Fihriste Dön
 

   HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN   (Peygamber Efendimiz'in Halîfeleri)  

                Hulefâ-i Râşidîn; Peygamber Efendimiz'den sonra sırasıyla hâlife olan Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali olmak üzere ilk dört halîfeye verilen isimdir. Ehli sünnet îtikadında bu dört halîfenin üstünlük sırası halîfelik sırasına göredir.

Peygamber Efendimiz'den sonra müslümanların din ve dünyâ işlerini idâre edenlere «Halîfe» ve «Emir» denir. İslâm'ın ilk halîfesi Hz.Ebû Bekir (R.A.)'dır.

                Rasûlüllah Efendimiz'in irtihâlinden sonra Eshâbı Kirâm, müslümanların din ve dünyâ işlerini tedvirde kendilerine mutlakâ bir baş, bir halîfe lâzım geldiğini düşünerek, daha Fahri Kâinât'ın techiz ve tekfininden önce, halîfe olacak kimseyi arayıp, bulup, O'na bağlanıp bîat ettiler. Ondan sonra, Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri'nin techiz ve tekfinini, o halîfenin emri altında îfâ ettiler. Zirâ, Eshâbı Kirâm, idâre makamının kısa bir an için dahi olsa aslâ boş bırakılmaması, mutlakâ evveliyatla o makamın sâhibinin bilinmesi ve onun emri altında din ve dünyâya âit bütün diğer vazîfelerin yapılması lâzım geldiğinde de ittifak sâhibi idiler.

                Peygamber Efendimiz'in; Allâh'ü Teâla'nın emir ve yasaklarını öğretmek, din ve dünya işlerini, dînin gâyesini yerine getirecek şekilde yürütmek ve mürşid (rehber) olarak insanları terbiye edip kemâle ulaştırmak gibi başlıca üç vâzifesi vardı. Hulefâ-i Râşidîn, bu üç vâzifeyi birlikte yaptı. Sonra gelenler yalnız saltanat vazîfesini yaptı. İlim öğretmek vazîfesi mezhep imamlarına, insanları terbiye edip kemâle ulaştırmak vâzifesi de tasavvuf büyüklerine, evliyaya verildi.    

Fihriste Dön
1- HZ.EBU BEKR'İNİS SIDDIK (R.A)

                 Hz.Ebû Bekr'inis Sıddık (R.A.), Peygamberlerden sonra insanların ve Eshâbı Kirâm'ın en efdâli, İslâmın birinci halîfesidir. Asıl adı Abdullah bin Ebu Kuhafe, babasının adı Osman olup Ebu Kuhafe künyesi ile meşhurdur. Annası, Ümmül Hayr lakabıyla tanınan Selma binti Sahr'dır.

Hz.Ebû Bekir (R.A), Rasûlullah Efendimiz'in en yakın dostuydu. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği, Mekke'den Medîne'ye Hicrette de devam etti. O'na mağara arkadaşı oldu. Mağarada üç gün kaldıktan sonra, ikisi de birer deveye binerek yolculuk ettiler. Medîne'ye varıncaya kadar Rasûlullah Efendimizin bütün hizmetini O gördü. Medînedeki mescid yapılırken birlikte çalıştılar. Hiçbir hizmet ve fedâkarlıktan geri kalmadı.

                Hz. Ebû Bekr, Rasûlullah Efendimizle birlikte bütün harblerde bulundu. Çok şiddetli muharebelerde, Peygamber Efendimizin muhâfızlığını yapıp, bedenini siper etti. Bedirde, Uhudda, Hendekte müşriklere karşı büyük kahramanlıklar gösterdi. Tebük harbinde, sancaktarlık vazîfesini yerine getirdi.

Peygamber Efendimizin son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, on yedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de Sevgili Peygamberimiz, Ebû Bekr'e uyarak arkasında namaz kılmışlardır.

                Hz.Ebû Bekir (R.A.), Peygamber Efendimiz'in vefât ettiği gün, H.11 (M.632) senesinde Eshâbı Kirâm tarafından söz birliği ile halîfe seçildi. Peygamber Efendimiz'in vekîli, müslümanların reîsi oldu. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.

Halîfeliği sırasında Yemen, Necid ve Yemâme gibi yerlerde çıkan yalancı peygamberleri ortadan kaldırdı, irtidad edenleri (dinden dönenleri), İslâm'ın emirlerinde gevşeklik gösterenleri yola getirdi.

O'nun zamanında, Hâlid ibn-i Velîd (R.A.)'ın emrindeki İslam orduları, Bizans ve İran ordularıyle birçok savaşlar yapmış ve her def'asında yenerek geniş toprakları fethetmiş, müslümanlığı yaymışlardır. Bütün bu zaferler halîfenin cesâreti, dehâsı, güzel idâresinin bereketiyle oldu. Hz.Ebû Bekir (R.A.), Kur'ân-ı Kerîm'in âyet ve sûrelerini bir araya toplattı ve buna «Mushaf» dendi.

Peygamber Efendimiz'in getirdiği, bildirdiği herşeyi hiç tereddüt etmeden, yutkunmadan inanıp tasdik ve kabul ettiği için «Sıddîk» ünvânını almıştır. Hz.Ebû Bekir (R.A.) sahâvette Eshâbın en önde geleni olmuş, Allah ve Rasûlü yolunda bütün servetini vermiştir.

Hz.Ebû Bekir (R.A.), Yermük muhârebesinin yapıldığı sırada hastalandı (H.13, M.634). Hastalığının son günlerinde bir gece Peygamber Efendimiz'i rûyâsında gördü.

Peygamber Efendimiz O'na; "Yâ Ebâ Bekir! Seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı." buyurdu.

O'da; "Ben de seni özledim Yâ Rasûlallah!" dedi.

Peygamber Efendimiz; "Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızâsını kazanmış, zamanın en temizi olan Fâruk'u (Hz.Ömer'i) halîfe seç!" buyurdular.

Bunun üzerine Hz. Ömer'in halîfe seçilmesini vasiyet etti. İki sene üç ay on gün halîfelik yaptı. Hicretin 13. senesinde 63 yaşında irtihal etti (M.634).

Hz.Ebu Bekr'i-nis-Sıddîk hakkında Rasulullah (S.A.V) Efendimiz'in Hadîs-i Şeriflerinden bâzıları;

Ebu Bekr'in îmânı, bütün müminlerin îmanları ile tartılsa, Ebu Bekr'in îmânı ağır gelirdi.

Cehennemden atîk olanı (azad edilmiş kimseyi) görüp sevinmek isteyen kimse Ebu Bekr'e baksın.

Münafıkların kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz; Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali.  

Fihriste Dön
2- HZ. ÖMER (R.A.) 

                Eshâb-ı Kirâmın en büyüklerinden olan Hz.Ömer, Hz.Ebû Bekir (R.A)'dan sonra İslâm'ın ikinci halîfesidir. Hz.Ebû Bekr'inis Sıddık (R.A.) tarafından, Hicrî 13 (M.634) senesinde halîfe seçilerek «Emîr-ül Mü'minîn» ismini aldı. Hulefâ-i Râşidîn'den ve Aşere-i Mübeşşereden yâni cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hicretten kırk sene önce Mekke'de doğdu. Dokuzuncu dedesi olan Ka'b'da soyu Peygamberimiz'in soyu ile birleşir. Babası Hattâb Kureyş kabîlesinin ileri gelenlerinden, annesi Hanteme binti Hişam'dır. Künyesi Ebu Hafs'tır.

Hz.Ömer çok âdil, âbid, merhametli alçak gönüllü olup fakirlikle yaşardı. Hz. Ömer kuru arpa ekmeği yer, kalın kumaşlardan elbise giyerdi. Şanı çok büyük, şöhreti pek fazla olmasına rağmen yemesi içmesi değişmemiş, dünyâ malına aldırış etmemiş, kanâat içerisinde çok sâde bir hayat yaşamıştır. Sonu üzüntü, pişmanlık olan iş yapmamıştır. Adâletine bütün dünyâ hayran kalmıştır. Adâleti sevdiği için hatır ve gönüle bakmamış, kendi oğlu günah işleyince Allâhü Teâla'nın emri kadar had vurulmasını emretmiştir.

Dâimâ re'yi isâbet ettiği, hakkı bâtıldan ayırdığı için ve eşsiz adâletinden dolayı kendisine «Fâruk» ünvanı verilmiştir.

Hz.Ömer (R.A.) zamanında çok fetihler oldu. Öyle ki, Onun zamanında 8.000 camide Cum'a namazı kılınıyordu. Onun halîfeliği sırasında Kur'ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şeriflerin öğretilmesi için her tarafta mektepler açılmış ve buralarda ders vermek üzere maaşlı muallimler tâyin edilmişti. Hz. Ömer, insanların bilmedikleri mes'eseleler, hükümler hakkında mâ'lumât elde edebilmeleri için müftüler tâyin etti.

                Halîfeliği sırasında Bizans ve İran devletleriyle yapılan bir çok harpler kazanılmıştır. Bunun netîcesi olarak da İran devleti tamamen ortadan silinmiş, Bizanslılar ise Mısır ve Kudüs'ten Erzurum'a kadar topraklarının çoğunu müslümanlara bırakıp, kendi kabuğuna çekilmiştir. Zamânında, 1036 büyük şehir fethedilmiş, Kuzey Afganistan'dan Türkistan'a, Azerbaycan'dan Yemen'e kadar uzanan ve 2 milyon km²den büyük olan İslam Devleti kurulmuştur.

                Hz.Ömer (R.A), devleti idârî bölgelere ayırdı, mükemmel müesseselerle gâyet muntazam bir şekilde idâre etti. Bu bölgelerin en başta gelenleri; Hicaz, Suriye, El-Cezîre, Basra, Kûfe, Mısır, Filistin, İran, Horasan ve Kirman bölgeleriydi. Her bir idâri bölgenin başına bir vâlî tâyin etti. Bölgeler; vilâyet, kasaba ve nâhiye merkezlerine ayrıldı.

                Bunların idâresini verdiği vâlîlerin, memur ve diğer vazîfelilerin seçiminde ve denetiminde, son derece titiz davranırdı. Vâlîlerinden, kadılarından ve diğer memurlarından mal beyânnâmesi istedi. Onlara dolgun maaş verdi.

                Dâvâlara bakması için mahkemeler, adlî teşkilâtlar kurdu. Beytülmâl için ayrı bir yer ve memurlar tâyin etti. İlk defa para bastırdı. Geceleri bekçi koyup asâyişin teminini ilk defa O tatbik etti. Mısır vâlîsi Amr ibn'il As, Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlayacak bir kanal açmak üzere izin istediğinde, Hz.Ömer ona gerekli izni verdi.

                Hz.Ömer (R.A.) tarafından Hicretin 17.yılında, Peygamberimiz'in Mekke'den Medîne'ye hicretinin yapıldığı sene ve ay, târih başlangıcı olarak kabul edilmiş, böylece Hicrî takvim O'nun zamanında başlatılmıştır.

On sene iki ay onbir gün halîfelik yaptı. Hz.Ömer (R.A.), hicretin 23. senesinde 63 yaşında olduğu halde Ebu Lü'lü adında bir hıristiyan köle tarafından şehid edilmiştir (M.644).

Hz. Ömer (R.A) hakkında Peygamber Efendimiz'in Hadîsi Şeriflerinden bâzıları;

Ömer iman ettiği gün, Cebrâil (A.S) geldi ve melekler birbirlerine Ömer'in müslüman olduğunu müjdelediler.

Ömer, cennet ehlinin ışığı ve İslâmın nûrudur

Allâhü Teâla, hakkı Ömer'in diline ve kalbine yerleştirmiştir.

Şeytan Ömer İbni Hattâb'ı gördüğü zaman heybetinden yüzüstü yere düşer.  

Fihriste Dön
3- HZ. OSMAN (R.A.)

Eshâb-ı Kirâm'ın en büyüklerinden ve Peygamber Efendimiz'in dâmâdı, üçüncü halîfesidir. Peygamber Efendimiz'e iki defa dâmâd olmakla şereflendiği için, iki nur sâhibi manâsına gelen «Zinnûreyn» lakabıyla anıldı.

Hz.Ömer (R.A), M.577 senesinde Mekkede soğdu. Babası Affân olup, Kureyş kabilesinin Beni Ümeyye kolundandır. Annesi ise Erva Binti Küreyz'dir. Hem ana hem baba yönünden soyu Abdülmenaf'ta Peygamber Efendimiz'in temiz nesebi ile birleşir. Dünyada iken Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hz. Rukiyye'den  Abdullah isminde bir oğlu olmuş bu sebeble Ebu Abdullah künyesi ile tanınmıştır.

Rasulullah (S.A.V) kızı Rukiyye'yi Hz. Osman'a verdikten bir zaman sonra kızına; "Osman Bini Affânı nasıl buldun?" dedi.

"Hayırlı, iyi gördüm." dedi.

"Ey cânım kızım! Osmân'a çok saygı göster. Çünkü Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur!" buyurdu.

                Hz. Osman, Peygamberimizin vahiy katiplerindendi. Güzel yazar, güzel konuşur ve çok kuvvetli bir hatipti. Dâimâ Kur'ân-ı Kerim okur, O'ndan çeşitli meseleler çıkarırdı. Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzı çok kuvvetli idi. Namazda bir rekatta bütün Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan dört kişiden biri de odur. Çok okuduğu için iki mushaf elinde eskimiştir.

                Hz.Osman (R.A.), Hz.Ömer'in tâyin ettiği bir heyet tarafından Hicrî 23 (M.644) senesinde halîfe seçildi.

                Hz. Osman, hilm ve hayâsı ile meşhurdur. Mârifet ilminde gâyet mâhirdi. O derece hayâ sâhibi idi ki melekler dahi O'ndan hayâ ederdi.

                Hz.Osman (R.A.) zamanında; Hz.Ebû Bekir (R.A.) tarafından kağıt üzerine yazdırılan ve mushaf adı verilen Kur'ân-ı Kerîm'in ilk nüshasından, altı nüsha daha yazdırılarak çoğaltıldı. Bu muhsaflar; Medîne, Mekke, Şam, Bağdat, Yemen ve Bahreyn'e birer tane gönderildi. Bu bakımdan ona Nâşir'ül Kur'an (Kur'anın yayıcısı) denilmiştir. Kûfi harflerle yazılmış olan bu mushaflarda harflerden başka hiçbir nokta ve işâret kullanılmamıştır. Bu ilk yedi nüshadan günümüzde, bir tanesi Mekke'de Kâbe'de, biri Kâhire'de Millî Kütüphânede, bir diğeri ise Özbekistan'ın Taşkent [1] vilâyetindeki İslam Kütüphânesinde korunmaktadır.

                Hz.Osman (R.A.) devrinde; Afrika'nın kuzey kısımları, Kıbrıs adası, Anadolu'nun içleri, Türkistan ve daha nice yerler İslam ordularının eline geçti. İslâm'ın sınırları çok genişledi.

Onbir sene altı ay ondört gün halîfelik yaptı. Hz.Osman (R.A.)'ın son zamanlarında bâzı iç karışıklıklar çıktı. Bunun sonucu olarak da hicretin 35. senesinde, 80 yaşını geçtiği halde şehîd edildi (M.656).

Şeriflerde Hz. Osman hakkında buyruluyor ki;

Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman'dır.

Osman'dan gök kubbedeki melekler hayâ ederler.

Bütün melekler benimle iftihar ederler. Ben de Osman Bini Affan ile öğünürüm.

Osman'ın şefâatı sâyesinde cehennemi Hak etmiş yetmiş bin kişi hesapsız cennete girecektir.  

Fihriste Dön
4- HZ.ALİ (R.A.)

Eshâbı Kirâm'ın büyüklerinden olup Peygamber Efendimiz'in dâmâdı olmakla da şereflenmiştir. Hiç puta tapmadan müslüman olduğu için «Kerremallâhü Vecheh»; kahramanlığı ve çok cesur olması sebebiyle «Kerrâr» ve «Esedüllah-il-Gâlib» ünvanlarını almıştır. Ayrıca takdîri ilâhiyyeye gösterdiği rızâdan dolayı da «Mürtezâ» ünvânı verilmiştir.

                Hz.Ali (R.A.), Hicrî 35 (M.656) senesinde Eshâbı Kirâm'ın ittifâkıyla halîfe seçildi.

                Hz.Ali (R.A), halîfe seçildikten sonra bâzı müslümanlar, Hz.Osman'ın katillerinin derhal yakalanıp, cezâlandırılmalarını istemişlerdi. Fitne kazanı kaynamakta olduğundan, Hz.Ali Kerremallâhü Vecheh, önce tam bir hâkimiyet kurup sonra katillerin tecziyesini düşünmüştü.

                Katillerin derhal tecziyesi veya bil'âhere tecziyesi hususunda Eshâbı Kirâm arasında tamamen hüsn-ü zanlarının netîcesi olarak, ictihattan doğan bir ihtilaf [2] zuhûr etti. İctihad ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki ordu arasında, tam anlaşma olmuştu ki Abdullah ibn-i Sebe' ismindeki Yemen'li yahûdî asıllı bir münâfık, geceleyin grubu ile birlikte Basralıların üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Böylelikle savaş üç gün devam etti.

                Cemel (deve) Vak'ası olarak bilinen bu hâdisede Hz.Âişe-i Sıddîka Radıyellâhü Anhâ esir alınınca Hz.Ali hürmet ve ikram edip, kendi askerleri arasında bulunan Muhammed ibn-i Ebû Bekir (ki Hz.Âişe'nin kardeşidir) ile Medîne'ye gönderdi.

                Bir sene sonra Sıffîn denilen yerde, Hz.Ali (R.A), Hz.Muâviye (R.A)'ın ordusu ile 100 günde 90 meydan muhârebesi yaptı. Hz.Ali'nin askerlerinden 25.000, karşı taraftan 45.000 kişi şehid oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifi üzerine iki taraftan birer hakem ta'yin edildi. Ebû Mûsal Eş'arî Hz.Ali (R.A) tarafından, Amr ibni Âs ise Hz.Muâviye (R.A) tarafından hakem seçilmiş idiler. Hakemlerin kararı ile anlaşma olunca, Hz.Ali (R.A)'ın ordusundan 7.000 kişi ayrıldı. Bunlara «Hâricî [3] » denildi.

                Hz.Ali fevkalâde beliğ ve fesih konuşurdu. Peygamber Efendimizden sonra onun derecesinde beliğ.ve fesih hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeble Kur'ân-ı Kerimin lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber Efendimiz'in yanında bulunması ve O'nun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur'an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dâir birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebebleri konusunda birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor ki; "Vallahi bir ayet yoktur ki ben onun gecede mi, güzdüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmeyeyim."

                Hz. Ali ehl-i beytten olması sebebiyle Peygamber Efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta herkesin mürâcaat kapısı idi. Hz. Ali Eshâb-ı Kirâm'ın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer buyuruyor ki; "Şayet Hz. Ali olmasaydı Ömer helak olurdu."

Hz.Ali, dört sene sekiz ay onbir gün halîfelik yaptı. Hicrî 40 (M.660) senesinde Ramazanı Şerif'in 17. cuma günü, sabah namazına giderken İbni Mülcem adlı bir hâricî tarafından başına kılıçla vurularak şehîd edildi.

                Hz.Ali (R.A.)'ın yerine büyük oğlu Hz.Hasan geçti. Ancak, altı ay sonra, yerini babası zamanında Şam vâlisi olan Hz.Muâviye'ye bırakarak çekildi. Böylece İslâmda "Hulefâ-i Râşidîn" devri sona erdi.

Hz.Ali'nin fazîleti üstünlüğü hakkında birçok Hadîsi Şerif vardır. Bunlardan bâzıları;

Ben ilmin şehriyim. O şehrin kapısı Ali'dir

Ali'ye bakmak ibâdettir. Ali'yi inciten beni incitmiş gibidir.

Kızım Fâtımayı Aliye vermeyi Rabbim bana emreyledi. Allâhü Teâlâ her peygamberin sülâlesini kendinden, benim sülâlemi de Ali'den halk etmiştir.

Ehli beytim Nuh (A.S) nin gemisi gibidir. Onlara tâbi olan selâmet bulur, olmayan helak olur.  

* * *  

                Eshâbı Kirâm'ın hepsi Rasülullah Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri'nin birer sıfatının vârisi ve mümessilidirler. Meselâ;

Hz.Ebû Bekr'inis Sıddık (R.A.), îman sırrına vâris ve onun mümessilidir.

Hz.Ömer'il Fâruk (R.A.), adâletinin vârisi ve mümessilidir.

Hz.Osman'ı Zinnûreyn (R.A.), hayâsının varisi ve mümessilidir. 99 kızda ne kadar hayâ varsa O'ndaki hayâ hepsinden daha fazla ve kâmildi.

Hz.Ali'yyül Mürtezâ (R.A.), Peygamber Efendimiz'in şecâat sıfatının vârisi ve mümessilidir.

                Bir insan, bunlardan herhangi birisinin aleyhinde konuşur ve dil uzatırsa; aleyhinde konuştuğu hâlifede bulunan Peygamber Efendimiz'e âit mübârek sıfat, dil uzatan o insanda kalmaz.

                Hz.Muâviye (R.A.) da, Rasûlüllah Efendimiz'in dünyâ saltanatının vârisi ve mümessîlidir. Kim ki O'nun aleyhinde konuşur, söz atar, dil uzatırsa, (ne kadar zengin de olsa) iyi bilmelidir ki sonunda aç ve sefil kalır. Dünyâlığından olur. Perîşân ölür.  

EMEVÎLER  (Hicrî:41-132; M.662-750)  

                Dört Büyük Halîfe'den sonra ve Abbâsilerden önce müslümanları idâre eden İslam halîfeleri Emevîlerdir.

                Dört halîfe devrinden ve Hz.Ali'nin oğlu Hz.Hasan'ın altı aylık hilâfetinden sonra Hz.Muâviye (R.A.) halîfe oldu (Hicri 41). O'ndan sonraki halîfeler Beni Ümeyye soyundan geldiği için bu İslam devletine, Emevî Devleti denildi. Bu devlet zamanında, 14 halîfe gelip geçti.

                Hz.Muâviye (R.A.), Eshâbı Kirâm'ın büyüklerinden olup Peygamber Efendimiz'in kayınbirâderi ve aynı zamanda vahiy kâtibi idi. Hz.Muâviye zamanında iç huzursuzluklar giderildi. İslam orduları fetihlerine devam etti ve Sicistan, Afganistan ve Semerkand'ı fethetti. M.671 senesinde Kûfe ve Basra'dan 50.000 kişi, Merv başta olmak üzere Herat, Tus, Nişâbur ve Belh şehirlerine yerleştirildi. Böylece Türkistan'a karşı girişilecek fetihlerde de baş rolü oynayacak olan Horasan vilâyeti kuruldu.

                Diğer yandan Anadolu üzerine seferler düzenlendi. İslam orduları Erzurum'u ele geçirip İstanbul'u kuşattı. Doğuda ise Mâverâünnehir'e ve Hindistan'a ulaşıldı. Hicrî 50 (M.669-670) senesinde, Hz.Muaviye (R.A)'ın oğlu Yezid kumandasındaki bir ordu tarafından, İstanbul yaz boyunca muhâsara altına alındı. Kış mevsiminin yaklaşması üzerine kuşatma kaldırılarak bir antlaşma yapılıp Suriye'ye dönüldü.

                Bu sefer esnâsında, Peygamber Efendimiz'in Medîne'ye ilk gelişinde, evinde müsâfir olduğu Hz.Hâlid ibn-i Zeyd Ebâ Eyyûb'el Ensârî de şehîd oldu ve surların dibine defnedildi. Bu sahâbi, Hz.Peygamberimizin bütün harplerine katılarak O'nun bayraktarlığını yapmıştı. İstanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed Han'ın hocası ve üstâdı Akşemseddin Hazretleri tarafından mezârı keşif sureti ile bulunarak, yanına bir câmi ve türbe yaptırıldı.

                Hz.Muâviye zamanında donanmaya da büyük önem verildi. Akdeniz'e açılan Emevî donanması Girit, Sicilya, Kıbrıs ve Rodos adalarını zaptetti. Ayrıca Kuzey Afrika fethedildi. İçteki isyanlar ve haricî fitnesi def'edilip ortadan kaldırıldı.

                Emevî devleti Sokdiyâna'dan Cezâyir'e kadar uzanan huzurlu bir devlet hâlinde iken, Hz.Muâviye vefât etti. Vefâtından sonra yerine oğlu Yezîd geçti. Yezîd babasının halîfeliği sırasında iki def'a hac emirliği ve Bizans'a karşı yapılan gazâlarda kumandanlık yapmıştı. Hz.Muâviye (R.A.), oğlu Yezîd'i kendisine velîaht tâyin etmişti.

                Yezid zamanında, Hz.Hüseyin (R.A.)'ın Kerbelâ'da şehîd edilmesi [4] ve Abdullah ibn-i Zübeyr (R.A.)'ın Mekke'de halîfeliğini îlân etmesi, iç mes'elelerin en önemlilerindendir. Buna rağmen Yezîd'in dört senelik saltanatında İslam orduları, Buhârâ ve Harezm'i fethettiler. Yezid tarafından kumandanlığa ta'yin edilen Ukbe bin-i Nâfi, Kuzey Afrika'nın tamâmını fethederek önüne Atlas Okyanusu çıkınca atını denize sürüp "Allâhım! önüme şu uçsuz bucaksız deniz çıkmasaydı senin ismini daha ötelere götürürdüm." demiştir.

                Yezîd'in vefâtından sonra yerine oğlu II.Muâviye geçti. Fakat aynı sene vefât etti. Sonra yerine Mervan ibn-i Hakem seçildi. Daha sonra yerine oğlu Abdülmelik geçti. Abdülmelik, Emevî iktidarını bütün İslam âlemine kabul ettirmede kendisine iki yardımcı buldu. Bunlardan biri Mühellep diğeri ise Haccâc ibn-i Yûsuf'dur.

                Haccac, önce devlet içinde başgösteren isyanları bastırdı. Türkistan ve Sind sınırlarına gönderdiği ordular, yeni fetihlerle Hind topraklarına dayandı. Türkeş (Türgiş) devletine bağlı Rudbil beyliği, Emevîlere boyun eğdi. Bu, Türklerin İslâmlaşması hakkında ilk hamle oldu. Haccaac, buradaki Türklerden bir kısmını Basra ve Kûfe taraflarına yerleştirdi.

                Hicrî 75 (M.694) senesinde Haccâc, Hicaz ve Irak vâlisi oldu. Haricîleri arka arkaya vurduğu darbelerle kahreden Haccac, büyük bir üne kavuştu. Hâricîlerin belli başlı reislerini öldürdü. Böylece Ehli Sünnet'e büyük hizmeti oldu. Arap olmayan milletlerin müslüman olmaları ve dillerinin başka olması, Kur'ân-ı Kerîm'e nokta ve hareke konması ihtiyacını hissettirdi. Haccac, Hicrî 95 senesinde İslam âlimlerinden Ebül Esved ed Düelî'ye, Kur'ân-ı Kerîm'in yanlış okunmasını önleyecek ilk nokta ve işâretleri mushaflara koydurttu.

                Haccâc, güzel konuşur, nükteli sözleri severdi. Hutbeleri Arap Edebiyâtının şâheserleri arasında yer aldı.

                Abdülmelik'ten sonra oğlu Velîd halîfe oldu. Bilâhere Velîd'in kardeşi Süleyman halîfe oldu. Bunun zamanında, Kaşgar ve Pencap İslam orduları tarafından fethedildi. İstanbul ikinci defa kuşatıldı. Peygamber Efendimiz'in kabri şerîfi ve mescidi yeniden yapıldı. Şam da Emevî câmii inşaa edildi.

                Daha sonra İkinci Ömer diye anılan Ömer ibn-i Abdülaziz halîfe oldu. Bu zât çok âdildi ve halk tarafından çok sevilirdi. Zamanında hadîsi şerifler tedvîn edilip, tasnifine başlandı. Haraç ve cizye vergileri belli esaslara bağlandı. 41 yaşında iken kölesi tarafından zehirlendi. Yerine Yezîd ibn-i Abdülmelik geçti. Gerek Yezîd ibn-i Abdülmelik ve gerekse kendinden sonra halîfe olan Hişam ibn-i Abdülmelik devirleri, Emevîlerin en parlak zamanlarını teşkil eder. Bu devirde Türkler, akın akın gelerek müslümanlıkla şereflendiler.

                Son Emevî Halîfesi Mervan zamanında çıkan karışıklıklar, devletin gücünü sarstı. Bu arada Eb'ul Abbas Irak'ta halîfeliğini îlân etti. Mervan, Eb'ul Abbas ile yaptığı mücâdelede öldürülünce Emevî devleti yıkılarak yerine Abbâsi devleti kuruldu.  

Fihriste Dön
            ENDÜLÜS EMEVÎ DEVLETİ         (Hicrî:138-422; M.756-1031)  

                Emevi halîfesi I.Velid zamanında Ceziret-ül Hadrâ (Yeşil Ada) denilen Endülüs'ün (bugünkü İspanya'nın) fethi için Târık bin Ziyad komutan ta'yin edildi. Târık bin Ziyad, Akdeniz'i Atlas Okyanus'una bağlayan boğazdan [5] gemilerle geçerek Buhayra denilen yerde Vizigot Kralı Rodrig'le karşılaştı. Burada Târık bin Ziyad, askerlerine şöyle bir hitâbede bulundu:

                "Askerlerim! Görüyorsunuz ki, arkanızda deniz, önünüzde düşmanlar var ve kaçacak hiç bir yeriniz yok. Vallâhi sabır ve sebattan başka yapacağınız hiç bir şey de yok... En ucuz malın can olduğu bu pazara sadece sizi sürmüyor, bil'akis önce kendi canımdan başlıyorum. Canınızı düşünerek benden yüz çevirmeyiniz. Siz de benden daha fazla zorluğa katlanmayacaksınız. Sizin payınıza da bana düşenden daha fazlası düşmeyecek. Hepimiz aynı kaderi paylaşıyoruz..."

                Onun bu hitâbesi askerlerinin îmanlarını kuvvetlendirdi, morallerini yükseltti. Neticede sarsılmaz bir îman gayreti içinde Vizigotları yenerek burayı fethetti (M. 711). Daha sonra Emevi devleti M.750'de yıkılıp yerine Abbasi devleti kurulunca Ümeyye oğullarından

Abdurrahman bin Muâviye Endülüs'e kaçarak burada bağımsız Endülüs Emevi Devleti'ni kurdu. Bu devlet de 284 sene hüküm sürdü. Ordu güçlendirildi. Tarım ve sanayi gelişti. Büyük bir ticâret filosu kurularak İstanbul'a kadar ticarî münâsebetler geliştirildi. Bu arada câmiler, yollar, şehir etrafındaki surlar yaptırıldı.  

            Endülüs Emevîleri,

                Endülüs Emevileri, III.Abdurrahman devrinde halîfeliğini îlan ederek siyasi yönden Abbasilerden tamamen ayrılmış, müstakil bir devlet olmuştur. Bu devlet III.Abdurrahman ve bundan sonraki devirlerde siyâsî, iktisâdî ve fikrî üstünlüğün zirvesine ulaştı. Hıristiyan orduları hezîmete uğratılarak, büyük fetihler yapıldı. Endülüs Emevîleri, İslam dînini İspanya'dan Avrupa'ya soktu. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup batıya ilim ve fen ışıkları saldı. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin, birçok ilimlerin ve bilhâssa tıp ve astronomînin temelleri atıldı.

                Böylece dünyâya fen ve teknik, Endülüs müslümanları tarafından yayılmış oldu. Fen ve teknik, Endülüs müslümanlarından Fransa'ya, oradan Almanya'ya, oradan da Amerika'ya intikal etmiştir.

                Endülüs Emevîleri, son zamanlarda İslam ahlâkı ve ehli sünnet îtikadından ayrıldıkları ve taklitçiliğe daldıkları için zayıfladılar. Önceki kazandıkları zaferler artık hayal oldu. Son halîfe III.Hişam vezirlerinin isyanı ile tahttan indirildi, halîfelik kaldırıldı, devletin yönetimi Meşveret Heyeti denen bir meclis tarafından yürütülmeye başlandı. Kısa zaman sonra devlet parçalandı ve yıkıldı. Yerine bir çok küçük devletler kuruldu. Bunlardan en önemlisi ise Ben-i Ahmer devleti idi.  

Fihriste Dön
            BEN-İ AHMER DEVLETİ     (Hicrî:631-898; M.1233-1492)  

                Endülüs Emevî Devleti yıkıldıktan sonra Endülüs'de Hicrî: 631 (M.1233)'de başkenti Gırnata olan Ben-i Ahmer devleti kuruldu. Bu devlet de Endülüs Emevileri gibi ilim, fen alanında çok ileri gitmiş, devrin en yüksek ilim merkezleri olan şehirler kurmuştur. Bunlardan en önemlisi olan Gırnata şehri El Hamra Sarayı'nda devrinin en büyük kütüphânesini kurmuştur. Bu devlet uzun zaman Hristiyan istilâsına karşı durabilmiş ise de katolik Argonya kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İzeballa evlenerek Müslümanlara karşı güç birliği yaptılar. Bunlara karşı koyamayan Endülüs Ben-i Ahmer devletinin son hükümdarı Abdullah-is-Sağîr, Osmanlı hükümdarı II.Bayezid'den yardım istemiş ise de II.Bayezid, Cem Sultan meselesi ve yeterli donanması olmaması sebebiyle bu ülkeye yardım edemedi. Abdullah-is-Sağîr Hristiyan krallarla bir anlaşma yaparak teslim oldu. Akdedilen muâhede ve teslim şartlarına göre Müslümanlara fena muamele edilmeyecek idi. Ancak bu şartlara iki hafta uyuldu. Daha sonra Müslümanlara yapılmadık ezâ ve cefâ kalmadı.

                Cihadı terk ederek, kalleşce vâsıtalarla zevk, sefâ ve saltanat sürmek sevdasına kapılan Endülüs Emevî Devleti'nin son hükümdarı Abdullah-is-Sağîr, memleketini düşmanlara kaptırarak anası ve maiyyetiyle birlikte kaçıp Gırnata'dan uzaklaşırken, son olarak şehri ebediyyen gözden kaybettirecek bir yol dönemecinde, bir virajda arkasına dönüp, yâdellere kaptırdığı şehre bir kere daha bakmak arzusunu da yenemedi. Döndüğü zaman o manzarayı görüyordu ki; batmak üzere olan ikindi güneşinin ışıkları muhteşem şehrin altın yaldızlı kubbelerini, Elhamrâ Sarayı'nın saçaklarını tutuşturmuştu. Terkedilmiş koca mâmûre, ışıkla altının, servetle debdebenin kucaklaşması içinde ufka serilmiş, yatıyordu. Bu câzip ve kendisi hakkında tecelli eden hazîn manzara karşısında Abdullah-is-Sağîr gözyaşlarını tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı.

                Yıllarca oğlunu gaflet uykusundan bir türlü uyandıramamış olan anası, onun bu gözyaşları önünde isyan etti ve nihâyet târihe mâl olup kalan şu meşhur sözünü söyledi: "Ağla utanmaz ağla. Erkekçesine vatanını, dînini, müdâfaa ve muhafaza etmeyenlere, kadınlar gibi ağlamak yaraşır."

                Müslüman memleketlerini işgal eden hıristiyanlar, Haçlı taassubu ile İslam kültür ve medeniyetinin en güzel yerlerinden biri olan Endülüs'ü yakıp yıktılar. Sanat harikası câmileri tahrip ettiler. Beşyüz bin el yazması eser Ferdinant tarafından meydanda yakıldı. Böyle ilim düşmanları târihte pek nâdir görüldü. Hristiyanlık buraya zâlimlik ve barbarlık âfeti olarak girdi. Zâlimlikte ellerinden geleni bırakmadılar. Zamanla Endülüs'ün tamamına hâkim olan hıristiyanlar, kendi dinlerinden olmayan herkesi hıristiyan olmaya zorladılar. Kabul etmeyenleri öldürdüler. İslam kültürüne âit herşey yok edilmeye çalışıldı. Müslüman olduğunu hissettirenler, bir kelime de olsa Arapça kullananlar, şiir söyleyenler, eski âile adlarını taşıyanlar, millî ve dinî kıyafetler giyenler, hatta hamama gidenler bile yakalandıkları gibi kürek cezası, zindan, sürgün ve diri diri yakılmak gibi cezâlara çarptırıldı. Dînî lider Başpiskopos Kiminez, halk arasına hafiyeler saldı. Eşsiz bir hazîne olan kütüphânelerdeki ve evlerdeki kitapları toplatarak bir odun yığını gibi meydanlarda yaktırdı. Bir milyon ciltten fazla eser yakıldı, tahrip edildi.    

          ABBÂSİLER    (Hicrî:132-922; M.750-1517)  

                Abbâsiler; Peygamber Efendimiz'in amcası Hz.Abbas (R.A.)'ın neslinden geldikleri için bu isimle şöhret bulmuşlardır. Emevîlerden sonra ortaya çıkan Abbâsî halîfeliği 767 sene devam etmiştir.

                Son Emevî halîfesi Mervan'ın öldürülmesiyle Emevî devleti yıkılmıştı. Bu arada Ebûl Abbas'ın, Irak'ta halîfeliğini îlân etmesiyle Abbâsî devleti kurulmuş oldu. Ebûl Abbas'ın halîfeliği Endülüs hariç bütün İslam ülkelerinde kabul edildi. O'nun zamanında, iç isyanların hepsi bastırıldı.

                Yerine geçen oğlu Mensur, Bağdat şehrini kurup başkent yaptı. Mensur'un vefâtı üzerine yerine oğlu Mehdî geçti. Mehdî dönemi devletin kuvvetlendiği, ticâret emniyetinin sağlandığı, mahkemelerin kurularak adâlet işlerinin müesseseleştirildiği bir dönem oldu. Mehdî ölünce yerine oğlu Hâdî halîfe oldu.

                Halîfe Hâdî'nin M.786 senesinde vefâtı üzerine yerine geçen Hârun Reşid zamanı ise Abbâsîlerin en parlak devri olmuştur. İslam orduları Hindistan'dan Atlas Okyanusu'na, Kafkaslardan Orta Afrika'ya kadar fetihler yapmışlardı. Bu dönemde, İlim ve sanat erbabına her türlü imkan sağlanmış ve Bağdat dünyânın en meşhur şehirlerinden biri olmuştu.

                Bu durum, Avrupalıların dikkatini celbetmiş ve halîfe ile krallar arasında elçiler teâtî edilmiştir. Bir ara Hârun Reşid, Fransa kralı Şarlman'a bir çalar saat hediye etmişti. Saatin kendi kendine çaldığını gören Avrupalılar çok hayret etmişlerdi. Hatta içinde şeytan var diyerek câhilliklerini bile ortaya dökmüşlerdi.

                Hârun Reşid'den sonra gelen halîfeler zamanında, iç karışıklıklar yüzünden devlet idâresi iyice zayıfladı. Kuzey Afrika'da ortaya çıkan şiî Fatımîler, Mısır'da Devlet kurdular. İranlı ve şiî bir hânedan olan Büveyhîler Bağdat'ı işgal ettiler. Bu sırada İran'da güçlü bir devlet kuran Türk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, Bağdat'a girerek hilafeti şiî tahakkümünden kurtardı.

                Selçuklulardan sonra Cengiz'in torunlarından Hülâgû, M.1258 senesinde İslam memleketlerine saldırarak Bağdat'ı kuşattı. Çaresiz kalan halîfe Mu'tasım, veziri ibn-i Alkamî'nin tesiriyle teslim oldu. Hülâgû, halîfeyi yanındakilerle birlikte idam ettirdi.

                Dünyâ târihinde en büyük tahribâtı yapan Hülâgû, 400.000'den fazla müslümanı kılıçtan geçirdi. Mescidler ve medreseler yerle bir edildi. Milyonlarca dînî ve ilmî eserler yakılarak Dicle nehrine atıldı. Mezhepsiz ve iki yüzlü olan vezir Alkamî ise o sene zillet içinde öldü.

                Hülâgû'nun zulmünden kaçan 35. Abbâsi Halîfesi Zâhir'in oğullarından Ebu-l Kâsım Ahmed, Mısır'da halîfe tanındı. Nihâyet Yavuz Sultan Selim Hân'ın Mısır'ı fethetmesiyle son Abbasî halîfesi III.Mütevekkil, kendi arzusuyla hilâfeti Yavuz Sultan Selim Hân'a teslim etti (H.922, M.1517).  

           

1] [Taşkent'teki bu (ilk nüshalardan birisi olan) Kur'ân-ı Kerim, Arap Yarımadası'ndan başladığı yolculuğu, kimbilir hangi kentleri dolaşarak Taşkent'te noktaladı. Türklerin İslâmiyeti kabûlünden sonra Türk dünyâsındaki bu ilk nüshaya sahip olan Özbekler, bir ara bu Kur'ân-ı Kerîm'i Ruslara kaptırmışlardı. Mübârek kitap uzun süre Leningrad'da kalmış, Sovyet Rusyasının yıkılmasından sonra geçtiğimiz yıllarda yeniden Taşkent'e getirilerek, İslam Kültür Merkezi kütüphânesinde duvara gömülü çelik bir kasa içerisinde sıkı muhafazaya alınmıştır.]

[2] [Eshâb-ı Kirâm arasında zuhûr eden bu ihtilaf, ictihaddan dolayıdır. Onların her birerleri müctehid olup ictihadlarında hüsn-ü zan sahibidirler ve müctehidler ictihâdından mes'ul değildirler. Bu îtibarla, zuhûr eden hâdiselerden dolayı Eshâbın bâzısını tutup, bâzısına buğz etmek kat'iyyen câiz değildir. Nitekim bunca hâdiselere rağmen ne Hz.Ali Kerremellâhü Veche, ne de Hz.Muâviye Radıyellâhü Anh birbirlerinin şahsiyetleri aleyhinde tek bir kelime bile söylememişlerdir. Bu, kaderin bir tecellîsidir. Bize düşen, Eshâb-ı Kirâm'ın hepsini sevmek, saymak ve hepsine hürmet ve saygı ile bakmaktır.]

[3] [Hâricî; Seyyit olmadığı halde seyyitlik iddia eden. Hz.Ali'ye âsî olan, karşı gelen fırak-ı dâlle erbâbıdır. Hâricîler, Peygamberimiz'in ve Eshâbının gösterdiği doğru yoldan ayrılmış olan fırkalardan birisidir. Sıffîn savaşından sonra hakem ta'yin edilip hakemlerin kararına Hz. Ali (K.V) uyunca Hz.Ali'den ayrılıp O'nu kafirlikle suçlamışlardır, Allah'tan başka hakem tanınmaz demişlerdir. Kendilerinden başkalarını kâfir sayarak onları öldürmeği vazîfe bilmişlerdir.

      7 fırkaya ayrılan Hâricîlerin en ileri olanları Yezîdîlik ve İbâdiyye kollarıdır.

      Yezîdîler, şeytana tapar, hayrı da şerri de şeytanın yarattığını söylerler. Güneş doğarken ve batarken toprağı öperek bunu ibadet sayarlar. Yezîdîler tahsîle hiç ehemmiyet vermezler. İlim ve İslâmiyetten uzaktırlar. Kurucuları olan Yezid Bin Enîse'nin adından dolayı Yezîdî denilmiştir.

      Bunların Hz.Muâviye (R.A)'in oğlu Yezid'le hiçbir alâkaları yoktur. Zirâ O sunnîdir.

      İbâdiyye ise Kurucusu Abdullah bin İbad'den ismini almıştır. "Amel îmandan bir cüzdür." demişler, bu nedenle ibâdet yapmayanı veya  haram işleyeni kâfir saymışlardır. Kendilerinden olmayan diğer bütün Müslümanları kâfir saydıklarından târih boyunca İslam devletlerini çok meşgul etmişlerdir. Zamanımızda Siyâsî gücü kalmamış olan İbâdiyye fırkasının Umman, Libya, Madagaskar, Cebre Adası ve Kuzey Afrika ülkelerinde mensupları vardır.]

[4] [Bu hâdiseden dolayı bâzı kimseler ileri giderek Yezîd'e lânet ederler. Bu doğru değildir. Esâsen Hz.Hüseyin'in katline Yezid'in ne rızası var ne de emri vardır. Huccetül İslam böyle diyor.

            Büyük kelâm âlimi Aliyyül Kârî Hazretleri de Emâlî adlı muhalled eserinde; "Yezîd'e, taassub ve cehalette ileri gidenlerden gayrı, kimse lânet etmedi" diyor.

            Eshâb-ı Kirâm'ın büyüklerinden olan, Hicrette Peygamber Efendimiz'i evinde yedi ay müsafir etmek devletine eren, harplerde Fahri Kâinâtın sancağını taşıyan ve  bundan dolayı «Alemdârı Rasülullah, Mihmandârı Rasülullah» ünvânını alan, Hz.Halid ibni Zeyd Ebâ Eyyûb'el Ensâri ki, Eshabın büyüklerindendir. İşte bu büyük Sahabi Yezîd'e lânet etmemiş, bilâkis O'nun ordusunda gönüllü kumandanlık alarak, fetih için İstanbul'a kadar gelmiş ve orada şehid olup kalmıştır. Bir insânın Yezîd'in aleyhinde konuşabilmesi için, Hz.Hâlid'den daha büyük olması lâzım gelir. Bu ise mümkin değildir. Hz.Hâlid Ebâ Eyyûb'el Ensârî'nin Yezîd' e lânet etmeyip, O'nun ordusunda gönüllü kumandanlık alarak İstanbul'a kadar gelmesi ve orada  şehid olup kalması muvâcehesinde, Yezîd'in aleyhinde konuşmak doğru olmaz. Hiç değilse süküt etmek lâzımdır.

            Yezîd, lügâtta, "îmanda, nurda ziyâde" mânâsına gelir. Kötü bir mânâ ifade etmez. Ne yazıkki bir kısım îtikadı bozuklar, öfkelendikleri kimseye küfür yerinde bu kelimeyi kullanıyorlar. Bâzıları da bunu bilmeyerek yapıyorlar, çok yanlış.]

[5] [Bu boğaza, daha sonra Cebeli Târık boğazı dendi. Târık bin Ziyad, bir rivâyete göre bu boğazı geçtikten sonra gemileri de yaktı]