6-EN'AM:

10- Ey Muhammed, kasem olsun ki, senden önce bir çok peygamberlerle alay edildi de onlarla eğlenenleri, alay sebebi saydıkları gerçek sarıp kuşatıverdi. Alaylarının vebal baskısı altında mahvoldular.

11-Şu halde sen o kâfirlerin yalanlama ve inatlarından müteessir ve ümitsiz olma da, onlara şöyle de: Yeryüzünde gezip dolaşın da, sonra bakın hakkı yalanlayanların sonu nasıl ve ne imiş? Allah, onları nasıl yerlere geçirmiş görünüz de ibret alınız.

Bu emirlerle gösteriliyor ki, önce mekanla ilgili hareket; ikinci olarak, bunun altındaki zamanla ilgili hareket ile olayların niteliği, yeri ve mertebelerinde olduğu gibi müşahede; üçüncü olarak, bu müşâhedede baştan sona gelen veya sondan başa giden bir tertip akımı içinden sonun niteliğinde durmakla onu almak ve idrak etmek; dördüncü olarak, buna kıyas ile şahidden görünmeyen (gâib)e geçiş ve bakış, fikrin, itibarın aslî şartlarındandır.

Şimdi bu ibretin sonucunu açıklamak için buyuruluyor ki:

Ey Muhammed:

12- "De ki, yerde ve göklerdekiler kimindir? Yine de ki: Allah'ındır." Burada birinci olarak gösteriliyor ki, ilmin hakikatının başı, illet (sebeb)in idraki; ilmî araştırmanın başı da sebebi araştırmaktır. Ve kalbin inanması, illet ile ma'lûl (sebep ile illetli) arasındaki nedensellik nisbetinin niteliğini anlamaktadır. İkinci olarak gösteriliyor ki, ilmi araştırmaların iki önemli esası vardır: Biri soru sormak, diğer cevap vermektir. Bilmek için ilk önce ne aradığını bilmek, sorusunu tayin ve tasvir etmek lazımdır. Gerçi sorunun tasviri, yani meseleyi ortaya koyuş, ilmin yarısıdır denir. Demek ki ilk görev göklerdeki ve yerdeki şeylere bakıp, bunlardaki değişmeleri görmek ve hepsinin sebebini araştırıp, "bunlar kimin?" sorusunu sormak ve buna nefsinde "Allah'ın" cevabını almaktır. Üçüncü olarak, bu soru ve cevabın, "de ki, de ki..." diye, gayet sade bir şekilde öğretme emri de iki gerçeği işaret eder? Birincisi gösteriyor ki, bu soru ve o anda bu cevap da Allah Teâlâ'nın insan kalbine bir emri ve ilhâmıdır. O, "bunu sor" ve arkasından da " şu cevabı ver" diye emrediyor.

Bu şekilde bunlarda Allah'a delalet eden subjektif (içedönük) alametler oluyorlar. Ve Allah'ın iç olaylarda hâkim bulunduğunu isbat ediyorlar. İkincisi, demek ki göklere ve yere bakanlar için bu soru son derece zorunlu ve açık olduğu gibi, buna "Allah'ın" cevabını vermek de o kadar zorunlu ve açıktır. Zira göklerin ve yerin değişimlerini ve etkilendiklerini görmek ve bunların bir yönetici sahibe muhtaç olduğunu hissetmek, Allah'ın varlığını duymak demektir. Zaten "Allah" demek, bunların tüm sebebi, yaratıcısı, sahibi, hâkimi demektir. O halde bu soruya karşı "lillâh" (Allah'ındır) cevabı, açık bir tahlilî önermeden ibarettir.

İşte bu şekilde önce bütün mekânlı varlıkları içine alan gökler ve yer ile mekan ve mekanlı hadiseler, sonra, "Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur" âyetiyle zaman ve zamanlı olaylar gösterilerek ve Allah Teâlâ'nın hem mekan ve mekanlılara, hem de zaman ve zamanlılara sahip ve malik olduğu beyan edilerek, yapıcı olan Allah'ın ispatı ve ahiret meselelerinin gerçeği ve özü anlatılmıştır ki, sûrenin başındaki "Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti" fıkraları da mekanlı ve zamanlı bu iki görüş noktasını özetlemiş ve "halk" (yaratma) ve "ca'l" (var etme) hükümleriyle de sebeplik (illiyet) kanunu ve sebeplik (illiyet) mânâsına işaret edilmiş olmakla bu âyetler, o âyetin bir gelişmesidir.

Bu cevaptan sonra sıra, bu eşya (varlıklar) dan ve bu sebeplik nisbetinden Allah Teâlâ'nın zâtî ve manevî sıfatlarına delil ve şahit getirerek anlamaya ve ona göre her yerde sorusunu tasvir ve cevabını tahrir ede ede Allah'ı düşünerek zaman üzerinde başlangıç (mebde) dan son (meâd) a yürümeye gelir. Bunun için buyuruluyor ki:

O Allah ki kendine rahmeti yazdı. Yani bütün yaratılmışlara sahip ve hâkim, acımaya ve kızmaya eşit olarak kâdir ve her ne isterse yapmak onun karşı konulmaz hakkı olduğu ve onun üstünde etkileyecek bir gerektirici ve hak ölçü bulunmadığı halde, bizzat kendini lutuf ve ihsan yoluyla bütün mülküne rahmeti benimseyip kendi mukaddes zatına - istiyerek- zorunlu kıldı, rahmeti ahlâk edindi. Bütün bu varlıkları rahmetiyle yarattı ve bütün hadiselerin cereyanı O'nun rahmet satırları oldu. Şu halde Allah ile yaratıkları arasındaki yaratma ve Rab'lık nisbeti, Allah tarafından evvelen ve bizzat gelen ve beklenen hüküm ve tesir rahmetten ibarettir. Gazap hükümleri evvelen ve bizzat Allah'ın ahlâkının gereği değil, yaratma yönünden, yani halkın, gerek kendi aralarındaki çoğalma nisbeti ve gerek ilâhî ahlâktan uzaklaşmaları gereği olarak ikinci derecede ve tâli bir şekilde sonradan eklenir. Ve bu eklenme de ilâhî rahmetin gereğidir. Acının yaratılması, kendiliğinden kastedilmiş değil, tatlıya yön vermek, onun hükmünü muhafaza etmek ve gelip geçici lezzetlerden ebedî lezzetlere geçmek içindir. Allah Teâlâ'nın rahmetinin cümlesindendir ki insanları da başlangıçta sağlam fıtrat üzere yaratmış, akıl, seçenek ve hürriyet vermiş, içte ve dışta alametler koymak, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek ile bilgi ve tevhidine hidayet eylemiş, rahmet ve rızasının gereklerine davet, öfke ve azabına sebep olan hallerden çekindirmiştir. Allah Teâlâ'nın kendine rahmeti yazmış olmasından dolayıdır ki, bu rahmeti, nimeti ve hürriyeti kötüye kullanıp, böyle Allah'tan yüz çeviren, Allah'ın fıtratını değiştirmeye ve bozmaya kalkışan, âyetlerden ve delillerden uzaklaşan, kitapları yalanlayan ve peygamberlerle alay eden, özetle ilâhî ahlâkın zıddına, gazabı gerektirecek şeyleri benimseyenler hakkında ceza vermekte acele etmez, tevbe ve sığınmayı kabul eder, yoksa sizi de çoktan o mahvolan ve yok olanların yanına gönderirdi. Fakat yine Allah'ın rahmeti kendine yazmış olmasından dolayıdır ki bu mühlet tanıma sonsuza dek gidemez, elbette bunun tayin edilmiş bir eceli vardır. Ve elbette Allah, rızasının tersi olan bu cüretleri gadap hükümleriyle karşılayacak, rahmetinin nizamını sonsuza kadar devam ettirecektir.

Ey yalanlayıcılar, bunun için kasem olsun ki o rahmân ve rahîm olan Allah kıyamet gününe kadar (o akibetlerini göreceğiniz) geçmişteki yalanlayıcılarla beraber hepinizi kabirlerde ve mahşer yerinde toplayacak da rızasına doğru gidenleri ebedî rahmetiyle sevindirirken, sizin de şirk ve günahlarınızın cezasını verecektir. Bunda, bu toplamada ve bu kıyamet gününün geleceğinde hiç şek ve şüphe yoktur. Nefislerine zarar verenler, yani kendilerinin ilâhî rahmetten sermayeleri olan aslî fıtratı, selîm aklı, özel yeteneği kötüye kullanmakla kaybedenlerdir ki onlar bu gerçeğe inanmazlar. Ve bu şekilde kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. İyi bilmeli ki gün bugün, saat bu saat değildir. Bugün tatlı görünenler yarın acı, bugün acı gelenler yarın tatlı olabilir. Zaman denilen bir şey vardır, şimdiki zamanı gelecek takip eder. Gecelerin gündüzleri, gündüzlerin geceleri gelir.

Geri Dön


Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri