"Doğuş çocuğu beslemek için sarfedilecek
paranın,
ana rahmindeki çocuğun doğmaması
için sarfedildiği bir dünyada
bir bozukluk, bir terslik var
demektir." Rasim Özdenören
Çocuğun tenasül uzvunda kan fışkırıyordu. Kardeşini
sünnet etmişti aklınca. Önceleri bağırabildiği kadar bağırdı
çocuk. Kanla beraber ses de yavaşladı; bir iniltiye
dönüştü. Küçük ağabey hadisenin şokunu yaşıyordu. Anne ve
babasına ne diyecekti? Bu korku içinde kanlı
bıçağı pencereden fırlatıverdi. Hâlâ ne olduğunu, neye uğradığını
anlayamamıştı. Ortada bir felaketin olduğunu
sezinliyordu. Suçunu bile idrak edemeyecek kadar küçüktü.
Orada reşit biri olsaydı ona: "Sen niye korkuyorsun
evladım, anne babanın anlaşarak atmaya karar verdiği
ceninden daha küçük bir şey kestin kardeşinden,
onlar ağzı dili olmayan bir çocuğun dünyaya gelişini engellediler,
onların suçu seninkinden daha büyük" diyecekti.
Bu çocuk, dünyaya gelmeden, ağlayıp gülmeden buradan
gidecekti. Ona yaşama hakkı en yakınları ve "Gönüllü
Aile Planlamacıları" tarafından haram ediliyordu.
Bir küçüğü, bir yıldır hayatın tadını tatmış, küçük ellerini gökyüzüne
kaldırmış, yıldızları parmaklarıyla göstermişti.
Fakat yeni dünyaya gelecek masum, kendine kaderden tevdi edilen
hakikat tohumunun sümbülünü gösteremeden gidecekti.
Batılı dostlarımız ! bizim çoğalıp güçlenmemize
razı değillerdi. Gerçi kadın çocuğunun alınmasını istemiyordu.
Hayat şartları bunu gerektiriyordu. Hem de bu
konuda o kadar kesif bir kampanya vardı ki bazıları bunlara
kanıyorlardı. Halbuki bu reklamlarda ve çalışmalarda
yapılan masraflarla dünyaya gelen çocuklar beslenebilirdi.
Hastahanelerdeki "Aile Planlaması Merkezleri"
doğum kontrolü için bedava ilaç da dağıtıyordu. Kadının buralardan
aldığı haplar onun sinirlerini hayli yıpratmıştı.
Üç çocuğa birden bakamazlardı.
Bu çocuk onlar için bir hazır yiyiciydi. Ekonomiyi
sömürecek, pahalılığa sebep olacaktı. Devletin ve bazı kuruluşların
aile planlamasında bu kadar ısrarlı gayretlerine
rağmen ülkenin fakirlikten, enflasyondan kurtulamaması da ayrı bir
mevzü. Bu anne ve babalar kendi mahsulleri olan
evlatlarını, kendi elleriyle, başkalarının telkinlerine aldanarak
katlediyorlardı. İlahi beyanın: "Onlar nesli
ve ekini (ekonomiyi) bozarlar" (Bakara 2/205) ifadesi ne kadar açıktır.
Kardeşinin tenasül uzvunu kestikten sonra kapıyı
kapatıp sokağa çıktı. Aniden aklına, evlerinin önündeki kamyonun
arkasına saklanmak geldi ve kamyon tekerinin
altına büzüldü. Korkunun ve soğunun verdiği heyecanla bir kuş gibi titriyor
ve ağlıyordu. Sırtını sağlam bir kaya gibi dayadığı tekerin arkasında yorgunluk
ve bitkinlikten uyuyakalmıştı.
Birdenbire sırtına çok ağır bir yükün bindiğini
hissetti. Bu habersizgelen yükün altında ikiye katlanmıştı. Şöförün
arabayı çalıştırmadan el frenini bırakıvermesi,
bu feci kazaya sebep olmuştu. Bu çocuk da ağlayıp bağırmadan
kardeşinin gittiği, görmediği o meçhül aleme
gidiyordu. Kocaman lastiğin altında o körpecik vücudu ezilmişti.
Olup bitenlerden hiç haberi olmayan anne ve baba,
hastahanede çocuğu olmayan komşu kadına rastlamışlardı.
Baba, bu kadının aniden karşılarına çıkmasından
çok rahatsız olmuştu. Kadın, anneyi lafa tutmuştu. Konuşma
esnasında hastahaneye gelmelerindeki gerçek sebebi
öğrenen kadın, anneye yalvarırcasına: "Ne olur kaldırmayın,
onu bana verin, ben sizin yerinize ona bakıveririm,
büyüyünce yine size vereyim!" demesine rağmen kadına birşey
söylemeden oradan uzaklaştılar.
Kadın çok hislenmişti. Herşey Allah'ın elinde
değil miydi? Verir imtihan eder, vermez imtihan ederdi.
İnsanın evladı olması kadar güzel birşey var
mıydı? Bazen evlatları yüzünden eğitimi çok önemliydi.
Aslında bugünkü yaşadığımız çevrede çocuğun terbiyeli
yetiştirilmesi gerçekten çok zordu. Bazen en iyi insanların
çocukları bile mükemmel yetişmeyebiliyordu. Çocukların
ilk doğdukları gündeki gibi günahsız büyümeleri lazımdı.
Düşünen kimdi bunu? Bir selin ortasında herkes
yuvarlanıp gidiyordu. Bunları düşününce kadın şöyle derin bir nefes
aldı. Kendi başının hesabını rahatlıkla verebilirdi,
ama dünyaya gelmesine sadece vesile olacağı çocuğun günahını
nasıl taşıyacaktı?
Rabbinden ümidini hiçbir zaman kesmemişti, nurtopu
gibi bir evladı olsun istiyordu. Allah ruhunu yarattıysa ona
dünyada ceset giydirecekti. Onbeş-yirmi sene
sonra çocukları olanlar bile vardı. Hz. Zekerriya (as)'ın durumu da
ayrı bir mucizeydi. Kadın bu düşüncelerle, inkisar
ve ümit arasında oturdukları mahalleye doğru yola koyulmuştu.
Anneye ise müdahale yapılıp çocuk alınmış, ekonomik
sebeplerle bir masumun kanı yere dökülmüştü. Anne birkaç
damla gözyaşıyla teessürünü belirtti. Babanın
da yüzüne bu suç, bir korku, pişmanlık ve tatminsizlik şeklinde yapıştı.
Tuttukları taksiye evlerine dönerken anneyle baba,
ne birbirlerine baktılar ne de bir çift söz ettiler. Şimdi diğer
çocuklarını fazla bekletmek istemiyorlardı. Ancak
onlara sarılarak biraz önce ameliyathanede bıraktıkları masumun
hasretine tahammül edebilirlerdi. Hem öteki çocukları
küçüktü, daha fazla yalnız bırakamazlardı.
Evleri uzaktan görünmüştü. Bu evin önündeki kalabalık
da neydi? Mahalleli de onların geldiğini farketmişti, ama bu
feci hadiseyi nasıl anlatacaklar, büyük oğlunun
kamyonun altında kalarak hayatını kaybettiğini nasıl söyleyeceklerdi?
Hiçbir şey söylemeye gerek yoktu. Anne çoktan
hadiseyi hissedip bayılmıştı bile. Hastahanede rastladıkları
çocuksuz kadın bir yandan anneyi ayıltırken,
onu teselli etmeye çalışıyordu. Baba ise evlerinin kapısını açarken bir
yandan da gözyaşlarını siliyordu.
Kapının gerisindeki flaketten ise hiç kimsenin haberi yoktu. Orada onları bir üçüncü acı beklemekteydi. (M.Üftade)
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |