O  GÜNLERDEN  BU  GÜNLERE

Daha çok şanlar ve şereflerle dolu olan o güzel günler gitti, yerini acı ve kederlerle dolu günler alıverdi. Sultan
Abdülaziz döneminin ünlü devlet adamı Keçecizade Fuat Paşa'nın veciz bir şekilde dile getirdiği gibi düşmanlar
dışardan, bizimkiler de içerden çalıştıkları halde bu devlet bir türlü yıkılmıyordu. Ünlü şairlerimizden Namık
Kemal'in söylediği gibi de, "Altı yüz yıllık Osmanlı Devleti'nin can çekişmesi kırk - elli yıl sürebilir"di.

İşte bu "can çekişme" günlerinde Balkan Savaşları patlak verdi ve durum iyice kötüleşti.

27 Nisan 1909 tarihinde İkinci Abdülhamid'i tahttan indiren İttihad ve Terakki Cemiyeti milleti adım adım felakete
doğru sürüklüyordu. Onlar bunu yaparlarken; işten el çektirdikleri, önce Selanik'e sürüp sonra Beylerbeyi Sarayı'na
hapsettirdikleri Sultan Abdülhamid kendi kendini yiyor ve hatırında da yazdığı gibi şöyle söyleniyordu:
"Evladım sayılan bu vatan çocukları benim bir sarayım dört duvarı arasında gördüğüm hakikatleri,
koskoca yeryüzünü gezip tozdukları halde nasıl görmediler de, ecdad kanı ile sulanmış koskoca bir
ülkeyi kendi elleriyle batırdılar... Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini davasına vermiş vatan
evladının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sadece aldandılar. Aldandılar ama cezalarını
kendilerinden çok; aldanmayan milyonlarca masum vatan evladı çekti..."

Balkan Savaşları tam bir yıkım oldu. Devlet kötü yönetiliyor, ordu maceraya sürükleniyordu ama savaşan asker
yine bizim insanımızdı ve o şartlar altında bile iman yolundan ayrılmıyor, metanetini kaybetmiyordu. İşte,
Balkanlarda savaşan bir askerimizin annesine yazdığı son mektup:

"Sevgili anneciğim!

Ebediyyen kaybolmuş bir evlad gibi gönüllü olarak ikinci defa cepheye geldim.
Başım henüz omuzlarımın üzerindedir.

Sağımda arkadaşım şehid düştü. Solumda subayımın kolları ve gövdesi parçalanıp dağıldı. İkisinin
arasında bana hiç bir şey olmadı. Kendimi pek mahzun buluyorum. Şehidliğe imrendiğimden; sağ
kaldığıma üzülüyorum. Ecel henüz gelmedi, Şu anda bütün gayretimi şehid arkadaşlarımın öcünü
almak için sarfediyorum. Bulgar, hain ve gaddar bir düşmandır. Onu boğup mahvetmek için kalbim
sabırsızlıktan parçalanıyor.

Ben bir köylü çocuğuyum. Şehid olduktan sonra arkamdan bana çok dua edilecek ve rahmet
okunacaktır. Bir saman yığını üstünde ve bir kulübenin saçağı altında öleceğime, savaş meydanında
kahramanca döğüşerek şehid olmakdaha iyi değil mi?

Zafer, zafer, zafer!.. Ancak bu şarkılarla vatanımın sevinçli, milletimin bahtiyar olmasını dilerim."

On ikinciAlay'ın Dördüncü Piyade Taburu Üçüncü Bölük'ten bir emiriz annesine bunları yazıyordu. O, kutsal
görevi uğruna şehid oldu ve bir daha haber alınamadı.

Ya anası ne Yaptı?

Şüphe yok  ki, öteki Türk anaları ne yaptıysa onu yapmıştır... İşte, Balkan Harbi'nden hemen sonra gelen
Birinci Dünya Savaşı günlerinde bir Türk anasının yaptıkları...

Savaş bütün acımasızlığı ile devam ediyor ve cephelere durmadan takviye kuvvetler gönderiliyor. Kara tren,
Bilecikli askerleri almak üzere istasyonda durduğu sırada sevkiyat subaylarından biri merakla oradan oraya
koşan ve yağmurdan sırılsıklam olan bir kadına doğru seslenir:

"- Valide! Nedir bu telaşın?"
"- Trende oğlum var, onu uğurlamaya geldim!"
"- Oğlun kimdir, nerelidir?"
"- Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmedoğlu Hüseyin!"
"- Onu görmek ister misin, çağırayım mı?"
"- Sana dua ederim oğul... O'na söyleyecek bir çift sözüm var!"

Subay harekete geçer ve Hüseyin'i bulup getirir. İşte O'nu cepheye uğurlayan anacığının sözleri:

"Hüseyin'im, yiğit oğlum benim! Dayın Şıpka'da, baban Dömeke'de, ağaların Çanakkale'de şehid
düştüler. Bak, son yongam sensin, Eğer minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri
sönecekse sütüm sana haram olsun; öl de köye dönme! Yolun Şıpka'ya uğrarsa dayının ruhuna bir
fatiha okumayı unutma. Haydi oğul; Allah yolunu açık etsin!"

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri