçı, şehvetlerine düşkün bir ahmak olması veya nefsine esir olmuş, işkence yapmaktan zevk alan, zalim bir sadist olması gerekir. Kâfirlerin hayat hikayeleri incelenirse, bu üç kısımdan biri olduğu, hemen meydana çıkar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Varlıklardaki nizamı düşünerek Allahü teâlâya iman ediniz!) [Berika]

 

Astronomi okuyup da, yer küresinin, ayın, güneşin ve bütün yıldızların boşlukta dönmelerinde ve birbirlerinden uzaklıklarında bulunan düzeni, hesapları anlayan kimsenin, imanı artar. Dağların, madenlerin, nehirlerin, denizlerin, hayvanların, nebatların hatta mikropların yaratılmasında, çeşitli faydalar vardır. Hiçbiri boş yere, lüzumsuz yaratılmamıştır. Bulutlar, yağmurlar, şimşekler ve yıldırımlar, yeraltındaki sular ve enerji maddeleri ve hava, kısaca her varlık belirli hizmetler, belli vazifeler yapmaktadır. İnsanlar, bu sayısız mahlukların, sayılamayacak hizmetlerinden bugüne kadar pek azını anlayabilmiştir. Mahlukları kavrayamayan insan aklı, bunların yaratanını nasıl kavrayabilir? Onun büyüklüğünü, sıfatlarını biraz anlayabilen İslam âlimleri, şaşkına dönmüşler, (Onu anlamak, anlaşılamayacağını anlamaktır) demişlerdir. (İslam Ahlakı)

 

Mahluklar içinde, insanların yeri nedir?

CEVAP

İnsanların dereceleri, bütün mahlukların tam ortasındadır. İslamiyet’e uyanlar, yükselirler, meleklerden üstün olurlar. Nefslerine ve kötü arkadaşlara uyarak, İslamiyet’ten uzaklaşanlar, alçalırlar.

 

İnsan, ruhu tarafından meleklere, bedenin yapısı bakımından hayvanlara benzemektedir. Ruh tarafını kuvvetlendiren kimse, meleklerden de üstün olur. Çünkü beden, insanı meleklikten uzaklaştırmakta, hayvanlara yaklaştırmakta iken, bu alçalmaya karşı koymuş ve yükselmiştir. Melekte, hayvanlaştırıcı bir beden yoktur. İyilikleri, meleklik ile birlikte yaratılmıştır.

 

Bir kimse, bedeni kayırır, nefsi kuvvetlendirirse, hayvanlardan aşağı olur. Allahü teâlâ, (Hatta onlar, hayvanlardan daha aşağıdır) buyurarak, böyle kimselerin kötülüklerini bildirmektedir. (Araf 179, Furkan 44)

 

Çünkü, hayvanda akıl yoktur. Meleklere benzeyen ruhları da yoktur. Şehvetlerine uymaları suç olmaz. İnsanlara akıl ışığı verilmiş olduğundan, nefslerine uymaları, doğru yoldan sapmaları çok çirkin olur. İnsanların, hayvanların yaşamaları için, en çok gerekeni havadır. Havasızlığa birkaç dakikadan fazla dayanamazlar. Hemen ölürler. Hava, aramakla, bulmakla, zahmet çekmekle ele geçecek bir şey olsaydı, bunu arayacak kadar zaman bile yaşayamazlardı. Bu derece acil olan, bu çok lüzumlu maddeyi, Allahü teâlâ, her yerde bulunacak ve mahluklarının ciğerlerine kadar, kendiliğinden, kolayca girecek şekilde yaratmıştır. Yaşayabilmek için su, bu kadar acil değildir. İnsanlar ve hayvanlar, suyu arayıp bulacak zaman kadar yaşayabilirler.

 

Bunun için, suyu bulmak icap etmektedir. Hayvanlarda akıl bulunmadığı ve birbirlerine yardımcı olmadıkları için, yiyeceklerine yardımcı olmadıkları için, yiyeceklerini ve giyeceklerini hazırlayamazlar. Bundan dolayı, yiyeceklerini pişirmeleri, hazırlamaları gerekmez. Ot, leş yerler. Tüy, yün, kıl ile ısınırlar. Korunma aletleri, kendilerinde yaratılmıştır. Birbirlerine muhtaç değildirler.

 

İnsanlar ise, bütün bunları hazırlamaya, düşünmeye mecburdur. Ekip biçmedikçe, ekmek yapmadıkça doyamazlar. İplik ve dokuma ve dikicilik yapmadıkça giyinemezler. Korunmaları için de, akıllarını zekalarını işletmeleri, fen bilgisi öğrenmeleri, sanayi kurmaları gerekir.

 

Her hayvanda bulunan bir çeşit üstünlük, insanda bir araya getirilmiştir. İnsanın, kendisinde yaratılan bu üstünlükleri meydana çıkarması için, aklını kullanması, fikrini yorması, çalışması gerekir. Saadet ve felaket kapılarının anahtarı, insanın eline verilmiştir. Yükselmesi veya alçalması, kuvvetini sarf etmesine ve çalışmasına bırakılmıştır. Aklını, fikrini işleterek, saadet yolunu görüp, bu yolda yürümeye çalışırsa, içinde yaratılmış olan yükseklikler, kıymetler eline geçer, yükselerek, meleklere karışır. Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşur. Yok eğer, nefsin zararlı arzularına uyarak, yaratıldığı gibi, hayvanlık derecesinde kalırsa, işi tersine dönerek, alçala alçala, esfel-üssafiline düşer. Felaketten felakete, Cehenneme kadar sürüklenir.

 

İman nasıl kuvvetlenir?

CEVAP

Aşağıdaki hususları öğrenen bir kimse, Ehl-i sünnet itikadını da biliyorsa, imanı kuvvetlenir. İmanı olmayan bir kimse ise, bunları incelerse, insafı ve nasibi de varsa, Allahü teâlânın varlığına ve kudretine inanır. Cenab-ı Hakkın varlığını, kudretini gösteren olaylardan birkaçı:

 

İnsanların, büyük bir süratle fezada tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu yuvarlak bir gezegen üzerinde, sırf yer çekimi kuvveti ile kalarak yaşaması ne büyük bir olaydır. Dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, bitkiler nasıl bir büyük kudret sayesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü özellikler göstermektedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı da su içinde yaşar.

 

Güneş, en yüksek ısıyı sağlar ve bitkilerin yetişmesini, bazılarının içinde ise, kimyevi değişiklikler yaparak, un, şeker ve daha başka maddelerin meydana gelmesini temin eder.

 

İnsan, kendi vücudunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkında değildir. Halbuki, yalnız nefes alıp vermek bile büyük bir kimya olayıdır. Havadan alınan oksijen, vücutta yakıldıktan sonra, karbondioksit halinde dışarı çıkarılır.

 

Sindirim sistemi ise sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mide ve barsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücuda faydalı kısmı, ince barsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu olay, otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakta, vücut bir fabrika gibi işlemektedir.

 

İnsanın vücudunda çok karışık formüllü maddeler imal eden, türlü türlü kimya reaksiyonları meydana getiren, analiz yapan, tasfiye eden ve zehirleri yok eden, yaraları tedavi eden, çeşitli maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik şebekesi, manivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme tesisatı, ışık, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücadele ve onları yok etme sistemi de mevcuttur.

 

Kalb ise, hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Bütün bu maddi mükemmellik yanında anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, manevi kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkansızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında bir de ruhu mevcuttur.

 

Canlı-cansız varlıklardaki bu nizamı inceleyerek, bir yaratıcının bulunduğuna inanan, Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsine inanmadıkça müslüman olmaz.

 

Vücut sarayı

Eşref-i mahluk olarak yaratılan insanın vücudu, incelenecek olursa, sayısız odadan meydana gelmiş muazzam bir saray olduğu görülür. Bu sarayda çeşitli fabrikalar var. Sarayın bütün cihazları noksansız. Muazzam bir gıda deposu, alarm tertibatı, ısıtma tesisleri, işitme cihazları, hazır kuvvet, askeri üsler, radarlar, odalar arasında muazzam yollar, modern taşıma vasıtaları, yemekhaneler, kanalizasyon şebekeleri, rasathaneler, mezarlık gibi gerekli her teşkilat mevcut. Bu sarayı gezen, sayısız harikalarla karşılaşır. Bu harikaları gören kimse, imansız ise, Allah’ın varlığına ve kudretine inanabilir. Ondan sonra da dinimizdeki farzları ve haramları öğrenmesi gerekir.

 

Kan imali:

Vücuttaki kanın vazifeleri çoktur. Mesela hücrelerde lüzumlu gıda maddelerini sağlamak, gıdaların enerji haline gelmesine yarayan oksijeni hücrelere sevk etmek, vücuda dışarıdan girmeye çalışan hastalık mikroplarına karşı vücudu korumak, hücrelerde biriken kirli artıkları çeşitli kanallarla dışarı atmak, vücut ısısını ayarlamak gibi çeşitli vazifeleri vardır. Kandaki bu işleri ayrı görevleri bulunan hücreler yapmaktadır. Mesela alyuvarlar oksijen nakli ile görevlidir. Akyuvarlar ise, vücuda girmeyi başaran mikropları zararsız hale getirir.

 

Kanda bunlardan başka, kanın pıhtılaşmasını sağlayarak kanamaları önleyici trombositler de vardır. Tekniğin ileri olduğu asrımızda bile, kandaki bir hücre yapılamamıştır. Hücreye hayat sağlayan ruhun yapılması ise imkansızdır.

 

Hareketler:

Uzuvların hareketi kaslarla olmaktadır. Sinirler kasları, kaslar da uzuvları harekete geçirir. Dışarıdan gelen darbelere karşı koyan iskelet kaslarından başka isteğimiz dışında çalışan düz kaslar var. Kalb kası çizgili kas olmasına rağmen isteğimiz dışında çalışır. Eklem kasları gibi isteğimizle çalışsaydı ufak bir ihmal neticesinde kalb duruverirdi. Uyurken çalıştıracak bir şeye ihtiyaç olurdu. Kalb kasının çalışması elektriksi bir harekettir. Kalbimizi, bilmediğimiz bir elektrikle isteğimiz dışında çalıştıran Allahü teâlânın şanı çok yücedir.

 

Muhabere işleri:

Ayağa bir diken batsa vücuttaki sinir sistemi sayesinde haberdar oluruz. Bu sistem, beyin, omurilik ve sinirlerden meydana gelir. Omurilik soğanı, solunum, boşaltım, dolaşım gibi hayati faaliyetleri idare eder. Omurilik, refleks hareketleri, iç uzuvlarımızın ve salgı bezlerinin faaliyetlerini idare eder. Bir ikazın nöron denilen sinir hücreleri tarafından teşekkülü elektrik akımına benzer. Felç halinde sinir sisteminde bozukluk olduğu için, uzuvlar istekle hareket edemez. Felçlinin eli ayağı olduğu halde tutmaz. Sinir sistemine böyle bir kuvvet veren Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun.

 

Vücudun direği:

Kemikler, vücuda dayanak ve kasların irtibatını sağlar. Omurga, vücudun ana direğidir. Omurga zedelenirse, felç meydana gelir. O, üç tabaka sağlam zarlar içinde muhafaza edilmiş, en dışı da kolayca tahrip olmayan omurga ile kapatılmıştır. İnsan yürüdükçe birbirine sürten omurlar aşınır. Bu aşınmaya mani olmak için parçalar arasında conta gibi bir şeyin olması gerekirdi. Kıkırdaklar omurlar arasındaki aşınmayı önler. Vücudu taşımak gibi mühim bir vazifesi bulunan kemikler, sağlam olduğu kadar elastikiyet sağlayacak şekilde yaratılmıştır. El, kol, bacak ve parmak gibi kemikler eklemler sayesinde oynar, hareket eder.

 

Trafik işleri:

Vücuttaki taşımacılık işleri, dolaşım sistemi tarafından yapılır. Dolaşım sisteminin merkezi yürektir. Kalbin muntazam çalışmasıyla kan, damarlar vasıtasıyla vücut sarayının en ücra köşelerine kadar ulaşır. Kirlenen kan, akciğerlerde temizlenir. İstek dışında çalışan kalb, bir müddet dinlense, vücut sarayı yıkılır. Her uzuv, her makine gibi, yürek de dinlenmeye ihtiyaç gösterir. Yürek çalışırken dinlenecek şekilde yaratılmıştır. Her kasılıp gevşedikten sonra yarım saniye kadar istirahata geçer. Yüreğin pompaladığı kan, atardamarlar ile vücuda dağılır, kılcal damarlar ile dokulara kadar ulaşır. Kandaki besin ve oksijen lüzumu kadar dokulara verilmiş olur. Burada besin maddesi oksijen tarafından yakılır. Meydana gelen enerji ile vücut makinesi çalışır. İrademiz dışında her şeyi intizamlı şekilde çalıştıran Allahü teâlâya ne kadar hamd etsek azdır.

 

Yemek ve enerji:

Çeşitli işleri yapabilmek için vücudun enerjiye ihtiyacı vardır. Besinleri parçalamak için Allahü teâlâ, kesici, öğütücü dişler yaratmıştır. Tükürük bezlerinin salgılarıyla hamur haline gelen lokmalar, kolayca yutulur. Yutulurken yanlış yola gitmeyip mideye gitmesi için nefes borusu küçük dil ile kapanır. Gıdalar mideye gider. Mide duvarını saran kasların kasılmasıyla gıdalar sindirime hazır vaziyete gelir. Etten yapılan bir torba içinde etler ve başka gıdalar burada parçalanmakta ve dinimizin emrine uyulduğu takdirde ömür boyu bu mide bozulmadan vücut sarayına hizmet etmektedir. Eğer dinimizin emrine uyularak mide tıka basa doldurulmazsa, alkol ve daha başka zararlı maddelerle mide tahrip edilmezse, hayatın sonuna kadar insana rahat hizmet eder.

 

Teneffüs sistemi:

Vücuda alınan gıdalar, enerji haline gelebilmesi için yakılır. Gerekli oksijenin alınıp hücrelerdeki yanma olayından sonra karbondioksitin dışarı atılmasına teneffüs faaliyeti denir. Alınan gıdalar, hücrelerde oksijen vasıtasıyla yakılarak enerji haline döner. Yanmada meydana çıkan karbondioksit teneffüsle dışarı çıkar. Akciğerde kanın temizlenmesi için vazife gören hava, dışarı çıkarken nefes borusundaki telleri titreştirerek sesin teşekkülünü temin eder. Dışarı çıkan kirli hava, içeri giren temiz hava ile karşılaştıkları halde onu kirletmez.

 

Boşaltma sistemi:

Gıdaların posası barsak vasıtasıyla dışarı atılırken, kan ve hücrelerdeki gıda artıkları ve vücuda zararlı maddeler de böbrekler vasıtasıyla süzülerek dışarı atılır. Bu iki temizleme vasıtası olmasaydı vücut pislik içinde kalır, uzuvlar zehirlenir, üstelik yeni gıda alma imkanı da olmazdı. Üre, ürik asit, tuz gibi maddeler kan ile böbreğe gelerek idrar havuzunda toplanır. Bu idrar torbası olmasaydı devamlı idrar akıp duracaktı. Her uzvumuzu intizamlı şekilde yaratan Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.

 

Gıda deposu:

Birçok vazifesi olan karaciğer, erzak deposu olan bir fabrikadır. İnce barsakta emilerek kana karışan gıdalar karaciğerde depo edilir. İhtiyaç halinde, kullanılmak üzere, şeker ve asitler, glikojen halinde kullanılmaya hazır vaziyette karaciğere depo edilir. Karaciğer, yağların sindirimine yardımcı olan safrayı çıkarır. Bu salgının, karaciğer hücreleri tarafından süzülen zehirli artıkları barsak vasıtasıyla dışarı atılır. Safra kesesi olmasa yağlı gıdaları sindirmek mümkün olmaz. Karaciğerin bir kısmı alınsa, kalan kısımdaki hücreler, çoğalarak eksik kısmı tamamlar. Yani kendini tamir eder. Böyle kudret sahibi Allahü teâlâya hamd olsun!

 

Konuşma uzvu:

Dil, ağızdaki lokmaları çevirerek sindirime yardımcı olur, tat alır ve konuşur. Gıdaların tadı, acı, ekşi, tatlı, tuzlu olmak üzere dörde ayrılır. Cenab-ı Hakkın dilde yarattığı özellikler ile bu gıdaların tatları bilinir, faydalı olan zararlıdan ayrılır. Gıdaların kokuları tat alma hassasiyetini artırır ve iştah meydana getirir. Böylece gıda alma işi bir külfet değil, bir lezzet olur. Konuşmada da dilin önemi büyüktür. Bu nimetleri bize bahşeden Rabbimize hamd olsun!

 

Dış cephe:

Vücudu örten deri, ırka göre değişir. Bir Japon, bir Zenci, bir Türk renginden bilinebilir. Deri, dokunma işini yapar, vücudu dış etkilerden, soğuk ve sıcaktan korur. Derinin dış tabakası ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Derideki kıllar, saç, kaş, kirpik, aynı dokudan meydana geldiği halde, kaş ve kirpik belli bir uzunluktan fazla uzamaz. Kirpikler devamlı uzasaydı görmek zorlaşır, her zaman kirpikleri kısaltmak gerekirdi. Canlı hücrelerden cansız kıllar meydana getiren Rabbimiz sonsuz hikmet sahibidir. Eğer bu kıllar canlı olsaydı, tıraş olurken çok acı duyardık. Canlı hücrelerin besleyip büyüttüğü tırnaklar da cansızdır. Acı duymadan fazlasını kesip atarız. Canlı vücuttan, saç, tırnak gibi ölü şeyler yaratan Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur.

 

Dürbünler:

Her uzuv önemli ise de, gözlerin önemi daha büyüktür. Gözler çok hassastır. Kaşlar terlerin göze gitmesini engeller. Göz kapakları istek dışında çalışır. Kirpikler de dışarıdan gelecek toz ve zararlı maddelerin göze girmesine mani olur. Gözü meydana getiren hücrelerde görme kabiliyetini yaratan Allahü teâlâ, diğer hücrelere bu vasfı vermemiştir.

 

İşitme cihazları:

Kulaklar, işitme sinirleri sayesinde sesleri işitir. İşitme sinirleri gözde, görme sinirleri kulakta olsaydı, fonksiyonunu icra edemezdi. Her hücreyi yerli yerinde en güzel şekilde yaratan Allahü teâlânın şanı çok yücedir. Kulak zarının gergin durması ve ses dalgalarından zarar görmemesi için orta kulaktan nefes borusuna bir kanal açılmıştır. Ağzımız açık iken top patlasa kulak zarı patlamaz. Ağız kapalı da olsa burun deliklerinden giren ses ile kulaktan giren ses birbirini dengeler. Kulak küçük ve büyük frekanslı sesleri işitebilecek vasıfta yaratılsaydı, maddelerin atomlarındaki sesler, birbirine karışır, hem konuşulanları duyamazdık, hem de gürültü içinde yaşama imkanı kalmazdı. Her şey hikmetle yaratılmıştır. Vücutta ve kâinatta tesadüfi ve maksatsız yaratılmış hiçbir şey yoktur.

 

Vücuttaki su:

Vücudun üçte ikisi sudur. İç salgı bezlerinin sıvıları, kana karışarak hayati faaliyetlerde önemli rol oynar. Gıdaların sindirilmesi, kan dolaşımı, tuz ve şeker gibi maddelerin dengelerini ayarlama vazifeleri bezler sayesinde olur.

Hipofiz, kan kaybını önler. Vücuttaki su dengesini korur. Eğer düzenli çalışmaz, fazla hormon salgılarsa dev hastalığı, az salgılarsa cücelik meydana gelir.

Pankreas bezi, salgıladığı enzimlerle gıdalarının vücuda yarayışlı hale gelmesine vesile olur. Pankreas, insülin hormonu salgılayarak kandaki şekeri ayarlar. İnsülin salgısı azalırsa şeker hastalığı meydana gelir.

Tiroid bezi, iyot ihtiva eden tiroksin hormonu salgılar. Kâfi iyot alınmazsa guatr meydana gelir.

Canlı maddesi olan protoplazma, gayet küçük ve mükemmel tanzim olunmuş bir makine gibidir. Hücre, hayatın ilk müstakil parçasıdır. Canlılar hücreden yapılmıştır. İnsan hücresi, bir elektrik makinesine, bir radyoya benzer. İnsan vücudu otuz trilyon hücre motorundan yapılmış muazzam bir fabrikadır.

Vücutta 5-6 litre kan bulunur. Plasma denilen kan suyunun içinde Alyuvarlar ve Akyuvarlar vardır. Bir milimetreküp kanda beş milyon alyuvar vardır. 30-40 gün çalıştıktan sonra yaşlanırlar. Dalak, bu yaşlı alyuvarları kandan alarak öldürür. Kan zayiinde ve bazı hastalıklarda kandaki alyuvar sayısı azalır. Kan azalmadığı halde kandaki alyuvar azaldığından halsizlik ve kalb çarpıntısı görülür. Buna kansızlık denir.

 

Saray muhafızları

Akyuvarlar kanın muhafızlarıdır. Bir milimetreküpte 6-8 bin kadardır. Vücuda mikrop girince sayıları artar. Mikrop savaşında akyuvarlar ölür. İrin, bu akyuvar ölülerinin yığınıdır.

 

Lenf sistemi, vücuda giren mikropları zararsız hale getirir. Lenf düğümleri akyuvar imal eder. Ayrıca ikinci bir bakteri hücumuna karşı koymasına yardımcı olan bazı proteinler imal eder. Eskiden bademciklerin vazifesi bilinmiyordu. Bugün bademciklerin de bakteri hücumuna karşı protein imal ettiği bilinmektedir. Zamanla başka vazifeleri de tespit edilebilir. Dalağın da aynı işi yaptığı bilinmektedir.

İlk hücumdan sonra tutularak muhafaza edilen bakteriler, yeni bir bakteri hücumuna karşı değiştirilip vücudun müdafaasında muhafız olarak kullanılır. Düşman askerleri olan bakteriler, lenf düğümlerinde düşmanlık vasfı kaldırılarak yeni bakterilere karşı savaş açar. Lenf sistemi aynı zamanda sindirilen yağları toplar damarlara ulaştırır. Lenf sistemi, akyuvar muhafızlarının müdafaa hattı olduğu gibi, gıdaların hücrelere ulaşmasını sağlar. Tesadüfi olmayan bu işlerin ne muazzam bir sistem olduğu meydandadır. Her şeyi intizamlı şekilde yaratan Allahü teâlânın şanı çok yücedir.

Muntazamdır cümle işlerin senin

Aklı ermez, hikmetine kimsenin

 

İnanmak ihtiyaç mı?

İnsanlar niçin Allah’a inanmak ihtiyacı duyarlar?

CEVAP

Bazı felsefeciler (İnsanda tapma ihtiyacı vardır. Bunun için de, ateşe, güneşe, puta tapanlar olmuştur) diyorlar. İşin aslı ise şöyle:

Allahü teâlâ, insana, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırması için akıl vermiştir. Akıl, bir şeyin kendiliğinden olduğunu kabul etmez. Her şeyi bir sebebe bağlar. İnsanın ve insandaki organların ve tabiattaki nizamın yerli yerince yaratılmasını tesadüf olarak kabul edemez. Bunun gibi tabiatta bulunan canlı cansız her şeyin, bir yaratıcı tarafından yaratıldığını ister istemez kabul eder.

 

Tarihlerde bildirildiğine göre, mecburi olarak bir yaratıcıyı kabul eden insan, bu yaratıcının ateş, güneş gibi şeyler olduğunu zannetmiştir. Çünkü akılla Allahü teâlâyı bilmek mümkün değildir. Allahü teâlâ, her devirde, her yere, en ufak köye kadar her ülkede Peygamberler göndermiştir. Bunlar, Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve emirlerini insanlara bildirmişlerdir.

 

Kâinattaki muazzam nizamı veya sadece insanın anatomisini inceleyen bir kimse, bunun büyük bir kudretin eseri olduğuna inanır. Buna inananın da, Peygamberin bildirdiği dini kabul etmesi gerekir.

İnsan, başlı başına bir harikadır. İnsan vücudunda lüzumsuz bir organ bulunmaması, her organın bir vazife yapması, ayrıca ruh denilen bilinmeyen muazzam bir kuvvetin bulunması, basit bir şey midir? İnsanoğlunun yaratılması yanında, harika olarak kabul edilen şeyler çok basit kalır. Hadis-i şerifte, (Kendini bilen Rabbini bilir) buyurulmuştur. İnsan, kendi vücut yapısını iyi bir tetkik etse, ne muazzam bir varlık olduğunu görür ve kendisini yaratanın varlığına ve birliğine inanır.

 

İlmi olan bir insan, kâinattaki canlı cansız bütün varlıklara bakarak, bunların rastgele yaratılmadığını anlar. Kur'an-ı kerimde, tefekkürün [düşünmenin] önemi bildirilir. Mesela güneş, dünyamıza çok yakın veya çok uzak olsa idi ne olurdu? Çok yakın olsa, sıcak her şeyi yakar, hayat olmazdı. Güneş çok uzak olunca da, dünya gerekli ısıyı alamayacağı için yine hayat olmazdı. Güneşi insanların tam istifade edeceği yere koyan Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur. Gezegenlerin dünyamıza çarpmadan dönmesini inceleyen bir fen adamı, elbette yaratıcıya inanır ve müslüman olur. Kısacası fen ilmine vakıf olan bir ilim adamının, Allah’ı inkâr etmesi mümkün değildir.

 

Normal bir aklın kabul ettiği bir gerçeği inkâr etmek, akla ve ilme uymaz. Nasreddin Hocanın "Doğduğuna inanıyorsun da öldüğüne niçin inanmıyorsun?" dediği gibi, kâinatı, ayı, yıldızı ve diğer varlıkları gören kimse, bunları yaratan birinin bulunduğunu inkâr ederse, kendi kendini yalanlamış olur.

Dünyadaki insanların çoğu, yaratıcıyı kabul etmektedir. Ancak İslamiyet’i incelemedikleri için, kimi 3 tanrı inancına, kimi de, çeşitli hurafelere saplanmıştır. Halbuki doğru tektir. İki nokta arasından yalnız bir doğru geçer. Eğri çizgi ise çok olur. Mühim olan bu doğruyu bulabilmektir.

 

İlmin başı Allah’ı tanımaktır

İnsanın kendi başına Allah’ı tanıması zor, hatta imkansızdır. Tarih boyunca, Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan, insan; kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı ile anladı. Fakat Ona giden yolu bulamadı.

 

İnsanlar, yaratıcıyı önce etraflarında aradı. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sanıp, ona tapmaya başladılar. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları zannettiler. Herbiri için bir suret, alamet yapmaya kalktılar. Bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli putlar çıktı. Bunların gazabından korktular ve onlara kurbanlar kestiler. Hatta, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olay karşısında, putların miktarı da arttı. İslamiyet’in başında Kâbe’de 360 put vardı.

 

Kısacası insan; Bir, ezeli ve ebedi olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalı! Çünkü rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz.

 

Kur’an-ı kerimde, (Biz, peygamber göndermeden önce azap yapıcı değiliz) buyuruldu.(İsra 15)

Allahü teâlâ; kullarına verdiği akıl ve düşünme kuvvetinin nasıl kullanılacağını onlara öğretmek, kendi birliğini onlara tanıtmak ve iyi işleri kötü, zararlı işlerden ayırmak için, dünyaya peygamberler gönderdi. Peygamberler de birer insandır. Yer, içer, uyur ve yorulur. Diğer insanlardan farkları, zeka ve muhakeme kuvvetlerinin çok üstün olması, temiz ahlaklı ve Allahü teâlânın emirlerini bize tebliğ edecek bir güçte bulunmalarıdır. Peygamberler en büyük rehberlerdir. Ruh-ul beyan’da, Zümer suresinin, (Allah’tan başkasını dost edinenler, “Biz bunlara bizi Allah’a yaklaştırmaları için, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz” derler) mealindeki 3. âyetinin tefsirinde deniyor ki:

 

(İnsan, kendisinin ve her şeyin yaratıcısını tanımaya elverişli olarak, yaratılmıştır. Yaratıcısına ibadet etmek ve Ona yaklaşmak arzusu, her insanda vardır. Fakat böyle elverişli olmanın ve bu isteğin kıymeti yoktur. Çünkü, nefs, şeytan ve kötü arkadaş, insanı aldatarak [yaratana ve kıyamete inanmayan birer dinsiz veya] müşrik yaparlar. Müşrik, Allahü teâlâya yaklaşamaz. Onu tanıyamaz. Şirkten uzaklaşıp, tevhide sarılarak hasıl olan tanımak, kıymetlidir. Bunun alameti, peygamberlere ve kitaplarına inanmak ve bunlara uymaktır. İnsan, Allahü teâlâya ancak böyle yaklaşabilir.)

 

Zâriyat suresinin, (İnsanları ve cinni, bana ibadet etmeleri için yarattım) mealindeki 56. âyet-i kerimesindeki (ibadet etmeleri için) ifadesi, (beni tanımaları için) demektir. Yani, Allahü teâlâyı tanımak, inanmak için yaratıldık. Hadis-i kudside, (Tanınmak için her şeyi yarattım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demektir.

 

Peygamber efendimiz, ilmin inceliklerini soran bedeviye, (İlmin başını öğrendin mi?) diye sordu. O da, (İlmin başı ne ki?) dedi. Bedeviye, (İlmin başı, Allah’ı tanımaktır. Bu da Onun; misli, benzeri, zıddı, dengi, eşi olmadığını, vâhid, evvel, ahir, zâhir ve bâtın olduğunu bilmektir) buyurdu. Bir başka zaman da, (Acıya sabredip, uğradığı felaketi gizlemesi ve kimseye şikayet etmemesi, kişinin Allah’ı iyi tanımış olmasındandır) buyurdu.

 

Huzura kavuşmak

Yalnız maddiyata inanan kimselerin çok defa dertlerine çare bulamadıklarını, intihara kadar gittiklerini görüyor ve okuyoruz. Yalnız maddeye inanan kimseler, çok kereler dertlerine çare bulamayıp, ümitsizliğe kapılmaktadır. Bu, onların ruhlarının boş kalmasından ileri gelmektedir. İnsanın ruhu da, bedeni gibi gıdaya muhtaçtır. Bu da, ancak iman etmekle kabildir ve Allahü teâlânın yolunu ancak din gösterir. Allahü teâlâyı inkâr edenler bile, muhakkak bir gün bu ihtiyacı duyarlar.

 

Ünlü Rus yazarı Soljenitsin, Amerika’ya yerleştiği zaman, kendisinin büyük sıkıntılardan, ruhi bunalımlardan, makine olmaktan kurtulacağını zannetmişti. Bir gün bir üniversitede Amerika gençlerini başına toplayarak onlara şöyle hitap etmişti:

 

(Ben buraya gelince, çok bahtiyar olacağımı sanmıştım. Ne yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz, artık maddenin esiri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Fakat, ancak maddeye önem veriyor. Ruhları bomboş. Halbuki, insanı hakiki insan yapan, onun tekamül etmiş [gelişmiş], temizlenmiş ruhudur. Size tavsiyem şudur: Ruhunuzu geliştirmeye, güzelleştirmeye bakın! Ancak o zaman, ülkenizde bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmaya başlar. Dine önem verin! Din, insan ruhunun gıdasıdır. Dinine bağlı insanlar, her işte sizin en büyük yardımcınız olacaktır. Çünkü, onları Allah korkusu doğru yoldan ayırmaz. Sizin en büyük güvenlik teşkilatınız bile, herkesi gece gündüz kontrol edemez. İnsanları kötülükten alıkoyan polis gibi, onların duyduğu Allah korkusudur)

 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan ruhunun gıdası, dindir. Mevcut dinlerin içinde de en doğrusu, en yenisi ve dünya şartlarına en uygunu İslam dinidir.

 

Ne yazık ki, biz Müslümanlar, pırlanta gibi temiz dinimizi dünyaya istediğimiz gibi anlatamıyoruz.

Bunda, bizim de dinimize tam bağlı olmamızın ve onun emirlerine tam uymamamızın etkisi vardır. İslam dini, her şeyden önce, beden ve ruh temizliğine emreder. Ruh temizliği, önce Allahü teâlâya ve Onun, son peygamberi olan Muhammed aleyhisselam vasıtası ile göndermiş olduğu emirlerin ve yasakların hepsine inanmakla ve elinden geldiği kadar bunlara uymaya çalışmakla hasıl olur. Ruhun böylece temizlenmiş olduğu, hiç yalan söylememekle, kimseyi aldatmamak, daima dürüst olmak, yanlış inançlara [dogmalara] inanmamak ve herkese yardım etmek ve Allahü teâlânın emirlerine tâbi olmak ile belli olur. Bir müslümandan, ancak bu beklenir.

 

O halde, İslam dinini tebliğ etmek isteyen bir insan, kendisi bizzat örnek bir müslüman olmalıdır. Böyle doğru ve dürüst hareket edersek, bizi gören başka dine bağlı olan kimseler, bize hayran kalacak ve kendiliklerinden İslam dinini araştırmaya başlayacaklardır. (Niçin müslüman oldunuz?) sualine cevap veren ve yeni müslüman olan din kardeşlerimiz, hakiki müslümanları ve onların yaşama tarzını gördükten sonra, müslüman olmaya karar vermişlerdir. Bu müslümanlar bizden, İslam dinini yaymak, neşretmek için uğraşmamızı, bunun için de dinimizin emirlerine iki elle sarılarak herkese örnek bir müslüman olmamızı istemektedirler. Bütün eksiklerimize, propaganda gücümüzün noksanlığına, İslamiyet aleyhinde yapılan yanlış, düşmanca neşriyata ve Hıristiyanlığın yayılması için yapılan korkunç gayretlere rağmen, İslamiyet dünyada gittikçe yayılmaktadır.

 

Biz, hakiki bir müslümana yakışır bir tarzda hareket edersek, müslümanların adedi daha çok artacak, müslümanlar çoğaldıkça, dünyada yanlış inanışlar azalacak ve insanlık arzuladığı barışa, rahat ve huzura kavuşacaktır.