7-ARAF SÜRESİ

161- Ey Resulüm! O vakti de onlara hatırlat ki, hani bir zamanlar kendilerine, şu karyede sakin olun denilmişti...

Bakara Sûresi'nde bu kıssa, "giriniz!" emriyle (2/58) giriş açısından hatırlatılmış idi. Burada ise "sakin olunuz!" emriyle iskan ve ikamet açısından hatırlatılıyor ki, aynı kıssayı bir başka bakımdan ele almak gerektiğini de ihtardır. Bundan dolayı da tekrar değildir, ayrıca bir başka açıdan düşünülmesi gerektiğini de belirtmedir. Kur'ân'da mükerrer gibi sanılan kıssaların ve âyetlerin hepsinin böyle birçok özel yönleri ve durumları bulunmaktadır.

162- Sonra içlerinden bir kısım zalimler, kendilerine söylenen sözleri, başka bir söze tebdil ettiler, değiştirdiler. Mesela onlara "hıtta" deyiniz, yani orada yükünüzü yıkıp, ikâmet ediniz, Allah'tan bağışlanma dileyiniz, denildiği halde, sanki "hınta" yani, buğday deyiniz, denilmiş gibi diye bağırmaya başladılar ve Tevrat'ı böyle tahrif ettiler. Lâkin bunu yapanlar o zalimler güruhu idi. Zalimler, o kavmin hepsi değildi, fakat içlerinden çoğu böyleydi:

163-164- Bir de onlara, denizin kıyısındaki veya denize nazır olan o karyenin hâlini sor. Yani o kasaba ahalisinin başına nasıl bir bela geldiğini İsrailoğulları çok iyi bilirler. Sen bir sor da kendileri söylesinler. (Bakara, 2/56. âyetin tefsirine bkz.) Bu kasaba Medyen veya Taberiyye denilmiş ise de çoğunluğun görüşü, Medyen ile Tur arasında bulunan "Eyle" kasabası olduğudur. Onlar o vakit Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Dinleri gereğince Cumartesi günü bütün işleri tatil edip, ibadet edecek yerde balık avlıyorlardı, çünkü sebt yaptıkları vakit, yani Cumartesi yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler halinde geliyorlardı, zira o gün balıklar saldırıya uğramamaya alışmışlardı, o gün kendilerine dokunulmayacağını hissediyorlardı,

kaçmıyorlardı. Sebt yasağına riayet etmeleri balıkların bu suretle o civara ısınıp alışmasına da sebep olmuş oluyordu.

Sebt yapmadıkları gün ise gelmiyorlardı. Yani, diğer günlerde avlanmak korkusundan dolayı öyle gelmezlerdi. Cumartesi yasağına riayet etmedikleri gün hiç gelmeyeceklerdi ve artık o kasabanın yeşilliğinin ve güzelliğinin sebebi olan ekonomisi ve ticareti sönecek, zenginliği gidecekti. Lâkin o fasık ve saldırgan halk, Cumartesi günleri balıkların öyle akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını tutamadılar da dinlerinin emrini dinlemediler, yasak demeyip balıkları avlamaya başladılar. Ve böylece sebtin kutsallığını çiğnediler. İşte o vakit bunlar ne oldular, sor da söylesinler. İşte biz onları böylece, işledikleri fısk u fücurdan dolayı belaya çarptırdık. O saygısız ve saldırgan İsrailoğulları'nı, ötedenberi fısk edegelmeleri, Allah'ın emirlerine itaat etmekten kaçıp, açıkça yasakları çiğnemeyi alışkanlık haline getirmeleri, huy edinmeleri sebebiyle böyle imtihanlara çeker, belaya uğratırız. Yoksa fıskta ısrar etme âdetleri ve huyları olmasa idi, böyle ağır belalara uğratılmazlardı.

"Onlardan bir toplum dedi ki:" Bu cümle cümlesi üzerine ma'tuftur. Ve o kasaba halkının yasağı çiğnemede sürekli ısrarı ve bu konuda söz dinlemeye yanaşmaması üzerine içlerindeki bazı iyilerin hâl ve akıbetlerini beyandır. Yani o vakitler içlerinden bir ümmet, iyiliksever bir cemaat onlara şöyle demişti. Allah'ın, helâkini murad ettiği, büsbütün helaklerini değilse bile, çetin bir azap ile cezalandırmayı murad ettiği böyle bir kavme ne diye va'z u nasihat edip duruyorsunuz? Yani, o kasaba halkı iki kısım idi. Bir kısmı fasık ve saldırgan takımı idi, bir kısmı da dindar ve iyiliksever insanlar idi ki, bunlar azınlıkta kalmış idiler, o saldırganlara söz geçiremiyorlar, onları önleyemiyorlardı. Bu iyiler de iki gruba ayrılmıştı: O iyilerden bir grup uğraşmış, didinmiş, acı tatlı dil dökmüş, zor veya kolay her yoldan giderek ve her usulü deneyerek zahmetler çekmiş, nasihat etmiş, ama onlara söz dinletememiş, nihayet bıkmış ve ümitsizliğe kapılmış, Allah'dan bu halka bir bela geleceğine karar vermiş, o halka kin ve öfke duymaya başlamış, sesini kesmiş, bir köşeye çekilip sinmiş idiler. Anlaşılıyor ki, bu bezginler o fasıklara göre sayıca az olmakla beraber, yine de ümmet denilecek kadar bir cemaat oluşturuyorlardı ve kendi aralarında bir takım toplantıları vardı. Bunlar içinde sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki, onlar ümitsizliğe kapılmıyorlar, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak, o söz dinlemez halka vaaz ve nasihata devam ediyorlardı. İşte bunlar, o azgın halkı yola getirmek için vaaz ve nasihate devam ettikçe, söz konusu o ümitsizler grubu da bunlara "Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Niçin boş yere vaaz ediyorsunuz?" yollu uyarılarda bulunuyorlar, "Siz niçin Allah'ın helâk edeceği veya bela vereceği böyle azgın bir kavme vaaz ve nasihat edip duruyorsunuz?" şeklinde sözler söyleyip, onları yaptıkları işlerden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Onlar halkı büsbütün kendi haline bırakmak, ne görecekleri varsa görsünler, demek istiyorlardı. Ve böyle derken bir "farz-ı kifâye"nin büsbütün terkedilmiş olması ile hepsinin günahkâr olabileceklerini de düşünmemişlerdi. Lâkin onlar bu farz-ı kifâyeden; vaaz ve nasihat görevinden vazgeçmediler ve cevap vererek şöyle dediler: Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye, bir de belki bir dereceye kadar sakınırlar diye, yani bizim vaaz ve nasihatımız iki sebebe dayanmaktadır: Birisi ve birincisi sırf Allah'a karşı bir mazeretimiz olsun diye, Allah tarafından hesaba çekileceğimiz vakit, "niçin kötülükten vazgeçirme görevinizi yapmadınız?" azarlamasına karşılık elimizde bir mazeret bulunsun diye, Allah katında böyle bir ithamla karşı karşıya kalmamak için. Çünkü kötülükten vazgeçirme henüz hayatta olanlara son nefese kadar bir farz-ı kifayedir. İkincisi de yeis yani ümitsizlik, dünyada hiçbir hususta caiz değildir. Ve ne kadar günahkar olursa olsun halkın tevbe ve ittikasını arzu ve ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hâl böyle devam ederse sonucunun bir helâke veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insanların hali değişiktir, kaderin sırrı da vukua gelmeden önce bilinebilen bir şey değildir. Nereden bilebilirsin, bu güne kadar söz dinlemeyen bu halk belki yarın dinleyiverir ve belki yaptıklarından vazgeçer, kötülüklerden sakınmaya başlar. Büsbütün sakınmazsa bile kısmen sakınır, belki bu yüzden uğrayacakları azap da hafifler. Ne olursa olsun nasihate devam etmek, onu terketmekten daha iyidir. Nasihatı bütünüyle bırakmakta hiç bir ümit yoktur. Fakat nasihate devam etmenin hiç olmazsa azıcık da olsa sakındırmaya sebep olması umulur. Hiçbir tepki görmeyen fenalık her halde daha kolay yayılır ve kısa zamanda meydan alır. Herhangi bir fenalığın kökünü kurutmak mümkün olmazsa, hızını kesmek de önemli bir iştir, bunu gözardı etmemelidir. Felaket mukadder ise nasihat görevini yerine getirenler Allah katında mazur görülürler. Anlamalı ki, iyiler kötülerden ne çekmiş, ne kadar uğraşmışlar. Buna karşılık kötüler de ne kadar ısrar etmiş, her türlü nasihate rağmen kötülükte direnmişler.

Ana Sayfa

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri