OSMANLI DEVLETİ (OSMANLI İMPARATORLUĞU)

            Osmanlılar  (Hicrî: 699-1340; M.1299-1922)

                Osmanlılar, Oğuzların Kayı boyuna mensupturlar. Orta Asya'dan göç ederek diğer Oğuz beyleriyle birlikte şimdi İran hudutları dahilindeki Horasan'ın Mahan bölgesine yerleştiler. Önce Selçuklular sonra Harzemşahlar devletinin idâresi altında yaşadılar. Târihte Moğol-Tatar istilâsı olarak bilinen Cengiz'in ordularına karşı Harzemşahlar saflarında büyük hizmetler yaptılar. Harzemşahlar devletinin yıkılmasıyla Moğol-Tatar istilâsından kaçarak 50.000 kişiyle Anadolu'ya gelip Anadolu Selçuklu Devletine sığındılar.

                Kabîle reîsi olan Süleymanşah, Ca'ber kalesi yakınında Fırat nehrinden geçerken boğuldu. Süleymanşah'ın [1] vefâtından sonra kabîlesi dağıldı. Dört oğlundan biri olan Ertuğrul Gâzi, dağılan aşîretlerden birine reis oldu. Ertuğrul Gâzi, içlerinde kardeşi Dündar Bey'in de bulunduğu, kendisine bağlı 400 çadır (âile) ile batıya doğru hareket etti. İleride Osmanlı Devleti'ni meydana getirecek olan bu aşîret Sivas yakınlarında Yassıçemen denilen yerde konakladıkları sırada, Selçuklu ordusu ile büyük bir ordunun muhârebesine şâhid oldular. O esnâda Selçuklular mağlup durumda idi. Gâlip tarafa yardım edelim diyenler olmuşsa da Ertuğrul Gâzi; "Bu, yiğitlik ve mertlik esaslarına sığmaz" dedi ve «Allah, Allah» diyerek savaşmakta olan zayıf ve mağlup tarafa yardım etmeği uygun buldu. Böylece yenilmekte olan Selçukluların yardımına koşarak gâlip gelmelerini sağladılar. Bunun üzerine Selçuklu hükümdarı Sultan Alaeddin Keykubat, onları taltif için Ankara yakınlarında Karacadağ yöresini ıkta olarak verdi. Ertuğrul Gâzi, aşîretiyle önce buraya, Kösedağ savaşından (M.1243) sonra da Söğüt'e yerleşti.

                Ertuğrul Gâzi, bir gece Söğüt'te Şeyh Edebâli'ye müsâfir olduğunda, kendisine i'zaz, izzet ve ikram edildikten sonra istirahat etmesi için hazırlanan odasına götürüldü. Odanın raflarındaki kitapları görünce, ümmî bir aşîret reîsi olan Ertuğrul Gâzi, bu kitapların ne olduğunu sordu.

                Kendisine; "Bunlar Allâhü Teâlâ'nın, Peygamber Efendimiz Hazretlerine semâdan indirdiği Kur'ân-ı Kerim ve tefsirleridir. Cenâb-u Hak bütün şer'i emirlerini O'nda beyân etmiştir. İçinde, Cenâb-u Hakk'ın kullarına emirleri, yasakları, hükümleri olan Allah Kelâmıdır." diye cevap verildi.

                İstirahat etmesi için yanından ayrılındığında, Ertuğrul Gâzi, Allah Kelâmı'nın bulunduğu bir odada uzanıp yatmaktan hicab duyarak uyumadı. Abdest alıp namaz kıldıktan sonra el bağlayıp Kur'ân-ı Kerîm'e yönelerek, hürmeten sabaha kadar ayakta durdu. Uzun gecenin seherinde ayakta uyuklayınca bir rü'yâ gördü.

Rü'yasında «Bağrında bir ağacın bittiğini, kısa zamanda dallanıp, yeşerip gölgesinin bütün dünyâyı kapladığını görmüş, âlem-i mânâda kendisine Mevlâi Zülcelâl tarafından; "Sen benim kitâbıma bu kadar ihtiram ve ta'zimde bulundun, Ben de senin evlâdını kıyâmete kadar dâim olacak bir saltanat ile tekrim ettim." diye hitap gelmişti.» Böylece kendisine, o gece Cenâb-u Hak tarafından dünyâya ilim, irfan ve medeniyet saçacak bir saltanatın anahtarı verilmişti. Kendisi ve ayrıca oğlu Osman Gâzi de bu ve buna benzer daha bir çok rü'yâlarla tebşir edilmişlerdir.

Târihcilerin, Osman Gâzi tarafından kurulan ve ona izâfeten "Osmanlı Devleti" adı verilen bu büyük devlet hakkındaki ortak fikirleri özetle şöyledir:

Türk ve İslam Târihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Onlar, millî ve İslâmi mefkûrelerinin dâhiyâne terkibi, siyâsî istikrar ve ictimâî adâletleri sâyesinde üç kıtanın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem dâvasının en kudretli temsilcileri olmuşlardır.

Osmanlı hânedânı, dünyâda hiç bir âileye nasip olmayan büyük ve dâhî pâdişahları birbiri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmedi. Onu millî, İslâmî ve insânî idealller çerçevesinde miletin kalbini kazanarak cihan hâkimiyeti düşüncesinin de en sağlam teşkilâtı haline getirdi. İslam dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için îlân ettiği yüksek esaslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâbı Kiram ve Tâbiîn'den sonra en ileri derecesine Osmanlı devrinde ulaşmıştır.

Osmanlı sultanları ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tuttular. Kemal sâhibi ilim erbâbını dâimâ takdir edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişahlar, savaşta ve barışta, kânunların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. Her işlerinde âlimlerle istişârede bulundular. Devlet nizamlarının hazırlanıp düzenlenmesini ve teftişini onlara havâle edip, idârî mes'ûliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmanlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkîde idi. Bu yüzden korkutmaya dayanmaktan çok, adâleti yerleştiren kânunlar yapıldı.

1- Osman Gâzî; Hükümdarlığı: M.1299-1326

Ertuğrul Bey'in vefâtı ile, H.680 (M.1281) yılında aşîretin başına oğlu Osman Gâzî geçti. Osman Gâzî, Hicrî 699 (M.1299) yılında müstakil Osmanlı Devletini kurdu. Osman Gâzi, İslam dîninin esaslarını, Türk örfünü, teşkilat ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştirdi. Teşkilat ve müessesesini kurarken İslam dîninin farzlarından cihat emrini de yerine getiriyordu. Devamlı genişleyip, teşkilâtlanan Osmanlıyı ortadan kaldırmak isteyen Bizans Kayserinin Osman Gâzi üzerine gönderdiği orduyu M.1301'de İznik'in kuzey doğusundaki Koyunhisar Kalesi mevkiinde göğüsledi ve yapılan muharebede muzaffer oldu. Osman Gâzi babasından devraldığı 4800 km²lik topraklarını 16.000 km²ye çıkardı.

Osman Gâzi, az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlup edip, zaferler kazanan üstün bir kumandandı. Dünyânın en uzun ömürlü hânedânını ve dünyânın en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi kurduğu hânedanla; üç kıta, yedi iklim, her çeşit ırk, dil, din, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı bünyesinde Osmanlı adı altında toplayan, Kurân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerif ve İslam âlimlerince övülen mânevî hizmetlerin mîrascısı ve idârecilik vasfının 13.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar nesillere intikalcisidir. Osmanlı Devleti, şer'î meselelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince halletti. Kazâ merkezlerine, şehirlere tâyin edilen Kadılar, Hanefî mezhebine göre karar verirlerdi. Osman Gâzi zamanında askerî teşkilat Oğuz töresine göre olup, aşîret kuvvetlerine dayanıyordu.

2- Orhan Gâzi; Hükümdarlığı: M.1326-1359

Osman Gâzi'nin vefâtından sonra yerine oğlu Orhan Gâzi geçti. Orhan Gâzi, Türklerin Rumeli'ye geçişini kolaylaştırdı ve ilk devlet teşkilâtını kurdu. Osmanlılar tarafından yaptırılan ilk camiyi M.1333-1334 târihlerinde İznik'te Orhan Gâzi yaptırdı. Bursa medresesini kurdu. İlk "Sultan" lakabı da onun zamanında kullanıldı. İlk Osmanlı parası onun zamanında basıldı.

            3- Sultan I.Murad; Hükümdarlığı: M.1359-1389

                Orhan Gâzi'nin oğlu olan Sultan I.Murad zamanında Osmanlılar Avrupa'da yerleştiler ve te'sir sâhaları bütün Balkanları içine alan bir genişliğe erişti. Osmanlıları Balkanlardan atmak üzere Sırp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavut, Leh ve Çek kuvvetlerinden teşekkül eden büyük Haçlı kuvvetlerinin, M.1389'da Kosova'da yok edilmesi, Türk Târihinin mühim hâdiselerinden olup örnek imhâ hareketlerinden biri olarak târihe geçti. I.Kosova Meydan Muhârebesi'nde bir sırplı tarafından şehid edilen Sultan Murad Hüdavendigar'ın son sözleri şunlar olmuştur: "İslâmın muzafferiyeti benim şehit olmama bağlı ise, şahâdet şerbetini nasib buyurmasını Cenâb-u Hak'dan duâ ve niyaz etmiştim. Duam kabul buyruldu. Hazreti Allâha hamd ve senâ olsun ki İslam askerlerinin zaferini gördükten sonra hayâtım sona ermektedir. Oğlum Bayezid'e bîad ediniz. Sakın esirleri incitmeyiniz. Mal ve canlarına tecâvüz etmeyiniz. Ben artık sizleri ve muzaffer ordumuzu Cenâb-u Hakk'a emanet ediyorum. Mevlâ, devletimizi bütün fenalıklardan korusun!"

            4- Sultan Yıldırım Bayezid; Hükümdarlığı: M.1389-1402

Sultan I.Murad'dan sonra yerine oğlu Bayezid Han tahta çıktı. Cesâreti ve savaş anında fevkalâde sür'atli hareketi yüzünden "Yıldırım" lakabıyla anılan Bayezid Han'ın ömrü İslâmiyeti yaymakla geçti. Türklüğün ve İslâmiyetin Rumeli'de yerleşmesini sağladı Niğbolu Muhârebesi'yle Haçlıları mağlup etti. Haçlıların gâyesi Osmanlıyı Avrupa'dan hatta Anadolu'dan atarak Kudüs Krallığı'nı yeniden kurmaktı. Büyük bir kumandan olan Yıldırım Bayezid 13 yıl gibi kısa bir sürede babasından devraldığı 500.000 km² lik ülkeyi 942.000 km² ye ulaştırdı. Yıldırım Bayezid Han'ın Ankara Savaşı'nda Timur'a esir düşmesi ve çok geçmeden de esaret hayâtına dayanamayarak kederinden vefat etmesi üzerine şehzadeler arasında taht kavgaları başladı. Osmanlı Târihinde M.1402-1413 yılları arasında geçen bu zamana "Fetret Devri" denilmektedir.

            5- Sultan Çelebi Mehmed; Hükümdarlığı: M.1413-1421

Yıldırım Bayezid Han'ın oğulları arasında süren taht kavgaları sebebiyle başsız kalan devleti, oğullarından Çelebi Mehmed toparladı ve Osmanlı birliğini yeniden sağladı. Bu bakımdan kendisine Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci kurucusu gözü ile bakılır.

            6- Sultan İkinci Murad; Hükümdarlığı: M.1421-1451

Sultan Çelebi Mehmed'in vefatından sonra oğlu II.Murad tahta geçti. Kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan II.Murad Han, Varna ve Kosova'da Haçlılara karşı giriştiği mücâdelede Türk Târihine altın harflerle geçen iki büyük zafer kazandırdı. Sırp despotluğunu ortadan kaldırdı.

            7- Fâtih Sultan Mehmed; Hükümdarlığı: M. 1451-1481

                II.Murad Han'ın vefatından sonra yerine oğlu Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçti. Peygamber Efendimiz'in sekizyüz küsür sene önce buyurduğu ve "İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden emîr (hükümdar) ne güzel emîrdir ve onun askeri ne güzel askerdir." diye verdiği mu'cizevi müjdeye ve Fahri Kâinât'ın medhü senâsına mazhar oldu ve yıkılmaz zannedilen Bizans'ı yıktı. İstanbul'u fethetti (Hicrî.857 [2] , M.1453). Böylece "Ortaçağı" kapatıp "Yeniçağı" açtı.

Fatih Sultan Mehmet Han, fetihten sonra beyaz at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı'dan şehre girdi. Onun askerleri, kendisini Şehremini'nde tebrik ederek; "Seni tebrik ederiz ey Sultânımız! Peygamber Efendimiz'in medhü senâsına nâil oldun." dediklerinde O da; "Ben de sizi tebrik ederim ey askerim!" diye tebrikleştikten sonra atından inip yerde şükran secdesine kapandı. Sonra doğruca Ayasofya Kilisesi'ne gitti. Burayı câmiye çevirdi ve ilk cuma namazını burada kıldı. Kıyâmete kadar câmi olarak kalmasını istediği bu muhteşem mâbed için mükemmel bir vakfiye yazdırttı. (1127 sene kilise, 481 sene de câmi olarak kullanılan Ayasofya, 1934'de maalesef müze hâline getirildi.)

                Fatih Sultan Mehmed Han'ın sâdece dünyânın incisi olan İstanbul'u Türk milletine hediye etmesi, bu milletin ebediyyen O'na minnettar olması için yeter de artar bile. Dünyâ Târihinin akışını değiştiren, çağ kapayıp çağ açan Fâtih Sultan Mehmed Hân, târihin kaydettiği eşsiz hükümdarlardan ve müstesnâ kumandanlardan olup ömrü üç kıtada Allâhü Teâlâ yolunda cihad etmekle geçti.

                Fatih Sultan Mehmet Han Trabzon seferindeyken, Zigana dağlarını yaya geçmek zorunda kalarak büyük sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan'ın annesi, onun çektiği eziyetleri görerek, seferden vazgeçirmek maksadıyla; "Ey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?" deyince,

                Yüce hâkan Hz.Fatih'in; "Hey ana! Bu zahmet din yolunadır. Zahmeti ihtiyar etmezsek bize gâzi demek yalan olur" şeklinde verdiği bu cevap çok dikkate şâyandır.

                Fatih Sultan Mehmet Han devrinde İstanbul, ilim ve medeniyette dünyânın en yüksek bir merkezi hâline geldi. Fatih'in ilme olan hizmetlerinin en açık işâretleri; hiç şüphesiz câmilerin etrafında yaptırdığı ilim ve irfan yuvaları olan medreselerdir.

            8- Sultan İkinci Bayezid; Hükümdarlığı: M.1481-1512

                Fatih Sultan Mehmet Han'dan sonra yerine oğlu II.Bayezid tahta geçti. Dînine çok bağlı olduğu için kendisine Bayezidi Velî denildi.

            9- Yavuz Sultan Selim; Hükümdarlığı; M.1512-1520

Sultan II.Bayezid Han'dan sonra yerine oğlu I.Selim tahta geçti. Yavuz Sultan Selim Han'ın en büyük niyyet ve arzusu, İslam birliğini sağlamaktı. "Biz, Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere gitmeyiz." diyen Yavuz Sultan Selim Han, M.1512 de ilk seferini Şiî Şah İsmâil üzerine yaptı. Yavuz bu seferinde Şah İsmâil'i bertaraf etmekle kalmadı, 220.000 km²'lik bir toprağı da Osmanlı topraklarına kattı.

                Yavuz Sultan Selim Han, ulemânın fetvâsı üzerine, ikinci seferini mülhid Safevîlerle işbirliği yapan Mısır üzerine yaptı. Mercidâbık muhârebesinden sonra, Halep Ulu câmiindeki ilk cuma namazında hutbeyi, Sultan Selim nâmına okuyan hatip, Yavuz Sultan Selim Hân için "Hâkim-ül-Harameyn-iş-Şerîfeyn" deyince, Pâdişah oturduğu yerden fırlayıp hemen müdâhale ederek, "Yok! yok! hâkimi değil hâdimiyim" deyip "Hâdim-ül-Harameyn-iş-Şerîfeyn" diye düzelttirtmiştir.

                Göz yaşlarını tutamayan Sultan Selim, Peygamber Efendimiz'in meşru halîfesi olmanın sevinci ile oturduğu yerdeki seccâdeyi kaldırarak, alnını câminin mermer zemînine değdirmek suretiyle, şükran secdesine kapanmıştır.

Yavuz Sultan Selim Han, kendi zamanına gelinceye kadar hiçbir hükümdarın göze alamadığı bir işi yapmıştır ki, koskoca Sina Çölü'nü 13 günde geçmiştir (II.Cihan Harbinde Almanlar yeni tekniğin verdiği imkanlarla dahi bu çölü ancak 11 günde geçebilmişlerdir.). Yavuz Sultan Selim Han, saltanatını parçalamak isteyenlere karşı "Bana bu dünyâ dar geliyor." diyen ve cihan hâkimiyetini elinde toplayan çok kudretli bir sîmadır.

                Ridâniye Muhârebesi sonunda Kudüs, Medîne ve Mekke'nin Osmanlıya geçmesi, Kâhire ve Mekke'de bulunan Emânâtı Mukaddese'nin İstanbul'da Topkapı Sarayı'na taşınması ve bunlar için Hırka-i Şerif dâiresinin yapılmasıyle, Sultan Selim'in halîfe sıfatı tamamlanmıştır. Böylece hilâfet Abbâsilerden Osmanlılara geçmiştir (M.1517).

            10- Kânûnî Sultan Süleyman; Hükümdarlığı: M.1520-1566

                Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra yerine oğlu Kânûnî Sultan Süleyman Han tahta geçti. İkinci Osmanlı halîfesi olan Kânûnî, gerek yaptığı kânunlar gerekse kânun ve nizamlara gösterdiği fevkalâde riâyet yüzünden, «Kânûnî» ünvanıyla yâdedilmiştir. Kendisine Kânûnî denmesi yeni kanunlar icad etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Bütün dünyâ servetleri hediye diye ayağına kadar getirilen, bir savaşla bir devleti ortadan kaldıran, dünyânın bütün devlet başkanlarına emirlerini dikte ettiren bir pâdişahtı. Garplılar O'na «Muhteşem Süleyman» adını veriyorlardı. Ama o, kendinden çok devletine ve milletine ihtişam verdi. Bu devirde devletin iktisadi vaziyeti çok yüksek seviyeye ulaştı. Büyük bir devlet adamı olmasının yanında ayrıca ünlü bir şairdi. Meşhur şiirlerinden birisi şudur:

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi.
Olmayâ devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri bir cihan kavgasıdır.
Olmayâ baht-ü saâdet dünyâda vahdet gibi. 

Bizzat ordusunun başında olduğu halde çıktığı onüç sefer sonunda, babası Yavuz Sultan Selim Han'dan devraldığı 6.557.000 km² lik Osmanlı Devleti'nin topraklarını 14.893.000 km² ye ulaştırdı. Kânûnî, Avrupa'ya onüçüncü seferi olan Zigetvar kuşatmasını bizzat idare ederken 6-7 eylül 1566 gecesi vefat etti. 7 eylülde kale fethedildi. Askerin moralinde bozukluk meydana gelmemesi için Kânûnî'nin vefatı askerden gizli tutuldu.

Zigatvar seferinden muzaffer dönen orduya 48 gün sonra Mohaç sahrasında Kânûnî'nin vefatı tebliğ edildi. Kânûnî'nin cenaze namazı, 26 ekim 1566'da Belgrad civarındaki Sirem sahrasında bütün ordunun iştirakiyle Hâce-i Sultânî Atâullah Efendi tarafından kıldırıldı, 28 kasım 1566'da İstanbul'a vasıl olan Kânûnî'nin cenâze namazı yüzbinlerce İstanbullunun iştirakiyle Şeyhülislam Ebussud efendi tarafından tekrar kıldırıldı.

            11- Sultan İkinci Selim; Hükümdarlığı: M.1566-1574

                Kânûnî'den sonra yerine oğlu II.Selim hükümdar oldu. II.Selim zamanında Kıbrıs fethedilerek Akdeniz'de Osmanlı hâkimiyeti tam olarak sağlandı. Komşu devletlerle sulh anlaşmaları yapıldı. İndonezya'ya denizden sefere çıkıldı. Hindistan ve civarındaki müslüman hükümdarlara istekleri üzerine yardımda bulunuldu. Ayasofya Câmii yeniden onarıldı. Edirne'deki Selimiye Câmii bu devirde inşâ edildi. Kırım Hanlığına Rusya seferine çıkma izni verildi ve Rusya vergiye bağlandı. II.Selim Han'dan sonra Osmanlı Devletinin giriştiği harpler çok uzun sürmeye ve devletin aleyhinde olmaya başladı. Nitekim M.1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla III.Mahmud, I.Ahmed, II.Osman ve IV.Murad devirlerinde olmak üzere 1639'a kadar süren İran harpleri Osmanlı Devletinin duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur.

            12- Sultan Üçüncü Murad; Hükümdarlığı: M.1574-1595

İkinci Selim'den sonra tahta oğlu III.Murad geçmiştir. Osmanlı Devleti, doğuda en geniş sınırlarına Sultan III.Murad zamanında ulaştı. Bu zamanda ülke toprakları 20.000.000 km²'ye yaklaşmıştı.

            13- Sultan Üçüncü Mehmed; Hükümdarlığı: M.1595-1603

Sultan III.Murad'dan sonra oğlu III.Mehmed hükümdar oldu. Dînine çok bağlı idi. Ayrıca tasavvufa da merakı vardı. Hz. Peygamberimizimiz'in ismi anılınca saygı ile ayağa kalkar, kıbleye döner ve Salavât-ı Şerîfe okurdu. Bizzat ordusunun başında sefere çıkarak Haçova meydan savaşını kazanmış, Eğri kalesini fethederek Eğri Fâtihi ünvânını almıştır.

            14- Sultan Birinci Ahmed; Hükümdarlığı: M.1603-1617

Sultan III.Mehmed'den sonra oğlu I.Ahmed 14 yaşında pâdişah oldu, 14 sene pâdişahlık yaptı. Sultan I.Ahmed zamanında Kâbe'nin örtüleri İstanbul'dan gönderilmeye başlandı. Zitvatoruk Anlaşması imzalanarak Avusturya Osmanlı siyâsî hâkimiyetini tanımaya devam etti. Celâlî isyanları tamamen bastırıldı. Estergon ve Uyvar kaleleri fethedildi.

6 büyük minareli ve 16 şerefeli Sultan Ahmed Câmiini binâ ettirdi. İyi bir şâirdi. Bahtî mahlasıyla şiirler yazdı. Bir divânı vardır. Dînine çok bağlı, hatta büyük bir velî olan Sultan I.Ahmed'in Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (S.A.V)'e bağlılığı o kadar ileri idi ki, Peygamberimiz'in mübârek ayak izlerinin resminin üzerine bir şiir yazmış ve o resim ve şiiri kavuğunda ölünceye kadar taşımıştır. O şiir ise şudur:

N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i resmini ol Hazreti Şâhı Rasûlün.
Gül-i gülzârı Nübüvvet, o kadem sâhibidir.
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol Gülün.

            15- Sultan Birinci Mustafa; Hükümdarlığı: M.1617-1618 ve M.1622-1623

Sultan I.Ahmed'den sonra, III.Mehmed'in oğlu I.Mustafa tahta geçirildi. Üç ay kısa bir saltanattan sonra asabî rahatsızlığı dolayısıyla Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin fetvâsıyla tahttan indirildi.

            16- Sultan İkinci (Genç) Osman; Hükümdarlığı: M.1618-1622

I.Mustafa tahttan indirildikten sonra, Sultan I.Ahmed'in oğlu II.Osman pâdişah oldu. Çocuk yaşta olmasına rağmen çok iyi yetişmiş, cesur ve gözüpek bir pâdişahtı. Çok muazzam planları vardı. Lehistan seferine bizzat kumanda etti. Bu seferde yeniçerilerin isteksizliklerini gördü. Yeniçeri ocağında ıslâhât yapmak lüzûmunu duydu. Onun bu niyetini anlayan Yeniçeriler pâdişahı Yedikule zindanında boğdurarak şehit ettiler. O sene içinde İstanbul boğazı dondu, İstanbul'dan Üsküdar'a yaya olarak geçildi.

            17- Sultan Dördüncü Murad; Hükümdarlığı: M.1623-1640

Sultan II.Osmanı'ın şehâdetinden sonra I.Mustafa birtakım entrikalarla ikinci kez tahta çıkarılmış ise de kısa zaman sonra Şeyhülislam fetvâsıyla tekrar tahttan indirilmiştir. Yerine Sultan I.Ahmed'in oğlu IV.Murad tahta çıktı. En dirayetli pâdişahlardandır. M.1633 senesinde tütün yasağı koydu ve 1634 senesinde içkiyi yasakladı. Devlete bağlılığı olmayan âsileri îdam ettirdi. Tertip ettiği bir doğu seferinde Bağdat'ı fethederek M.1638'de Bağdat Fâtihi ünvânını aldı. İstanbul'da ve devletin her kesiminde haber alma teşkilâtı kurarak imparatorluğun her tarafındaki zorbaları ismen tespit ettirdi. Sefere çıktığında geçtiği yerlerdeki âsileri ismen çağırtıp boyunlarını vurdurdu. Kâbe-i Muazzama'yı yeniden bina ettirdi.

            18- Sultan Birinci İbrahim; Hükümdarlığı: M.1640-1648

Sultan IV.Murad'dan sonra yerine kardeşi (Sultan I.Ahmed'in oğlu) I.İbrahim pâdişah oldu. İyi yetişmiş gözüpek birisi olduğu için işlerini tavizsiz takip ettiğinden, devrinde yaşayan bâzı kindar yazarlar tarafından kendisine deli denmişse de aklî bir deliliği yoktur. Bu isim ona deli-dolu, gözüpek mânâsında kullanılmıştır.

            19- Sultan Dördüncü Mehmed; Hükümdarlığı: M.1648-1687

Sultan I.İbrahim'den sonra yerine oğlu IV.Mehmed tahta geçti. Avcı Mehmed olarak da bilinen Sultan, ava ve Edebiyâta meraklı idi. Zamanında ordularınının başında Lehistan seferine çıktı. Çok görkemli bir zafer sonunda Bucaş Antlaşmasını (M.1672) yaparak Osmanlı'nın batıda en geniş sınıra ulaşmasını sağladı. Baltık denizine ulaştı. Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından M.1683'de Viyana ikinci defa kuşatıldı, fakat Kırım Han'ı Murat Giray'ın ihâneti yüzünden alınamadı.

            20- Sultan İkinci Süleyman; Hükümdarlığı: M.1687-1691

Sultan IV.Mehmed'den sonra yerine I.İbrahim'in oğlu II.Süleyman tahta geçti. Kendinden önce Almanların eline geçen bir çok yerleri geri aldı. Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa'ya Avrupadaki göstediği muvaffakiyetlerinden dolayı gözyaşları içinde sırtındaki hırkasını çıkarıp giydirdi. Zamanında çok büyük ilim, sanat ve tasavvuf adamları yetişti.

            21- Sultan İkinci Ahmed; Hükümdarlığı: M.1691-1695

Sultan II.Süleyman'dan sonra yerine I.İbrahim'in oğlu II.Ahmed tahta geçti. Zamanında Salankamen meydan muharebesi kazanıldı. Fakat bu muhârebede Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa şehit düştü. Hanya zaferi kazanıldı. Belgrad önlerinde Almanlara karşı büyük zaferler elde edildi.

            22- Sultan İkinci Mustafa; Hükümdarlığı: M.1695-1703

Sultan II.Ahmed'den sonra yerine IV.Mehmed'in oğlu II.Mustafa tahta geçti. Rus çarı Deli Petro, Azak'ta hezîmete uğratıldı. Hükümdar olunca "Bana ağırlık ve hazîne lazım değil. Yerine göre kuru ekmek yerim." diyen Sultan II.Mustafa'nın zamanında haçlı birliğine karşı büyük zaferler kazanıldı ise de Zenta bozgunu diye târihe geçen elim hâdiseden sonra Karlofça Antlaşması imzalandı (M.1699). İstanbul isyanıyla II.Mustafa tahttan indirildi.

                İkinci Viyana seferinden sonra ülke toprak kaybetmeğe başlamış, inhitâtâ doğru gitmiş, daha sonraki pâdişahların aldığı tedbirler bunu önlemeğe kâfi gelmemiş, Sultan Abdülaziz'e kadar ülke içten ve dıştan sarsıntılar geçirmişti. Osmanlı Devleti'nde M.1699'daki Karlofça Antlaşması'ndan sonra devletin içine düştüğü durumu gören ve kurtarmak için çâreler arayan gayretli pâdişahlar tahta çıktı ise de, bunların önlerinde her zaman iki büyük engel zuhûr etti:

birincisi; Türk ordusunun esasını teşkil eden Yeniçerilerin, modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hatta eski nizam ve an'anelerini de terk ederek askerlikle münasebetlerini kesmeleri,

ikincisi; yeniliklere açık ve ilme değer veren bu pâdişahların yanında, kendilerine yardımcı olacak değerli devlet adamlarının olmayışı idi ki, buna kaht-ı rical denir.  

            23- Sultan Üçüncü Ahmed; Hükümdarlığı: M.1703-1730

Sultan II.Mustafa'dan sonra yerine IV.Mehmed'in oğlu III.Ahmed tahta geçti. Prut'ta Rus ordusu büyük bir hezimete uğratıldı (M.1711). Mora'ya sefer yapılarak Venediklilerden geri alındı. Lâle devri denilen meşhur devir bu dönemde yaşandı. İlk Türk matbaası bu dönemde açıldı (M.1727).

            24- Sultan Birinci Mahmud; Hükümdarlığı: M.1730-1754

Sultan III.Ahmed'den sonra yerine II.Mustafa'nın oğlu I.Mahmud tahta geçti. Bunun zamanında İstanbul'da  hem büyük bir yangın hem de deprem oldu. Yangın ve zelzelede hasar gören camileri tamir ettirdi. Âfetzedelere ev ve dükkanlar yaptırıp dağıttı. Belgrad Antlaşmasıyla Belgrad'ı tekrar aldı (M.1739). İran'a karşı büyük mücadeleden sonra İstanbul Antlaşması yapıldı (M.1746). İran'ın yaymak istediği sapık Câferiyye mezhebi resmen kaldırıldı.

            25- Sultan Üçüncü Osman; Hükümdarlığı: M.1754-1757

Sultan I.Mahmud'dan sonra yerine II.Mustafa'nın oğlu III.Osman tahta geçti. Çok cömert birisi olan pâdişah III.Osman fakirlere son derece şefkat gösterirdi. Zamanında çıkan İstanbul yangınında 4.000'e yakın ev yandı. Sultan, bunları yeniden yaptırdı. Nûruosmaniye camiini ibâdete açtırdı.

            26- Sultan Üçüncü Mustafa; Hükümdarlığı: M.1757-1774

Sultan III.Osman'dan sonra yerine III.Ahmed'in oğlu III.Mustafa tahta geçti. Çok iyi yetişmiş ileri görüşlü bir hükümdardı. Kara ve deniz mühendishâneleri kurdu. Büyük yenilikler yapmak için çalıştı. Süveyş kanalını açtırmak istedi, fakat yeterli kıymette eleman bulamadı. Zamanında Rusya ile yapılan savaş sonunda imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması büyük toprak kaybına sebep oldu (M.1774).

            27- Sultan Birinci Abdülhamid; Hükümdarlığı: M. 1774-1789

Sultan III.Mustafa'dan sonra yerine III.Ahmed'in oğlu I.Abdulhamid tahta geçti. İran ile hiçbir netice alınamayan savaşlar yapıldı. M.1787'de Almanlara karşı büyük bir zafer kazanıldı ise de Özi fâciası denilen Almanların eline geçen Özi kalesinde 25.000 Müslüman, Almanlar tarafından şehit edildiği haberi gelince Sultan üzüntüsünden felç oldu ve kısa zaman sonra vefat etti.

            28- Sultan Üçüncü Selim; Hükümdarlığı: M.1789-1807

Sultan I.Abdulhamid'den sonra yerine III.Mustafa'nın oğlu III.Selim tahta geçti. Islâhatçı hükümdar olan III.Selim M.1791'de Avusturya ile Ziştovi, 1792'de Rusya ile Yaş Antlaşmalarını imzaladı. Osmanlı devleti inhitat dönemine girdi. Ülkeyi bu durumdan kurtarmak için Nizâm-ı Cedid diye yeni bir ordu kurdu. M.1798'de Napolyon'un Mısır'a saldırmasıyla Fransa ile savaş başladı. M.1799'da Rusya ve İngiltere ile ittifak yapıldı. Napolyon'a karşı meşhur Akka müdafaası yapıldı. Cezzar Ahmet Paşa Mısır'da Fransızlar'a boyun eğdirdi. Sultan III.Selim Kabakçı İhtilâ [3] li ile tahttan indirildi.

            29- Sultan Dördüncü Mustafa; Hükümdarlığı: M.1807-1808

Sultan III.Selim'i tahtan indiren âsiler tarafından tahta çıkarılan ve I.Abdulhamid'in oğlu olan IV.Mustafa zamanında âsiler pek çok mühim mevkileri ellerine geçirdiler. Rusçuk âyânı (vâlisi) Alemdar Mustafa Paşa İstanbul'a gelerek âsileri temizledi. III.Selim'i tekrar tahta çıkartmak istedi. Ancak âsiler III.Selim'i şehit etmiş olduklarından bu mümkün olmadı.

            30- Sultan İkinci Mahmud; Hükümdarlığı: M.1808-1839

Sultan IV.Mustafa'dan sonra I.Abdulhamid'in oğlu II.Mahmud tahta geçti. Sultan II.Mahmud dağılan Nizamı Cedid eskerlerinin yerine Sekban-ı Cedid askeri teşkilâtını kurdu. Çok geçmeden âsiler ayaklanınca bu ocağı kendiliğinden dağıttı. M.1813 senesinde Mekke ve Medine'de mukaddes yerlere hakarette bulunan Vahhabileri temizleyerek Osmanlı İmparatorluğu yıkılıncaya kadar bir daha huzursuzluk çıkaramayacak hale getirildiler. İçte pâdişahına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen Yeniçerileri, Şeyhülislamın fetvâsı, ulemâ sınıfı, asker ve halkın ayaklanması ile tamamen ortadan kaldırdı. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması hayırlı bir hâdise kabul edilerek buna "Vak'a-i Hayriyye" denildi. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra II.Mahmud tarafından kurulan Osmanlı ordusuna "Asâkiri Mensûre-i Muhammediyye" adı verildi.

Sultan II.Mahmud, askerî, tıbbiye ve harbiye mekteplerini kurarak memleketi yeni nizama eriştiren müesseselerin temelini attı. Giriştiği yenilikler Türk Târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak batılı devletler ve bilhassa İngiltere uyguladığı planlı ve sinsî metotlarla Sultan II.Mahmud Han'dan sonra gelişme yolunu Osmanlı aleyhine ve kendi lehlerine olmak üzere değiştirmesini bildiler.

            31- Sultan Birinci Abdülmecid; Hükümdarlığı: M.1839-1861

Sultan II.Mahmud'dan sonra yerine 16 yaşındaki oğlu I.Abdulmecid tahta geçti. Onun zamanında Dolmabahçe Sarayı ve Ortaköydeki Mecidiye camii yaptırıldı. Sultan Abdülmecid zamanında yabancıların da kışkırtmasıyle devletin ipleri Mustafa Reşid Paşa'nın eline verildi. Mustafa Reşid Paşa iş başına gelir gelmez (sadrazam olur olmaz), Hâriciye Nâzırıyken Mason localarının temsilcileri ile beraber hazırlamış bulundukları Tanzîmat Fermanı'nı îlan ettirdi. Sonra bu fermana dayanarak büyük vilâyetlerde mason locaları açtı. Câsusluk ve hıyânet ocakları çalışmağa başladı. Osmanlı İmparatorluğunun ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin sonuncusu olan İttihat ve Terakkî Cemiyeti bunlardan biriydi. İhânetleri ile tanınan Tanzîmat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına başka başka devletlerden borç aldılar. İngilizlere destek olmak için savaşa girdiler.

            32- Sultan Abdülaziz; Hükümdarlığı: M.1861-1876

Sultan I.Abdulmecid'den sonra yerine II.Mahmud'un oğlu Abdülaziz Han tahta geçti. M.1869'da Süveyş kanalı açıldı. Sultan Abdülaziz Han tahta çıkınca, ordu ve donanmanın kuvvetlendirilmesine canla ve başla çalıştı. Böylece Osmanlı Devleti, muazzam bir donanma ve 500 bin kişilik ordusuyla dünyânın en modern kuvveti hâline geldi. Yaptırmış olduğu harp gemilerinin planlarını çoğu zaman kendisi çizmiştir. Sultan Abdülaziz Han'ın gerçekleştirdiği bu hamleleri Rusya, İngiltere ve Fransa büyük bir endişe ile tâkip ediyordu. Hiçbiri böyle muazzam bir kuvvete karşı çıkma cesâretini kendinde bulamıyordu.

Osmanlının böyle güçlenmesini çekemeyen Avrupa devletleri, koca devleti içten çökertme plânlarını tatbike başladılar. M.1871'de Mithat Paşa sadrazam oldu. Fakat iki ay sonra bütçede açık olduğu halde açık olmadığını söyleyip yalanı meydana çıkınca sadrazamlıktan azledildi. M.1874'de Hüseyin Avni Paşa sadrazam oldu. Bir yıl sonra azledilince, bu kindar adamın kini pâdişaha karşı son haddine vardı.

Sultan Abdulaziz Han çok büyük bir adam kıtlığı (eskilerin tâbiri ile kaht-ı ricâl) ile karşı karşıya bulunuyordu. Kime vazîfe vereceğini bilemiyordu. Hiç bir işe yaramadıkları alenen ortaya çıkmış olan Mithat Paşa, Mahmut Nedim ve Hüseyin Avni Paşaların teşvikiyle başlayan bir nümayiş ihtilâle döndü. Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Tahttan indirmekle de kalmayıp intihar süsü vererek, Kur'ân-ı Kerim okurken kiralık katillere öldürttüler. Bütün mal varlığı çapulcular tarafından yağma edildi.

            33- Sultan Beşinci Murad; Hükümdarlığı: M.1876

Sultan Abdülaziz'den sonra yerine I.Abdulmecid'in oğlu V.Murad tahta geçti. Nezâketi, kibarlığı ve çağına göre yumuşak huyluluğu ile sevildi. M.1876'da Abdulaziz Han'ın fecî şekilde şehid edildiğini ve annesi Pertevniyal Sultana çok çirkin işkenceler yapıldığını işiten Sultan V.Murat Han'ın üzüntüden ve bu felâket yolunun sonunu düşünmekten aklî dengesi bozuldu. 93 gün pâdişahlık yaptıktan sonra hal edildi. Hal'inden sonra ailesiyle Çırağan Sarayına yerleştirilen V.Murat Han'ın hastalığı sonradan iyileşti. Vaktini okumak ve torunlarını okutmakla geçiren V.Murat Han, kardeşi Sultan II.Abdulhamid Han'ın nâzikâne hatır sormasını dâimâ teşekkürle cevaplandırırdı.

            34- Sultan İkinci Abdülhamid; Hükümdarlığı: M.1876-1909

V.Murad Han'ın kısa süren saltanatından sonra Sultan Abdulmecid'in oğlu II.Abdülhamid Han tahta geçti. İlk beş aylık zaman zarfında, onun devleti lâyıkı vechiyle idâre etmesine sadrazam Midhat Paşa ve arkadaşları fırsat vermeyip, idâreyi kendi ellerinde tuttular. Ancak bu sırada patlak veren doksanüç harbinde alınan ağır mağlubiyetin müsebbibleri oldukları için Mithat Paşa ve avânesi azledildi. Meclisi Meb'usan kapatılıp idâreyi bizzat Sultan II.Abdülhamid Han eline aldı.

                Meclisi Mebusân'ın kapatılmasından sonra idâreyi bizzat eline alan II.Abdülhamid Han, sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti, dışarda ve içerde büyük mes'elelerle karşı karşıyaydı. Ancak aklı, ilmi, zekâsı fevkalâde yüksek bir dâhî olan yeni Osmanlı pâdişahı Abdülhamid Han Hazretleri içte ve dışta aktif bir siyâset tâkibederek, bu mes'elelerin üstesinden gelmeği başardı. İdâresi altındaki yüce Devlet, Berlin Antlaşmasından İkinci Meşrutiyete kadar otuz küsür sene içinde bir karış toprak kaybına dahî uğramadı.

                Bu zaman içinde Sultan Abdülhamid Han'ın karşı karşıya bulunduğu mes'eleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:

1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar, Reşid, Fuad ve Ali Paşaların sınırsız harcamaları, Sultan Abdülaziz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak üzere alınan borçlar ve Rusya'ya ödenecek savaş tazminatı devletin belini bükmüştü. Pâdişah ilk iş olarak bu meseleye çâre bulmaya çalıştı. 1881'de yayınladığı bir kararname ile devletin birçok tekel gelirlerini tek idâre altında topladı ve buradan dış borçların muntazam taksitlerle ödenmesine karar verildi.

Berlin Antlaşmasıyla Teselya'ya sâhip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya'da çete savaşlarını körükledi. Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başladı. Bu olaylar üzerine Abdülhamid Han, Yunanistan'a askeri müdahâlede bulunulmasına karar verdi. Pâdişah, Batılı devletlerin ve Rusya'nın Yunanistan lehine harekete geçmelerini istemediğinden müdahâlenin bir yıldırım harbi şeklinde olmasını ve neticenin süratle alınmasını istedi. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri, 24 saatte Termopil geçidini aşıp Atina'ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına döndü. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu Termopil'i altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa'nın mürâcaatı üzerine savaş o noktada durduruldu. Bu devletler, Türkiye Yunanistan'dan çıkmadığı takdirde savaş îlân edeceklerini bildirdiler. Yunanistan Türkiye'ye büyük bir savaş tazminatı ödeyerek kurtuldu. Ancak bu üç devlet Osmanlıyı gâlip geldiği bir harpte mağlup duruma düşürmek için Girit'e muhtariyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte kendi kendini idâre eder bir vâlilik olacaktı. Burası ancak, Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan'a ilhak edilebildi. İkinci Abdülhamid Han, Yunan savaşı hariç, bütün dış mes'elelerini dâimâ diplomatik yollarla halletmeye çalıştı.

İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve hâlifeliğin Arapların hakkı olduğunu iddiâ ederek Mısır hidivini hâlife yapmak konusundaki gayretlerine Abdülhamid Han, İttihad-ı İslam (Panislâmizm) politikasıyla karşı koydu. O târihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa'nın idâreleri altında büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere'nin Türk idâresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine pâdişah, bu devletlerin müslüman halklarını kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünyâ Müslümanları ile İstanbul arasında kuvvetli bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyânın her tarafında İslam topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece bu dîni liderlerin hepsi kendilerini İslam hâlifesinin mahalli memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistelere karşı uyarmak üzere Amerika'dan Çin'e kadar temsilciler gönderdi. Neticede öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika'nın en uzak köşesinde bir Müslüman cemaatı bile hiç Türkçe bilmedikleri halde câmilerden çıkınca ellerindeki Türk bayrakları ile dolaşıyorlar ve "Pâdişahım çok yaşa" diye bağırıyorlardı. Ayrıca İstanbul'da basılan binlerce kitap ve broşür Rus idâresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı.

Sultan Abdülhamid Han'ın bu siyâseti sâyesinde İstanbul İslam dünyâsının kalbi hâline geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa onun, kendi Müslüman tebeaları arasındaki bu nüfuzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.

Birçok gelirini düyûnu umûmîyyeye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamanında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapmak durumuyla karşı karşıya kaldı. Ancak aynı devirde hayâtın fevkalade ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması yüzünden sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmadı. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetiyordu.

Yahûdîler, Arz-ı mev'ud (vadedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırdılar. İngilizlerin de desteğiyle, bu gayenin tahakkuku için siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir kaynakları temin ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin'de bir Yahûdî devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahûdîler 1870 senesinden îtibaren Filistin toprakları üzerinde zirai yerleşme merkezleri teşkil etmeğe başladılar. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdül-hamid'le görüştü. O'ndan toprak talebinde bulunarak, Filistin'de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istediler. Buna karşılık da Osmanlı bütçesinin üç misli para teklif ettiler ve Devletin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdiler.

                Bu isteğe karşı Abdülhamid Han târihimize altın harflerle geçen şu cevabı verdi: "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim, bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmıştır. Ecdâdımın kanıyle alınan yer parayla satılamaz."

                Abdülhamid Han ayrıca Yahûdîlerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin'in tamamını arâzi-i şahâne îlân ederek satılmasını yasakladı. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin'de vazîfelendirdi. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin'e yerleştirdi. Pâdişahın bu faaliyetleri üzerine Yahûdîler, bütün güçlerini Abdülhamid Han'ı tahttan indirme yoluna çevirdiler ve mason yaptıkları yerli hâinlerle işbirliğine giderek bu niyetlerini gerçekleştirdiler.

Berlin Antlaşmasının 61. maddesi, Anadolu'da Ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde islahat yapılmasını öngörüyordu. Abdülhamid Han, bu maddenin Ermeni muhtariyetini doğuracağını ve memleketin bütünlüğünü parçalayacağını gördüğü için tatbikattan kaldırdı. Bu maddeyi tatbik taraftarı olan sadrazam ve devlet adamlarını azletti. Bunun üzerine çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika'da yetiştirilmiş ermeni ihtilâlcileri, Türkiye'de ihtilâl hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı ermenileri terörle sindirmeğe ve kendilerine katılmağa zorladılar. Böylece, ihtilâlci ermeniler tarafından doğuda pekçok ermeni vatandaş katledildi. Avrupa'da da, bu katliâmların Türkler tarafından yapıldığı intibaını vermek için kesif bir propaganda başlattılar. Ermeni ihtilâlcileri tarafından Abdülhamid Han, "Kızıl Sultan" îlân edildi. Bunların niyeti Türkiye'de bir ihtilâl hareketi başlattıktan sonra Avrupa devletlerinin müdahâlesini sağlamaktı. Ancak giriştikleri pekçok teşebbüs Abdülhamid Han tarafından Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca Doğu Anadolu'da Hamidiye alaylarını kuran pâdişah, bölge aşîretlerini kendisine bağladı. Bu olaylarla bölgede asâyişi teminle Osmanlı hâkimiyetini pekiştirdi.

                Bu defa Ermeniler de, pâdişahı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan'ı kuramayacakları kararına vardılar düşündüler. Avrupa'daki meşhur bir anarşisti para ile tutup İstanbul'a getirdiler. Cuma namazı için gittiği Yıldız Câmii'nde II.Abdülhamid Han'ın arabasına bomba konuldu. Ancak câmiden çıktıktan sonra pâdişahın bir dakikalık gecikmesi hayâtının kurtulmasına vesîle oldu.

31 senelik bunca hâdiseler neticesinde, dış düşmanlar, emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devleti'nin yıkılmasını sağlamak için Sultan Abdülhamid Han'ın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar. Binlerce yıllık bir târih gösteriyordu ki, Osmanlı Türkü'nü dışardan yıkmak mümkün değildi. Öyleyse yine târihi entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içerden parçalanmalıydı. Tezgahlar bu gâye ile çalışmağa başladı. Zâten 1890 senesinde kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin hedefi de, Sultan Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek ve Meşrutiyeti îlân etmekti.

                İttihatçılar, büyük paralarla Osmanlı devlet adamlarını satın almağa ve kısa sürede pekçok taraftar bulmağa başladılar. Bu cemiyet, 1897'de pâdişahı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalandı. Bunlar idama mahkum edildilerse de cezâları Pâdişah tarafından müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Fakat bunlar Paris'e kaçarak yıkıcı faaliyetlerine orada devam ettiler. Ermeni, Yahûdî, Balkan komitecileri, yâni pâdişahın aleyhine olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp, Yunan çeteleri, Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek için İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne kucak açtılar.

                O zamanlar pâdişaha karşı olmak, adetâ aydın olmanın bir gereği gibi görülmeğe başlandı. Maalesef bir kısım sarıklı medrese hocalarından tutun setre pantolonlu Fransız taklitçilerine kadar pek çok kimse ona muhâlifti. Nihâyet bu kesif propaganda ordudaki genç subaylar arasında da yayılmağa başladı. Bâzı subaylar, çeteciliği bir siyâsi hareket kolu olarak benimseyip Osmanlı Devleti'ne karşı komiteciliğe, yâni dağa çıkıp isyana başladılar. Aralarında Enver, Niyazi gibi mâceracı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için Bulgar komitecileriyle ortak hareket ediyorlardı. Selânik'te bulunan Osmanlı III.Ordusu bir âsi ordu hâline gelmişti.

                Neticede Sultan Abdülhamid Han, II.Meşrutiyeti îlân etmek zorunda kaldı (1908). Abdülhamid Han'ın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi bu devrede de, iktidar yetkileri tamamen elinden çıkmıştı.

                Silah zoru ile iktidara gelen İttihatçılar, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyle doldururlarken muhâliflerini de kiralık kâtillerle ortadan kaldırdılar. Ancak, bunların iktidarı sağlamlaşırken devlet çatırdamağa başladı.

                Memleketin bir baştan bir başa tam bir kargaşa içine düştüğü sırada 31 Mart Vak'ası meydana geldi. İttihatçıların daha önce Selânik'ten İstanbul'a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak İttihatçılara karşı harekete geçti. Pâdişah, yetkilerinin çoğunu meclise devrettiği için insiyatifini kaybetmişti. Meclis iş göremiyordu. On gün kadar devam eden bu kargaşada İttihatçılar, Rumeli'nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı. III.Ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa'nın emri altında İstanbul'a gelen bu çetecileri devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar padişâha mürâcaat ettiler.

                Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan merhametli pâdişah, buna müsaade etmedi. "Bu hareket, benim şahsıma karşı girişilmiştir. Ben, şahsım için, milletimin kan dökmesine aslâ müsaade edemem." dedi.

                İsyanı yatıştırmak bahanesiyle İstanbul'a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitecileri pekçok kan döktüler. Nerede bir sarıklı molla ve hoca gördülerse öldürdüler. Papatya çiçeği gibi beyaz sarıklı molla ve hocalarla dolu İstanbul câmiilerini kurşun yağmuruna tuttular, katliâm yaptılar [4] . Ayrıca isyanın sorumlusu olarak pâdişahı gösterip onu tahtından indirmeğe karar verdiler.

                Bu noktada bir Rum mebusun feryadı çok dikkati şâyandır. Şöyle ki:

                İttihatçılar bir kısım mebuslarla o zamanki adı Ayastafanos olan Yeşilköy'de yaptıkları gizli bir toplantıda, Sultan Abdülhamid Han'ı tahtından indirme kararı alınca bir Rum mebus; "Yapmayın efendiler! günaftır, günaf. Sultan Abdülhamid Han, bu memleketin nûrudur. Dünyâda denge unsurudur. O'nu tahtından indirirseniz mülkü millet harâb olur. Dünyâ perişân olur." demiştir. O'nun bu feryadını, o zamanın mebuslarından olan ve bu toplantıda bulunan, bilâhere şeriye vekilliği yapan, tefsir yazarı Konya'lı M.Vehbi Efendi çok kişilere nakletmiştir.

                Ne yazık ki, dünün ve bugünün pek çok kişileri, Sultan Abdülhamid Han'ı, bir Rum mebusu kadar anlayamamışlardır.

                İttihatçılar, şer plânlarına kılıf olarak da zorla fetvâ yazdırdılar. Daha sonra Yahûdî Emanuel Karaso, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esat Toptâni, uzun yıllar pâdişahın yâverliğini yapmış olan Laz Arif Hikmet Paşa, pâdişaha giderek; "Millet seni azletti." dediler.

                Pâdişah; "Hâl' etti demek istiyorsunuz." diye kelimeyi düzelterek [5] , "Ben Türklerin, Müslümanların hâlifesiyim. Hâl' edecekse beni onlar hâl' etmeliydi. Sen yahûdîsin!, sen ermenisin!, sen nankörsün!" diye çıkıştıktan sonra, üç kere; "zâlike takdîru'l azîzil alîm" dedi. Bu kelamdan, saray da, ordu da titredi.

                Târihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hâdise, aynı zamanda Türk milletine yapılan en büyük hakâretlerden biridir.

                Sultan II.Abdülhamid Han, Türk târihinin ender kaydettiği çok büyük bir şahsiyetti. Dünyâ siyâset târihinin en büyüklerindendi. Onun siyâsi dehâsı cihanşümûldü. Belki de bu büyüklüğü yüzünden anlaşılamadı ve aleyhinde yerli yabancı düşmanlar her şeyi söylediler. Hayâtı, Yahudîler, Ermenîler, Balkan komitecileri ve bütün yıkıcı şer kuvvetleriyle mücâdele içinde geçti.

                Sultan Abdülhamid Han tahttan indirilince kendisine pek çok iftiralarda bulundular; "çok adam öldürttü" dediler. Sultan Abdülhamid Han; "Ben kimin nesini öldürtmüşsem, dâva açsın, mahkeme huzurunda benden hak istesin" diye gazetelere îlân verdi. Hiç çıt çıkmadı. Ancak bir kadın; "Kocamı öldürttü" diye mürâcaatta bulundu. Mahkeme, gün tâyin etti. Tam mahkeme günü, kadının kocası gemiden indi. Meğer Trablusgarb'de İtalyanlara esir düşmüş, bilâhere serbest bırakılmış; keramet zuhur etti, o gün geldi. Böylece Ulu Hakan'a iftira atanlar çok mahcub oldular.

                Aleyhinde faaliyet gösterenlerin elebaşılarından biri olan feylâsof Rıza Tevfik, devlet elden gidince korkunç pişmanlığını dile getiren, "Sultan Abdülhamid Han'ın Ruhâniyetinden İstimdat" adlı mersiyesinde şöyle feryâd ediyordu:    

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör ............ bak günâhına.

Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına.

"Pâdişah hem zâlim, hem deli" dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz "beli" dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!

Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
.... .... .......... pis külâhına.
  

Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh'ına.

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına.
                Rıza Tevfik

                 Sultan Abdülhamid Han devrinde dünyânın dört büyük gücünden biri olan ve 7 milyon küsür kilometrekareden fazla olan ülke; İşkodra'dan Basra Körfezine, Karadeniz'den Sahrâyı Kebîr (Büyük Sahra) çöllerine uzanıyordu. Çeşitli entrika ve iftiralarla O'nu tahtından indirip ülke idâresini eline alan İttihatçılara, Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han; "Eğer Türkiye'yi on sene idâre edebilirlerse bir asır idâre ettik, desinler." demiş ve neticeyi de o anda işâret etmişti.

                Nitekim o târihten îtibaren, Osmanlı Devleti hızlı bir parçalanma devresine girdi. Önce Trablusgarb'ı İtalyanlar işgâl etti, sonra Balkan Harbi bozgunu oldu. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ aralarında anlaşıp Türklerin üzerine çullandılar. Sultan Abdülhamid Han'ın kurduğu Balkan dengesini ortadan kaldırmak suretiyle, aynı Balkan ülkeleri, bu dengeye saygı besleyen Avrupa devletlerini birbirlerine düşürdüler. Dünyânın en şaâmetli hâdiselerinden birisi olan I.Cihan Harbi'ne böylece sebep oldular.

                İngilizlerin 1900'lerdeki Hâriciye Vekili olan Edward Grey (ki Osmanlılar aleyhinde ençok faaliyet gösterenlerdendi), Sultan Abdülhamid Han'ın vefâtından sonra; "Ne büyük kayıp! Hasmımdı, ama O'nun ölümü ile diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti." diye yazan meşhur diplomat, hâtıratında, 1912-1913 senelerinin en belli başlı hâdiselerinden Balkan Harbi ve Büyükelçiler Konferansı'na değinirken şöyle diyor:

"Ben, II.Abdülhamid'i Yakındoğu dengesini şekillendiren bir kimse olarak tanıdım. Sultan II.Abdülhamid, bölgenin hangi güçler tarafından çeşitli oyunların çevrildiğini, bu güçlerden her birinin temâyül, kudret ve zaaflarını en mükemmel şekilde biliyordu. Rusya'nın, İstanbul ve Boğazlar üzerindeki niyetlerine vâkıf olması bir tarafa, Çar'ın buralara çok yakınlaşması hâlinde, (aynen 1878 Berlin antlaşması sırasında olduğu gibi) batılı ülkelerin, Rusya'nın davranışını önlemek için harekete geçeceklerinin de farkında idi.

İngiltere kamuoyunun, Makedonya'daki zulüm ve Ermeni katliâmı yüzünden hissettiği infiâli, Abdulhamid hiddetle, fakat endişeden uzak bir şekilde izliyordu. Ayrıca İngiliz donanmasının Ermenistan bölgesi dağlarına yanaşamayacağını değerlendiriyordu. Özellikle Londra'nın İstanbul ve Boğazlar meselesini alevlendirmesi hâlinde, büyük ülkelerin statükonun bozulmasına izin vermeyeceklerini ve kendi aralarında savaş başlatması korkusu ile buna engel olacaklarını da tesbit ediyordu.

Başbakan D'İsrali'nin Türkiye yandaşı politikasının taraftarı olan Lord Salisbury bile, artık tam bir kanâat dönüşü ile "İngiltere'nin Türkiye'yi tutmakla yanlış ata oynadığını" söylemeğe başlamıştı. Bu hâdise bile, Abdülhamid'i heyecanlandırmıyordu. İngiltere'nin şahsında bir Türkiye destekçisini kaybetmişti, ama şimdi Almanya'nın varlığında bizzat kendi eliyle güçlü bir dost bulmuştu.

Sultan II.Abdulhamid Han, Anadolu'nun kalkınması ve refahı konusunda, bâzı ticârî tavizler vererek Alman dostluğuna bağlılık ve ve bu gelişmeyi kuvvetlendirmek için büyük dikkat göstermişti. Fransızlar da İstanbul'da önemli ticârî çıkarlara sâhip olmuşlardı. Ama Abdülhamid, kendi aralarında dengelenen bu dış siyâsi güçlerin ve elde edilen çıkarların arkasında en sağlam şekilde yer tutabilmişti.

Pâdişah, gerçi Makedonya'da reform yapılması konusunda üzerindeki baskılardan sıkılıyordu ama Avusturya ve Rusya'nın diğer ülkelerin bu konu ile ilgilenmelerine izin vermeyeceklerini, bu takdirde İngiltere'nin tek başına kalacağını da, yine en iyi değerlendiren insandı. Bu konuda, kendisi üzerinde ağır bir baskı kurulmasını önlemek ve bu ülkelerin kendi aralarındaki rekâbeti kısıtlayabilmek için, Avusturya ve Rusya arasındaki rekâbeti iyi kıymetlendiriyordu. Makedonya meselesine müdâhale edebilecek bir başka ülkenin var olmamasından duyduğu kıskançlığı, İngiltere üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyordu."

            35- Sultan Beşinci Mehmed Reşad; Hükümdarlığı: M.1909-1918

                Sultan II.Abdulhamid Han'dan sonra Sultan Abdülmecid'in oğlu Sultan Mehmet Reşad tahta geçti. Ancak Sultan Reşad döneminde devlet yönetimi tamamen İttihat ve Terakkî Partisinin elinde idi. Padişâhı hiçbir işe karıştırmıyorlardı. M.1909'dan sonra idâreye hâkim olan İttihatçıların en başındaki elebaşılar; Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa üçlüsü, I.Cihan Harbi neticesinde geride Mondros Mütârekesi'ni [6] imzalamak zorunda kalan bir hükümet bırakarak, koca imparatorluğu yıkıp, harâb-ı turâb ettikten sonra, bir gece yarısı, Alman denizaltısı ile ülkeyi terkedip kaçtılar.

                Enver Paşa'nın îtirafı; Bu acı mağlûbiyet neticesinde diğerleri ile beraber Divân-ı Harbe sevkedilen Enver Paşa, vatanı terkedip kaçmadan önce, Mersin'li Cemal Paşa'ya şu îtirafta bulunmuştur: "Paşam! paşam! Harbin hesabını vermek bir şey değil, ona üzülmüyorum. Fakat biz Sultan Abdülhamid Han'ı anlayamamışız. Yahûdîlere, masonlara hizmet etmişiz. İşte buna üzülüyorum."

            36- Sultan Altıncı Mehmed Vahîdeddin; Hükümdarlığı: M.1918-1922

                Sultan Mehmed Reşad'dan sonra, herşeyi kaybolan ve bozulan ülkenin başına, Sultan Abdülmecid'in oğlu Sultan Altıncı Mehmet Vahîdeddin geçti ise de bu yıkılışa engel olamadı. Sultan Vahîdeddîn'e sâdece işgâle uğramış bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı. Kalbi vatanı için yanıp tutuşan, bu büyük vatan dostu, düşmanların hazırladığı ve Anadolu Türk nüfuzunu kırmayı hedefleyen Sevr Antlaşması'nı [7] bütün baskılara rağmen imzâlamadı. İşgal altında kalan vatanın kurtulması için elinden gelen her türlü gayreti ve fedâkarlığı gösterdi.

                Gerçeği olduğu gibi belirten târihçilerin de ifâde ettikleri gibi, Sultan Vahideddin'in, işgal kuvvetlerinin baskılarına göğüs gererek İstanbul'u terketmeyişi, İstanbul saraylarının ve târihi hazînelerinin yağmalanıp Avrupa müzelerine taşınmasını önledi. Pâdişah, İstanbul'u terkedip Anadolu'ya geçmiş olsa idi, bugün elimizde Topkapı Sarayı hazîneleri olmayacağı gibi belki düşman onun arkasından Anadolu içlerine doğru ilerleyecek ve işgal etmiş olacaktı.

                Ayrıca, Sultan Vahîdeddîn'in halîfe sıfatı ve hilâfetin varlığı İngilizlerle savaş hâlinde olduğumuz I.Cihan Harbi günlerinde bize büyük yararlar sağladı. Onun içindir ki, pâdişahlık kaldırıldıktan sonra hilâfetin de kaldırılması için başta İngiliz Sefîri olmak üzere diğer batılı diplomatlar büyük baskı yaptılar. Bu hususta başı çeken İngiliz Sefîri'nin aşırı gayretini yadırgayan garplı bir meslektaşı, İngiliz Sefîri'ne; "Hilâfetin kaldırılması için neden bukadar uğraşıyorsunuz? Nasıl olsa pâdişahlık kaldırıldı, varsın hilâfet devam etsin." dediğinde, İngiliz Sefîri; "Siz ne diyorsunuz? Biz, Hind Müslümanlarını pâdişah aleyhine kıyam ettirmek için yüzbinlerce altın yağdırıyoruz. Arkasından halîfe hazretlerinin bir selâmı gidiyor, bizim bütün gayretlerimiz boşa çıkıyor. Ne pahasına olursa olsun, hilâfet kaldırılacaktır." diyordu.

                1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla birlikte, Devleti Âliye-i Osmâniye (Yüce Osmanlı Devleti)'nin  ismi gönüllerde sevgi, saygı, tâzim ve hürmetle anılacak bir mâzî oldu.

Sultan Abdulhamid Han zamanında yedi milyon kilometrekareden fazla olan vatan toprakları bugün 784.578 kilometrekareye inmiştir.

                17 Kasım 1922'de İstanbul'daki İngiliz kumandanı general Harington, Sultan Vahîdeddîn'in hürriyet ve hayâtı tehlikede olduğu için İngeltere'ye ilticâ etmiş olduğunu açıklıyordu.

Şurası bir gerçektir ki; kendisini seven ve sevmeyen bîtaraf bütün târihciler, Sultan Vahîdeddin'in yurtdışına bir baskı netîcesinde gittiğini belirtmekte ve bu îtibarla, O'na, aslâ vatan hâini denemeyeceği hususunda ittifak etmektedirler.

                Yurtdışına giderken bugünkü Topkapı Sarayı'ndaki hazînelerin tamamını yanına alıp götürse, O'na mâni olacak bir fert yoktu. Halbûki O, değil hazîneleri yanında götürmek, bugün Topkapı Sarayı'nda üzerleri kıymetli taşlarla süslü kamalardan iki tane götürmüş olsaydı, onlar sâyesinde torunları dahi maddî bir darlığa düşmeden hayatlarını idâme ettirirlerdi. Nitekim buna benzer teklifler Sultan Vahîdeddin'e yapıldığı halde bu teklifleri şiddetle reddederek "Ben bir Osmanlı pâdişahıyım, bunlar hazîneye âittir." dedi ve bütün târihî eşyayı Topkapı Sarayı'na teslim ettirip makbuzunu aldı.

                Yurtdışında maddî yönden büyük sıkıntıya düşmesine rağmen Batılıların kendisine bizzat yaptığı yardım teklifini, devletinin îtibarını düşünerek reddetti. Vefat ettiği zaman cenâzesine bakkal, kasap ve berberin haciz koyduğu ve bu yüzden cesedinin günlerce bekletildiği târihî hakîkatlerdendir.

                Bu hakîkatler ışığında, Sultan Vahîdeddin'e vatan hâini demek için, insanın, değil vicdânını, aklını kaybetmiş olması lâzım gelir.  

Fihriste Dön
            Osmanlı Beyliği'ni İmparatorluk (Devlet-i Âliye) Yapan Sebepler

                Osmanlı Beyliği daha kurulduğu andan îtibâren askerî, adlî ve mâlî teşkilâta ehemmiyet vererek işe başladı. Osmanlı fetihleri, yalnız kılıçla değil, uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika, hukuk ve adalete tam bir riâyet neticesinde gerçekleşiyordu. Osmanlı fetihlerinin en bariz vasfı; gelişigüzel, macerâ ve çapulculuk şeklinde değil bir program dâhilinde, şuurlu bir yerleşme hâlinde tecelli etmiş olmasıdır. Bu durum, fethedilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idâreden memnun olmalarına sebeb oldu. Osmanlı idâresinin İslam şerîat hükümleri çerçevesinde, gayri müslimlere can ve mal güvenliğiyle birlikte dinlerinde de serbestlik tanıması, onların gitgide İslâmiyetle şereflenmelerine vesîle oldu.

                Osmanlı Devleti'nin kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk tesîs ederek, halk kitleleri arasında hiçbir ayırım yapmaması, fark ve tezâda mahal vermemesi, onun dünyâ târihinde en kudretli ve cihanşümûl siyâsi bir varlık olarak doğmasını sağlamıştır. Bu ise Osmanlı sultanlarının kendi tabirleri ile «Nizâm-ı âlem» düsturu ile husûle geliyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslam târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsi varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehditlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslam dîni ve onun cihad ruhundan alıyordu. Şeyh ve evliyânın himmetleri ile yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa'ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli'ye yayılıyordu.

                Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükselişinde tasavvuf, tarîkatler, şeyhler, velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve hâleflerinin etrafı din âlimleri ve evliyâ ile dolmuş ve daha ilk günden Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almıştır.

                Nitekim Osman Gâzi, dâmâdı olduğu büyük tasavvuf âlimi Şeyh Edebâli'ye intisâb ederek her hususta onunla istişârede bulunurdu. Kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına da İslam âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye etti. Bu vasiyete lâyıkıyla uyan Osmanlı sultanları fethettikleri yerleri medrese, zâviye, imâret, dârül kurrâ ve türbelerle kudsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle dünyâya İslâmiyeti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.

Osman Gâzi'nin, oğlu Orhan Gâzi'ye verdiği nasîhatin (ki bütün Osmanlı sultanlarının bir anayasa olarak kabul ettikleri ve uyguladıkları vasiyyetnâmesinin) özü şu şekildedir:

"Oğlum! Allâhü Teâlâ'nın emirlerine muhâlif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerî'at ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Her zaman İslâma hizmet et! Zirâ Cenâbu Hak benim gibi zayıf bir kulunu bu yüce din sâyesinde nice niâmı sübhâniyyesine mazhar kıldı. Her işinde adâleti üstün tut! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizam bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allâh'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsanda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allâhü Teâlâ'ya emânet ediyorum!"

                Dünyâ siyâsetinde söz sâhibi olmuş devletlerin bugün bile rüyâlarını süsleyen, iç geçirten o muazzam cihan devletini, Osmanlılar, altı asır devam ettirmişlerdi. Bu muazzam devletin târih sahnesinden çekilmesiyle irili ufaklı 24 devlet meydana geldi. "Daha fazla hürriyet, daha âdil idâre" diye ayaklanarak kurulan bu devletler, hâlâ aradıkları huzuru bulabilmiş değillerdir. Osmanlının gitmesiyle huzur ve adâlet de beraberinde gitmiş, açlık, sefâlet ve savaşlar kol gezmeğe başlamıştır.

                Osmanlılar, kuruluşundan îtibâren dünyâ Müslümanlarının hâmîliğini ve İslâmın sancaktarlığını yapmıştır. Yüce dînimize büyük hizmet veren bu devletin ortadan kalkmasıyla, hiç şüphesiz bu hizmet kalkmayacak, bil'akis ulvî dînimizin şerefli hizmeti her devirde, yenilenen sâhipleri tarafından kıyâmete kadar devam edecektir.

                                             Hicrî; 12 Rebîulevvel 1415-M.; 19 Ağustos 1994  

            

1] [Ertuğrul Gazi'nin babasınn Süleymanşah olduğunu söyleyen kaynaklar olduğu gibi Gündüzalp olduğunu söyleyenler de vardır.]

[2] [Kur'ân-ı Kerim'de, Sebe' Sûresi'nin 15.Âyet-i Kerîme'sinde buyrulan "beldetün tayyibetün (çok güzel, temiz bir belde)"; terkip îtibariyle Yemen'deki San'a şehrini, müfredat îtibariyle İstanbul'u beyan etmektedir. Zîra, Ebced  hesabı ile bu Âyet-i Kerîme'nin harflerinden İstanbul'un fetih tarihi çıkmaktadır.]

[3] [Bu arada Napolyon'un Mısır'da âsarı İslâmiyeyi gördükten sonra ihtidâ edip müslüman olduğu da rivâyet edilmektedir.]

[4] [O katliâma şâhit olanlardan, hocam ve üstazım, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri, bir gün bizi Eyüp Sultan ve Fatih Hazretlerini ziyarete götürdüler. Her iki ziyarette de cami mimberinin sağında namaz kıldık. Sonra Evrâd-ı Şerif okuyup duâ ettiler, biz de âmin dedik. Duâdan sonra kalktığımızda, Efendi Hazretleri bize, camiin mermerden yapılı mimberindeki kurşun yarasını göstererek; "31 Mart Vak'asında, o Bulgar çapulcuları, İstanbul'a geldiklerinde katliâm yaptılar. Bu yara ondandır." buyurdular. Ve bu katliâmdan, kendilerinin, mahzâ Allâh'u Teâlâ'nın himayesi ile kurtulduklarını ifade ederek; "O esnada ben yolda gidiyordum. Bir kadın bana, "sarığını çıkar" diye bağırdı. Uyanık bir kadınmış. Korktum. Hemen sarığımı çıkarıp koltuğumun altına aldım ve doğruca eve koştum. Fakat bu arada, Hareket ordusu askerlerinden 7-8 kişi arkamdan koşup geldiler. Kapının arkasına saklandım. Banyoyu, yüklüğü, evin sâir her tarafını aradılar. İçlerinden birisi, buraya bir molla girdi, ben gördüm, diyordu. Cenâbu Hak onlara, kapının arkasını unutturdu. İşte, o katliâmdan ben böyle kurtuldum." buyurmuşlardı.]

[5] [Hâl' kararını tebliğe gelen bu kişiler kullandıkları, kullanacakları kelimeyi dahi bilmiyorlar, hâl' yerine azl kelimesini kullanıyorlardı. Oysa âmir memurunu azledebilir. Pâdişahın üstünde bir kuvvet yokki O'nu azletsin.]

[6] [Mondros Ateşkes Antlaşması'nı, 31 Ekim 1918'de Limni adasının Mondros Limanı'nda bir gemide, İttihat ve Terakki partisinin İzzet Paşa hükümeti adına Bahriye Nâzırı olan Rauf (Orbay) Bey başkanlığındaki bir heyet imzaladı. Bu anlaşma ile; Osmanlı Devleti yenilmiş olarak kabul ediliyor, Ege, İstanbul, vilâyet-i sitte işgâl ediliyor, tüm haberleşme ve ulaşım itilâf devletlerinin kontrolüne giriyordu. İlk işgaller başlıyor, Osmanlı Devleti fiilen yok sayılıyordu.]

[7] [Pâdişah Sultan Vahîdeddin'in imzalamadığı bu Sevr Antlaşması, Paris yakınlarındaki Sevr kasabasında 10 ağustos 1920'de Türkiye'deki azınlıkların istekleri doğrultusunda müttefik devletlerin Osmanlı toprağını paylaştığı bir antlaşmadır. Bu antlaşma Sadrazam Damat Ferid Paşa'ya müttefik devletler tarafından zorla kabul ettirilmiştir. Ancak son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı 28 Ocak 1920'de Misak-ı Milli  (Milli sınırlardan hiç taviz verilemez diye milli yemin) kararı almıştı. ( Milli sınırlar; doğuda Musul, Kerkük'den batıda 12 adalar dahil Midye, Enez çizgisine kadardı.) Osmanlı Meclis-i Meb'usân'ın devamı olan ilk meclis (B.M.M) de Sevr'i onaylamadı. Bu antlaşma tek taraflı ölü doğmuştur. Sevr Anlaşmasına göre; İstanbul ve Anadolu'da az bir yer haricinde bütün Osmanlı toprakları işgal ediliyordu. Doğuda Kürt ve Ermeni devleti kuruluyor, Bizans yeniden canlandırılmak isteniyordu. Boğazlar müttefik devletlerin idaresine bırakılıyor, Osmanlı devletinin  İstiklali elinden alınıyordu.]

1