Allah herkesi eşit yaratsaydı

 

Bir yazar, (Vesileyi, aracıyı bırakıp doğrudan doğruya Allah’a bağlanmalı) diyor. Doğru mu?

CEVAP

Allahü teâlâ, (Bana yaklaşmak için, vesile arayınız!) buyuruyor. (Maide 35)

Allahü teâlânın emrine mi, yoksa nasipsiz yazarın sözüne mi uyalım?

 

Bir evliya yerine, doğruca Resulullaha rabıta etmek gerekmez mi?

CEVAP

Resulullahın mübarek ruhuna bağlanmak elbette büyük nimettir. Fakat bir veliyi veya kitaplarını bulup, buna rabıta yapmak, Resulullahın mübarek ruhuna bağlanmak içindir. Bir insan, hiç görmediği kimsenin şeklini yalnız işitmekle, onu tanımış olmaz. Bunun için, Resulullaha rabıta yapılmaz. Çünkü, başkasının Resulullah olduğuna inanmak küfür olur. Evliyayı düşünmekte, bu tehlike yoktur. Bir veliyi düşünen, onun mübarek kalbinde Resulullahın mübarek kalbini görür. Böylece, Resulullahı yad etmiş olur.

 

İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:

(Her müslüman, terbiye edici bir üstada muhtaçtır. Üstad onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Allahü teâlâ, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber gönderdi. Peygamberden sonra ona vekil olarak evliyayı yarattı.) [Eyyühel-veled]

 

Veli, Resulullahı iyi tanıdığı için, Onun mübarek kalbinden feyz alır ve bu feyzler, bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalblerine akar. Feyz gelen kalb temizlenir. Ahlakı güzel olur.

 

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

(Velinin kalbindeki feyzler, nurlar, güneşin ziyası gibi yayılır. Onu seven müslümanların kalblerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri olmaz. Kalblerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaştığı gibi, kemale gelirler. Eshab-ı kiram, Resulullahın sohbetinde, böyle kemale geldi.) [m.260]

 

(Allah herkesi eşit yaratsaydı iyi olmaz mıydı?) diyenlere ne demek gerekir?

CEVAP

İnsanın yaradılış gayesi bilinmeyince, dünyadaki hadiselerin sebebi anlaşılamaz. Allahü teâlâ, dünya ve ahireti, sevgili kulu ve resulü Muhammed aleyhisselam için yaratmıştır. Diğer canlı ve cansız varlıkları da, insanoğlunun istifadesi için yaratmıştır. Dünya zevk için yaratılmadı. Ahiret ise, ebedi mükafat ve ceza yeridir. Dünya, ahiretin imtihan yeridir. Herkes her bakımdan eşit olsa, imtihanın manası kalmaz, iyi ile kötü ayrılmazdı. Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla çeşitli sıkıntılar çekilecek, itaat edenle, isyan eden, birbirinden ayrılacaktır. İnsan cansız varlık gibi, ot veya hayvan gibi değil, kulluk imtihan için yaratılmıştır. İnsan, ihtiyaçsız, sıkıntısız ve her bakımdan eksiksiz yaratılsaydı, imtihan ve dünya manasız olurdu. İnsanların, hayvanların ve kâinattaki canlı, cansız diğer yaratıkların hareketleri, akılları durdurucu sistemleri incelenince, her şeye gücü yeten Rabbimizin dünyayı maksatsız yarattığı düşünülemez.

 

Kâinatta her şeyin yaradılış gayesi aynı değildir. Mesela erkeğe niçin süt vermediği sual edilemez. Çünkü erkek, süt vermek için yaratılmamıştır. İnsan, bu dünyada yalnız zevk, sefa için değil imtihan için yaratılmıştır. İmtihana girecek talebenin, oyunla, eğlence ile meşgul olmayıp, ders çalışması, yerine göre az uyuması, imtihanı kazanabilmesi için çeşitli sıkıntılara katlanması gerekir.

 

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

(İnsanlar, dünyada, birkaç gün dert çekmeselerdi, Cennetin sonsuz lezzetlerinin kıymetini anlamazlar, ebedi sıhhat ve afiyet nimetlerinin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen rahatlığın kıymetini bilmez.)

 

Herkes, her bakımdan eşit yaratılsaydı, büyük bir felaket olur, cemiyet olmazdı. İnsanlar, boy, renk, şekil, akıl, zenginlik, sıhhat, kuvvet, güzellik, ahlak gibi her hususta eşit olunca, bir fabrikadan çıkmış gibi eşit, yani birbirinin aynı olunca milyarlarca insanı birbirinden ayırmak mümkün olmaz. Kadın, kocasını, koca kadınını tanıyamaz, insan hanımı ile kızını ayırt edemez, hayat felç olur. Sırf bu şekil benzerliği bakımından, binlerce problem ortaya çıkar. Diğer sahadaki eşitlikler görülmeden yaşanmadan hayat söner.

 

Herkes bilgi ve kültür bakımından da eşit olunca, gazeteye, kitaba, filme ihtiyaç kalmaz. Güreş, koşu, yüzme gibi sporlar ve yarışlar olmaz. Çünkü, herkes aynı kabiliyettedir.

 

İyinin kıymeti, kötü ile bilinir. Herkes iyi olunca, iyinin kıymeti kalmaz. Çirkinlik olmayınca, güzellik anlaşılmaz.

 

Bir kimse, okuyup her bakımdan mükemmel bir insan olmak ister. Herkes aynı olursa, kim kimden üstün olacaktır?

 

Her hususta eşitliğin zararları sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Allahü teâlâ, her şeyi hikmetli ve adaletli yaratmıştır. Adalet olunca işler düzgün yürür. Mesela beş parmağın beşi de aynı olsaydı, baş parmak diğerlerinin arasında olsaydı, bugünkü kadar verimli iş yapılamaz, büyük eksiklik olurdu.

Adaletli yaratılmak, eşit yaratılmakla mukayese bile edilmez. Aynı ana-babadan, zekaları, kabiliyetleri farklı çocukların yaratılması, milyarlarca insanın birbirine benzememesi, Yaratıcının kudretinin sonsuzluğunu göstermektedir.

 

Eğer herkes, Allahü teâlânın emrine uyup, hakkına razı olur, imtihanı kazanmaya çalışırsa, dünya ve ahiret saadetine kavuşur.

 

Küfre düşüren bir söz söyleyip sonra tevbe eden kimse, önceki abdestiyle namaz kılabilir mi? Yani küfre düşenin abdesti bozulur mu?

CEVAP

Evet bozulur. Hatta gusletmesi bile müstehap olur. (Hindiyye)

 

Burçlar nasıl ortaya çıkmıştır?

CEVAP

Diğer gezegenler gibi yaratılmıştır.

Halk arasında, zodyak (burçlar kuşağı) üzerinde yer alan 12 takım yıldıza "burçlar" adı verilir. Zodyak, gökyüzünde güneş ve başlıca gezegenlerin yolu üzerinde bulunduğu tasarlanan hayali bir kuşaktır. Burçlar kuşağı olarak da söylenir. Güneşin burçlara karşı olan durumunun değişmesi yüzünden, bugün burçlardan hiçbiri kendi adıyla anılan bölgede bulunmamaktadır. Bu yüzden 20. yüzyılda Güneş, 1 Ocakta Oğlak burcunda olmayıp Yay burcundadır. Bu yüzden de burçlarda doğanların belli bir karakter sahibi olduğu söylenemez. Her burçta doğan aynı karaktere sahip olsa, bütün dünyadaki insanlar 12 karakterli olurlar. Aynı burçta doğan iki kişiden biri âlim, diğeri zalim, biri sert, öteki yumuşak olabilir. İnsanların karakterlerini burçlar tayin etmez.

 

İbadetlerimin kabul olmayacağını zannediyorum bu yüzden de gevşeklik geliyor. Ne tavsiye edersiniz?

CEVAP

İbadet yapmak kulluk vazifesidir. Bir kul ibadetlerinin kabul olmayacağını zannetse de ibadet yapmaya mecburdur. İbadet ederek, ibadetteki kusurlarına istiğfar edip ağlamalıdır! Bu istiğfar ve yalvarış belki ibadetlerin kabul olmasına sebep olur. İbadetler düzgün yapılınca, belki kibre, ucba sebep olur ve böylece kişi yine tehlikeye girer. Sonra ibadetlerin hepsi kabul olsa da, sayısız nimetlerin hangisinin şükrünü eda edebilir? İbadetlerine güvenmek de doğru değildir. İbadet kulun vazifesidir. Kul, vazifesinde gevşeklik göstermemelidir!

 

İnsanın başına, büyük küçük bir sıkıntı, bir bela gelince veya işi ters gidip beklediği neticeye kavuşamayınca, (Hakkımızda hayırlısı böyleymiş. Vaki olanda hayır vardır) deniyor. Niye böyle söyleniyor?

CEVAP

Bu müminin başına gelen her bela faydalı olduğu için öyle söyleniyor. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Müslüman için Allahü teâlânın her hükmü hayırlıdır. Allah’ın kazası, herkes için hayırlı değil, sadece Müslüman için hayırlıdır.) [Ebu Nuaym]

(Mümine gelen her bela, günahlarına kefaret olur.) [Buhari]

(Belayı nimet saymayan, kâmil mümin değildir.) [Taberani]

 

Müslüman Allah’ın dostudur. Dostluğun alameti ise, dostun belalarına, sıkıntılarına sabretmektir.  Belki de bu bela bizim iyiliğimizedir. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara 216]

 

Şu halde, olmasını şiddetle arzu ettiğimiz bir şey bizim zararımıza olabilir. Aksine olmaması için uğraştığımız bir şey de yararımıza olabilir. Bir şeyde lüzumsuz ısrar etmemeli, hayırlı ise olsun diye dua etmelidir.

 

Hz. Ömer buyurdu ki:

Bana bir bela gelirse, üç türlü sevinirim:

Belayı Allahü teâlâ göndermiştir. Sevgili gönderdiği için tatlı olur.

Allahü teâlâya, bundan daha büyük bela göndermediği için şükrederim.  

Allahü teâlâ, insanlara boş yere, faydasız bir şey göndermez. Bir belaya karşılık, ahirette çok nimetler ihsan eder. Dünya belaları az, ahiretin nimetleri ise, sonsuz olduğundan, gelen belalara sevinirim.

 

Müslümanın başına gelen sıkıntılar onun hayrınadır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Mümin başına gelen işten, hoşlansa da, hoşlanmasa da, o iş, onun için hayırlıdır.) [İbni Şahin]

 

Kutb-i irşad hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP

Kutb-i irşad, kayyum-i âlemdir. Yani İslamiyet’i koruma vazifesi kutb-i irşad denilen veli zata verilir. Bu zat sayesinde İslamiyet başı boş kalmaz. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kutb-i ebdal [yani Kutb-i medar] âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz  gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, Kutb-i ebdalin feyzleri ile olur.

 

İman sahibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek ise, Kutb-i irşadın feyzleri ile olur. Her zamanda, her asırda Kutb-i ebdalin bulunması gerekir. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz. Çünkü âlem bununla nizam bulmaktadır. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir. Fakat, Kutb-i irşadın her zaman bulunması gerekmez. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır. Resulullah "sallallahü aleyhi ve sellem", o zamanın Kutb-i irşadı idi. O zamanın Kutb-i ebdali de, Hz. Ömer ve Veysel-Karni idi.

 

Kutb-i irşad ile, bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer.) [Mearif-i Leddünniyye 35]

 

İmam-ı Rabbani hazretleri yine buyuruyor ki:

(Kutb-i irşad, çok az bulunur. Asırlardan çok uzun zaman sonra bu cevher dünyaya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşadının ve hidayetinin nurları, bütün dünyaya yayılır. Herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz  alır. Arada o olmadan kimse bu nimete kavuşamaz. Onun hidayetinin nurları, bir okyanus, [çok kuvvetli radyo dalgaları] gibi bütün dünyayı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuş gibi hiç dalgalanmaz. O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut O, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı anarsa ve bu zatı hiç düşünmezse, mesela onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha fazla olur.

 

Bir kimse de, o büyük zatı inkâr eder, beğenmezse, yahut o büyük zat, buna incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikretse bile, rüşd ve hidayete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zat, bunun zararını istemese bile, hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zata inananlar ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar.) [Müjdeci Mektublar 260]

 

Peygamber efendimizin, Hz. Ebu Bekrin kalbine akıttığı feyzi alabilmek kutb-i irşadı tanımak ve sevmekle mümkündür. Bu nimete kavuşan bahtiyar kimse, küfre düşmekten korunmuş olur. İslam âlimlerinin bildirdikleri şekilde iman ve ibadet eden kimselerin, kutb-i irşadı tanımaları nasip olur.

 

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri