98-BEYYİNE

5. Halbuki onlar, o kendilerine kitap verilmiş olanlar öteden beri başka bir şey ile değil ancak şununla emrolunmuşlardı ki yalnız Allah'a ibadet etsinler, gerek önceki kitaplarında, Tevrat ve İncil'in esasında ve gerek bu Kur'ân ile emredildikleri görevleri bu idi ki, başka bir niyet ve maksada hizmet etmesinler, ancak Allah'ı mabud tanısınlar, O'na ibadet ve kulluk etsinler, o şekilde ki dini ona halis kılarak, hiçbir şirk şüphesi karıştırmaksızın şu veya bu gayeye âlet etmeksizin saf ve temiz niyet ve ihlas ile ancak O'na yönelerek ve tahsis ederek, hanifler olarak, yani batıl inançlardan, eğri ve yanlış fikir ve ahlâktan sıyrılıp, daima hakka, doğruluğa meyleden hakka tapan müslim, muvahhid (Allah'ı birleyen) olmak suretiyle dini Allah için halis kılarak Allah'a ibadet etsinler, ecir ve mükâfatı O'ndan beklesinler.

Yukarılarda da defalarca geçtiği üzere "hunefâ" kelimesi "hanîf" kelimesinin çoğulu olarak İslâm'ın inanç, ahlâk ve sosyoloji itibarıyla ayırıcı bir vasfını göstermektedir. Çoğunlukla hanîf, Hz. İbrahim'in milleti olarak "Dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim dinine uyun. O, puta tapanlardan değildi." (Âl-i İmran, 3/95) gibi müşriklere karşılık; bazan da "Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenlerden olun." (Hacc, 22/31) âyetinde olduğu gibi mutlak olarak; bazan da burada olduğu gibi tevhid ve ihlas ile dinde barış ve doğruluğu pekiştirme ve yerleştirme hususunda zikrolunmuştur. Bütün bunlardan anlaşılan haniflik, Hz. İbrahim'in din ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil, genellikle puta tapıcılığın zıddı olarak bütün peygamberlerin milleti olan tevhid ve ihlas dininin adı olmasıdır. Onun için Şehristânî "el-Milel ve'n-Nihal"de hanifleri bütün puta tapıcıların karşıtı olmak üzere genel mânâsıyla Sâbiîlere karşı çıkartarak zikretmiştir. Genel mânâsıyla Sâbiîlik ise bütün müşrikliğin esası olan eski dindir. Şimdi bazı yeni eserlerde buna Seybele-Ceybele dini denildiğini ve son zamanlarda "eski eserler" (âsâr-ı atika) dolayısıyla bahis konusu edilmeye başlayan eski Eti, yahut Hitit, yahut Hetler'in de bu zeybel, yani sabi dinine mensup olduklarını söylüyorlar. İşte hanifler, bütün bu şirk dinlerine karşı, dini Allah için tahsis etmek ve ancak Allah'a ibadet etmek üzere davet ve mücahedeyle görevli olan peygamberlerin dinlerini teşkil eden ve batıldan sakınıp Hakk'a meyleden tevhidçi müslümanlardır. Onun için Hacc Sûresi'nde "O pis putlardan ve yalan sözden kaçının. Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (Hacc, 22/30-31) buyurulmuş olduğu gibi Şûrâ Sûresi'nde de "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı . Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın şey, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." (Şûrâ, 42/13) buyurulmuştur. Bunların özeti ise haniflik, putlara tapma aşağılığından, günahtan, sahte, batıl inançlardan çekinerek Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed aleyhisselâmın yaptıkları gibi dini Allah için tevhid, ihlas ve istikametle doğrultmak ve onda ikilik çıkarmayıp daima doğrulukla toplanmaya çalışmaktır. "Hanif" kelimesinin türeyişi de bu mânâyı ifade etmektedir. Zira "hanif", hanef kelimesinden türemiştir. Tefsircilerin ve lügat ehlinin açıklamasına göre "hanef", meyletme ve doğru olma mânâlarını içine alır. Asıl hanef, yanlışlıktan doğruya, eğrilikten istikamete meyletme mânâsına konmuş, bazan meyil, bazan da sadece istikamet mânâsına kullanılır. Ayağının ayası veya baş parmakları vahşiden ünsiye, yani içe doğru meyletmiş olan (düz taban olmayan) kimseye ahnef denilmesi ise tefe'ul (hayra yormak) için veya iki mertebe mecaz-ı mürseldir. Demek ki lügat bakımından da hanîf, daima doğruluğa meyleden demektir. Dinde doğruluk da "Hayır, kim işini güzel yaparak, özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındandır." (Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere muhsin (iyilik yapıcı) olarak ancak Allah'a yüz tutmak, "Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra doğru olanların üzerine melekler iner." (Fussilet, 41/30) buyurulduğu üzere ancak Allah'ı Rab bilip, fiillerinde ve hareketlerinde ancak O'nun emir ve hükmüne tâbi olarak o iman üzere doğrulukta yürümektir. Bundan dolayı çoğunlukla hanîfi, "hakka tapan muvahhid" (Allah'ı birleyici) diye tercüme etmeyi uygun görmüşüzdür. Bununla beraber tefsirciler daha bazı tarifler de nakletmişlerdir. Bu cümleden olarak burada hunefâ (hanifler) İbnü Abbas'dan, "hacılar" diye; Katâde'den, sünnetli olanlar, ananın ve mahremler (evlenilmesi haram olanlar)in nikahını haram tanıyanlar diye; Rebî b. Enes'den: Namazda kıbleye dönenler diye; Mücahid'den: İbrahim aleyhisselâmın dinine tâbi olanlar diye rivayet etmişlerdir ki hacc, hıtân (sünnet olma), kıbleye dönme, İbrahim dininin esaslarından birisiyle tarif demek olduğundan buna ait demektir. Bunlardan başka Ebu Kılâbe'den "Biz, Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız." (Bakara, 2/285) âyeti gereğince peygamberlerin hepsine iman edenler diye; daha bazılarından da "dinin hepsini toplayanlar" diye nakil ve tarif edilmiştir ki, bu son ikisi de birbirine yakındır. Fakat bunların çoğu mânâ ile değil, doğru olan veya bazı havas itibarıyla tarif olduğu için tam tarif değildir. Ancak bazı cihetleri açıklamak için nakledilir. Tercihe değer tarif, önce açıkladığımız üzere bütün batıl inançlardan İslâm'a meyleden, dönen diye özetlenmiştir. Bütün peygamberlere iman ve her dini toplayıcı olmak da bununla olur. İşte bütün kitaplar ve peygamberler, dini yanlış inançlardan temizleyerek "Allah katında muhakkak din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) olan Hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a ibadet etmek ve insanlığı selamete erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için kitap ehli de ta baştan itibaren bununla görevli olmuşlardı ki, Allah'a böyle samimi dindar, hanif olarak ibadet etsinler, ve namazı kılsınlar ve zekatı versinler ve işte bu üç esas: samimi din ile Allah'a ibadet, namaz kılmak ve zekat vermek din-i kayyimedir. Yani sabit ve payidar kalacak olan milletin dinidir. Diğer deyimle yukarıda anılan "kıymetli kitapların", doğru, bozulmaz, sabit hak kitaplarının açıkladığı dindir. Demek olur ki bu üç esas, bütün Hak dinlerin hiç değişmeyen en sağlam esasıdır. Namaz ile zekat da imandan sonra bütün ibadetlerin esaslarının esasıdır. Diğerleri ayrıntıdır. Bunların edâ şekilleri itibarıyla açıklaması her peygamberin zamanına ve şeriatine göre değişebilirse de, asıl namaz ve zekat hepsinde sabittir. Şu halde din için mutlaka bir "ekanim-i selâse" (üç esas) prensibi tanımak gerekirse onu baba, oğul, rûhu'l-kudüs diye mabudun zatında üçleme ile şirke saparak değil, tevhid, namaz, zekat diye iman ve amel esaslarında tanımak lazım gelir. Halbuki o kitap verilenler bu doğru ve sabit dini ve bu emri tanımadılar, ihlas ve tevhid ile Allah'a kulluk etmekten kaçındılar. "Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı kaybettiler, şehvetlerine uydular." (Meryem, 19/59) ölçüsünce şehvetlerinin arkasına düşerek namazı kaybettiler, zekat vermeye yanaşmadılar, bölücülük yaptılar. Bunun üzerine bütün küfrün ve imanın ahiretteki hükümleri ayırdedilerek açıklanmak üzere şöyle buyuruluyor:


Ana Sayfa
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri