6-EN'AM:

2-Acaba bunlar bu küfür ve inkârın sorumluluğunu hiç düşünmüyorlar, o yüce yaratıcının kendilerine hiçbir şey yapamayacağını mı sanıyorlar? Ey insanlar! O öyle bir Allah'tır ki, sizin hepinizi bir çamurdan yarattı. Allah, yeri yarattığı zaman üzerinde hayattan hiçbir eser yoktu, o hayatsız yer maddelerinden çamur, çamurdan da bitki, hayvan, insan yarattı ve sonra o insanın sulbünden o çamurun bir seçim örneği olarak çıkardığı "değersiz bir su" içindeki zerreciklerden devamlı bir sülâle olarak sizleri yarattı ve yaratmaktadır. Sizin ilk maddeniz bir çamurdan ibarettir. Onu insan yapan Allah'tır. Burada meşhur tefsir budur: Allah Teâlâ insanları Âdem'den, Âdem'i de bir çamurdan yaratmıştır. Fahreddin Râzî der ki: "Bence bunda diğer bir vecih daha vardır. Şöyle ki, insan, meni ile hayız kanından yaratılmıştır .Bunlar ise kandan, kan da gıdalardan doğar. Gıdalar da ya hayvansal veya bitkiseldir. Hayvansal olduğu takdirde o hayvanın doğuş niteliğindeki durumu, insanın doğuşundaki hali gibidir. Kala kala bitkisel gıdalar kalır. Bundan dolayı sabit ki insan, dolayısıyla bitkisel gıdalardan, bitkisel gıdalar da şüphe yok ki çamurdan doğmuştur. Ve o halde her insan bu şekilde başlangıçta çamurdan yaratılmıştır. Çamurdan döl suyu, döl suyundan kalb, beyin, karaciğer ve diğerleri gibi sıfatta, sûrette, renkte, şekilde çeşitli cihazlar ve uzuvlar doğması ve teşekkül etmesi ise kendi kendine olabilecek bir şey değildir. Bu benzersiz sanatı ancak hikmetli bir takdir edici ve merhametli idarecinin takdir ve tedbiri ile mümkün olabilir." Çünkü yok, kendi kendine var olamaz. Kendiliğinden doğma (jeneraspon spontane), sebepsiz, illetsiz hudûs (oluş) mümkün değildir ve batıldır. Özellikle böyle bir seçme ile böyle bir insan vücudunun tesadüfen ve cahilce bir şekilde meydana gelmesi öncelikle batıl ve mümkün değildir. Râzî'nin bu hatırlatması hâl-i hazırda görülen ve bilinen hayatî olayları düşünmekle yalnız Âdem Aleyhisselâm'ın değil, her insanın çeşitli devirler içinde çamurdan ayıklanmakla yaratılmış olduğunu göstermesi ve Âdem'in yaratılışının aydınlatma ve açıklaması itibariyle gerçekten önemi hâizdir. Ancak bu müşahede, meşhur tefsirde olduğu gibi ilk insanın, ilk menî'nin yaratılışını bir izah olmak üzere düşünülmedikçe meselenin bütün inceleğiyle kavranılmış olacağı şüphelidir. Zira insan türünün yeryüzünde ilk yaratılışına kadar çıkılmayınca, her insanın menîden önce çamurdan yaratılmış olduğu hakkıyla ortaya çıkamaz. Çünkü her ferdin yaratıldığı baba menisi ve annenin hayız kanı, topraktan aldığı gıdasından öncedir.

Bundan dolayı insanın yaratılışı "Menîden, hakir bir sudan" (Secde, 32/8) dır. Dölde menînin, rahimde hayız kanı ve yumurtanın yaratılışı da menşeinin bitkisel olması dolayısıyla toprağa ve suya borçlu ise de, bunların kana benzeşmesi daha önce o döl ve rahimin hayatî tabiatına, bu da doğduğu meni ve hayız kanına borçludur. Şu halde meseleyi her yönden tahlil (analiz) etmiş olmak için çamurun, insan yaratılışının başlangıcı olması ilk menî ve hayız kanının yaratılışına kadar döndürülmek gerekir ki, bu da birinci olarak Âdem'in yaratılışını düşünmekle mümkün olur. Bu münasebetle zamanımızın fennî teorilerini bir gözden geçirmek faydalı olacaktır:

Bugünkü teorilere göre gerek hayvansal ve gerek bitkisel hayatın başlangıcı son analizde bir "sellûl"e yani bir hücreye dayanmaktadır. Bir bitki, bir hayvan, bir insan bedeninin bütün doku uzuvları, mikroskop ile muayene olunabilen gayet küçük yuvarlak veya uzun bir takım hücrelerin ince bir sanatla dokunmasından meydana gelmiştir. Hayat ve canlılığın ilk örneği bu hücrededir ki, biz bunları insanlar hakkında Âdem'in sırtından çıkarılan zerrecikler diye düşünebiliriz. Hücre, hücreden doğarak çoğalır. Bir hücre, hava, su ve diğer yeryüzüne ait maddelerle gıdalanır ve onlar hücrenin içinde organizmaya benzeşir. Bundan diğer hücreler doğar ve tümünden de bir canlı beden dokunur, meydana gelir. Ve bu şekilde bitki türleri, hayvan türleri ve bu arada insanlar birli veya ikili olarak kendi esas hücresi üzerinde bir sülale (soy) takip ederler. Bir insanın oluşumunun başlangıcı olan ilk hücre, anasının rahminde bir yumurta hücresiyle onu aşılayan bir menî hücresinin oluşturdukları aşılanan bir hücre olmak üzere mutalaa olunur ki horoz tohumuyla aşılanmış bir tavuk yumurtası bunun tam değilse de zahirî bir örneği gibidir. Şimdi, her hücreye "kendi tabiatiyle kendisi yaratıyor" demek, yoktan, sebepsiz, illetsiz bir eser tasavvur etmek olduğu için nasıl bir çelişki ve mümkünsüz ise, "bütün üretken hücrelerin yaratıcısı ve bunları bir beden olarak dokuyup vücuda getiren yapıcısı da ilk hücredir" demek de ondan daha büyük bir çelişki ve mümkünsüzlüktür. Çocuğu yaratan ve yaşatan kendisi veya anası - babasıdır zannetmek gibi açık bir cahilliktir. Şüphe yok ki bir hücreden bir menînin karışımından yüzlerle, binlerle, milyonlarla milyarlarla hücre yaratan ve bunları dokuyarak vasıfları ve şekilleri, faydaları ve tabiatları, çeşitli uzuv ve aygıttan oluşmuş mükemmel bir beden, bir hayat makinesi halinde işleten ince sanat, bunların hepsi üzerinde hâkim olan bir üstün ilâhî kudretin en mükemmel şahididir. Ve böyle olduğu Kur'ân'ın bir çok âyetlerinde de gösterilecektir. Fakat bu âyetten çıkan mesele, yalnız bundan ibaret kalmıyor. O ilk hücrenin menşeinin ne olduğu da gösteriliyor ki, bütün hayatı yaratananın kudreti, o bir hücreye ait olması gibi bir yanlış anlaşılmaya da meydan kalmasın. Bugün fenciler diyorlar ki, hayat ve canlılık böyle bir hücreye, bir tohuma dönücüdür ve Pastör deneyine göre de gerek bitkisel ve gerek hayvansal her canlı, her organizma muhakkak kendi cinsinden böyle bir tohum ile geçmiştir. Yani bir sülaledir. "Jenerasyon spontane" (kendi kendine doğum) yoktur ve olamaz. İlletsiz, sebepsiz bir hadisenin olamayacağını anlatan bu ifadeden birçokları yanlış sonuçlar çıkarmış ve yaratıcı kudreti inkâra kadar varmışlardır. Halbuki bu noktada fennin genişce tahlil edemediği ve bununla beraber kısa yoldan halleylediği ikinci bir safha vardır. Zira yeryüzünün ve yeryüzü üzerinde hayatın kadîm (ezelî) olmayıp fen ve mantık bakımından bilindiği gibi, "hücrenin bileşik ve yaratılmış ve buna göre sonradan olma" olduğu da kesin olarak bilinmektedir. Hatta organik kimyada ve ilm-i ensac (dokubilim)da hücrelerin terkipleri ve şekilleri ile ilgili bir hayli bilgi de vardır. Cansız birtakım basit maddelerden canlı bir organik hücre meydana gelmiş bulunuyor. Gerçi fen bilimleri bu maddelerin sanatla terkibinden bir hücre yapamıyor. Fakat hücrenin bileşik ve yaratılmış ve sonradan olma olduğu da her şüpheden uzak olarak biliniyor. Zaten zincirleme doğum tasavvuru da her hücrenin oluş ve sonluluğunu tasavvur etmektir. Şu halde, "hücre içinde hücre ve daha önce yeryüzünde ilk insan veya ilk hayvan veya ilk bitki hücresi nasıl ve nereden yapılmıştır?" sorusu vardır. Buna karşı beşer fenni: "Nasıl yapıldığını henüz bilmiyorum, fakat şurası muhakkaktır ki her halde yeryüzünün basit maddelerinden yapılmıştır. Bu nokta ilmen ve aklen kesindir. Zira terkiplerinde yeryüzünde bulunabilen basit maddeler görülüyor." cevabını vermekte ve bu noktada mesele kimyadan ve hayat bilgisinden "ayıklama kanunu" ile ilâhî hikmet sahasına geçmektedir. Sebepsiz, kendi kendine "sonradan olma" mânâsına "Jenerasyon spontane" doğum veya bizzat doğum hadd-i zatında çelişki olduğu için, akıl ve ilim bakımından zorunlu olarak imkansız ve aynı zamanda hücrenin sonradan olma ve yaratılmış olduğu da kesin olarak bilindiğinden, bu konuda Pastör teorisi daha çok felsefî demek olan "ayıklama" düşüncesine gerek göstermeden fenni, doğrudan doğruya yaratıcının kudretine dayandırmıştır. Çünkü ayıklamayı bahis konusu etmenin sonucu da bunu isbattan başka bir şey değildir. Yoksa "her canlı kendi cinsine mahsus bir tohumdan olur. "Jenerasyon spontane" yoktur" diyen Pastör bu sözü ile başlangıç hücrelerinin kıdem ve ezelîliğini iddia etmek gibi bir çelişkiyi benimsemek istememiştir. Pastör bilirdi ki canlı hücreler ilmî bakımdan en fazla olarak yüz derece ısıya bile tahammül edemez, yok olur. Hatta bundan dolayıdır ki deney yerine koyduğu şişelerindeki suları ve onlardaki organik maddeleri bu şekilde dezenfekte etmiştir. Şu halde jeoloji ilmine göre sonradan oluşan ve bir zamanlar binlerce derece ısı içinde bulunan yeryüzü üzerinde kadîm ve ezeli bir canlı hücrenin varlığını nasıl kabul etmiş ve düşünmüş olabilir? Şayet ettiyse böyle bir iddianın ne ilmî kıymeti olur? Şu halde ilkel hücre her halde sonradan olmuş ve yeryüzü maddelerinden oluşmuştur. Fakat kendi kendine doğum ve oluş da batıl olduğundan bunun yaratma ve var edilmesi bizzat yaratıcı Teâlâ'nın ezelî kudretine dayalı, ona delil ve şahittir. Bu konuda ilk hücrenin yeryüzüne diğer gök cisimlerinden gelip gelmediğini varsaymaya kalkışmak da sözü uzatmaktan başka bir şey değildir. Hasılı insan içinde insanın, hücre içinde hücrenin doğum ve oluşumu ile hayat özünün devam etmesi gıdalanmakla ilgili, gıdalanmanın ise yerden, çamurdan yaratılarak gelen bir tahvil ve temsil gıdası demek olduğu açıktır. Bu şekilde yere ait maddelerin beşerin yaratılışına, kısmen de olsa, bir başlangıç olduğu da açık ve yaratıcının kudretini bu tahvil ve temsil şeklindeki ayıklamadan anlayarak meseleyi kısa kesmek de mümkündür. Ancak bunun yaratıcı sebebini gıdalanma ve temsil kudretinde farzetmek, bu kudreti de sırf o insan veya o hücrenin daha önceki bir insan veya hücreden kalıtım yoluyla geçen hayatla ilgili kuvvetin eseri olarak düşünmek mümkün ve hatta alışılmış bulunduğundan bu hal içinde insanın başlangıçta çamurdan yaratılmış olması esasına henüz karışıklık ve benzerlikten uzak bir şekilde açığa kavuşmuş nazariyle bakılamaz. Ve Pastör'ün görüşünü takip edenler de bu devam eden bölüm içinde yaratıcı sebebi, ilk hücrenin sahip bulunduğu canlıya ait güçde gözetebilirler. Fakat mesele, yer üzerinde ilk oluşan hücrede mütalaa olunur. Hem de sebepsiz, illetsiz olma, kendi kendine doğma mümkünsüz olduğu ve hücrenin kadîm (evveli olmayan) ve ezelî olamayıp zorunlu olarak sonradan olmuş bulunduğu unutulmayarak mütelaa edilirse; o zaman gerek Pastörcüler ve gerek ıstıfa (ayıklama) cılar, herkes zorunlu olarak itiraf etmek zorundadırlar ki, beşerin ilkel maddesi, yer maddelerinden, yerin çamurundandır. Fakat beşer o çamurun süzülmüş, ayıklanmış bir şekil ve sûretidir. "Menîden, çamurdan". (Mûminûn, 23/ 12)

İşte Allah o yaratıcıdır ki insanları başlangıçta böyle bir çamurdan yarattı, sonra bir ecel kaza etti, takdir ve hükmedip bizzat icra mevkiine koydu, her dünyaya gelene ölümüne kadar bir ecel ile vakit tayin etti ki, her eceli yetenin ölmekte olduğu açık ve hepinizin bildiği ve gördüğü bir husustur. Bundan başka takdir ve isimlendirilmiş bir ecel, bir ecel-i müsemmâ da onun katında, onun huzurunda vardır. Ki bu da bu dünya hayatındaki güzel-çirkin bütün fiillerin ölümden sonra sorumluluk vakti, yani saat ve kıyametin eceli, yahut ölümden sonra dirilmenin eceli ki, bu henüz kaza edilmemiş, fiilî durumu gördüğümüz bir durum değil, gâibdir. Fakat takdir edilmiş ve isimlendirilmiştir. Sonra Allah'ın huzurunda muhakkak icra ve infaz edilecek. "Bir bölük cennette, bir bölük ateştedir" (Şûrâ, 42/7) durumu ebedî olarak ortaya çıkacaktır.

Yukarlarda da geçtiği üzere ecel, bir vakit veya o vaktin sonu demektir. Mesela "Şu borç, bir sene vakitle sınırlandırılmıştır" denildiği zaman bir sene bir eceldir. Sonra "eceli geldi" denildiği zaman da, "senenin sonu geldi" demek olur. Ve bu âyette her iki mânâ caizdir. Bununla beraber birincide vakit, ikincide son mânâsı daha uygundur. Şu halde insanın dünyada eceli demek, ölümüne kadar ömrünün müddeti veya onun sonu, ölüm ânı demektir. Öldüğü anda bu ecel gelmiş ve yetmiş olur. Herhangi mânâ tasavvur edilirse edilsin bu ömür, bu ecel birdir. Bir kere tahakkuk eder. Bir insan için bu ölüme kadar iki ecel tasavvuruna imkan yoktur. Ve ölüm, her ne sebeple olursa olsun, ecel yetmiş, ömür bitmiş olur. Ve artık ona, "ecelsiz öldü" demek çelişkiden başka bir şey değildir. O gün anlaşılır ki, ezelde takdir edilen ve vakti kararlaştırılan bu, bugün tahakkuk edip fiilen kaza edilen, yerine getirilen de budur. Fakat bunun kazasıyla, bu ecel yetmekle insanın , vücûdun her şeyi, her iş bitmiş olmaz. Bundan sonra da diğer bir ecel, bir son gelecektir. Bu ecel de bu müddetin sonunda ve Allah'ın huzurunda iyi ve kötü her sorumluluk son bulacak, soru ve hesap tamam olup dünya hayatının bütün defterleri kapanacak, ondan sonra ya ebedî olarak sevap veya ebedî olarak azab devresi gelecektir. Ve işte burada "takdir edilmiş ecel O'nun katındadır", bu sonuç, bu nihayettir ki, buna kıyamet, saat, ölümden sonra Allah'ın dirilteceği gün, toplanma günü, suâl günü, hesap günü, ceza günü, kıyamet günü, ayırma günü denilir. "Ve şüphesiz ahiret yurdu, işte asıl hayat odur" (Ankebût, 29/64) bu aralıktan itibaren tecelli ve tahakkuk edecektir. Ve artık buna son yoktur. Ölüm ecelinden başka bir ecel olan bu ecel-i müsemmâ (takdir olunan ecel), ecelin nihayet mânâsı itibariyle ahiret bölümünün başlangıcı olan saat ve vakit mânâsı düşüncesiyle de ölümden o saate kadar olan "berzah" müddetiyle tefsir edilir ki meâl birdir. Doğru ve mûteber tefsir, bu mânâlardır. Bununla birlikte bazı tefsirciler diğer farklı görüşler de söylemişlerdir ki, bunlardan -özellikle- bazılarını hatırlatalım:

1- Ebu Müslim demiştir ki: "Kaza olunan birinci ecel geçmişlerin, yani vefat eden şahıslar ve geçmiş ümmetlerin ecelleridir. İkinci ecel de henüz vefat etmemiş bulunanların ölüm ecelleridir ki bunu ancak Allah bilir". Buna göre bahis konusu her şahıs için ancak bir ölüm eceli demek olur ki, kelimelerinin nekre (belirsiz) getirilmelerine göre zahirin tersidir. Birinci ecel herkesin geçen ömrünün miktarı, ikinci ecel de kalan ömrünün miktarı demek de böyledir. Hatta bizce burada birinci eceli, şahısların eceli; ikinci eceli "Her bir ümmet (millet) için bir ecel vardır" (Ârâf, 7)34) âyetinin delaleti üzere milletlerin eceli; yani birisi ferdî ölüm eceli, diğeri millî ölüm eceli olmak üzere düşünmek de akla gelir. Fakat rivayet edilen önceki mânâ bunu içine alır. ikisini de içerir.

2- Bazıları da demiş ki, her insanın iki eceli vardır. Birisi tabiî eceller, ikincisi ihtirâmî (yok etmekle ilgili) eceller. Tabiî ecel şudur: Mizac, dış arızalardan korunmuş olsaydı ömrünün kalan müddeti felan zamana kadar varacaktı. Yok etmekle ilgili ecelde, boğulma, yanma, zehirli böcek sokma vesâire gibi dış etkenlerden güç bir sebep ile meydana gelendir. Fahreddin Râzî bunu İslâm filozoflarının görüşü diye nakletmiştir ki, maksat tabiblerdir. Tabibler arasında bir tabiî ömür teorisi vardır. Ve nitekim tabiblerimizin dilinde tabiî ecele, ecel-i müsemmâ (takdir edilmiş ecel); yoketmekle ilgili ecele de, ecel-i kazâ (kaza eceli) demek âdet olmuştur. Böyle bir telakki, ölüm öncesi hayatta sebeplere, sağlık bilgisine, tedaviye, dışa ait korunmalara riayetin faydalarını göstermek açısından faydalıdır. Fakat bunu iki ecel diye anlamak doğru değildir. Yani bir insanın, biri tabiî (doğal), biri yok etmekle ilgili olmak üzere iki eceli yoktur. Ya doğal veya yok etmekle ilgili bir eceli vardır. Zira fiilen vâki olacak olan ecel, bunların ancak biridir. Diğeri bir imkandan ibarettir. İmkan şekilleri çeşitli ve hatta sonsuz olabilir. Fakat vâki olan birdir. Hakikaten ömür, ecel de o vâki olandan ibarettir. Allah'ın takdir ve kaza ettiği de odur. Allah'ın bildiği şaşmaz; O mümkünü mümkün, vâkî olanı vâkî olan olarak bilir. Şu halde tabiî ve helakle ilgili ecel ayırımı; mümkün ecel, vuku bulan ecel diye bir ayırım yapmak gibidir. Dış sebeplerin helakiyle ölenin tabiî olarak ölmesi mümkün olduğu gibi, tabiî olarak ölenin de haricî sebeplerle ölmesi düşünülebilir. Fakat, o her halde bunların yalnız biriyle ölecektir. Halbuki ecel denildiği zaman mümkünü değil, vuku bulanı anlamak gerekir. Vuku bulan, vâki olmadan önce henüz imkan sahasındadır. Şu halde henüz ölmeyen bir kimsenin korunma sebeplerine uyması meşru ve hatta görevdir. Fakat vuku bulanın, vâki olmasıyla imkan sahası kapanmış, ecel tahakkuk etmiştir. Bundan dolayı o zaman da görev, vuku bulana teslim olmaktır. Sonra "tabiî ömür" sözü de soyut bir teoridir. Ölüm, her ne olsa, bir yok etme ve tahrip etme olmaktan çıkmaz. İhtiyarlama, esasen bir helak etme eseridir, yoksa tabiatın tabiat olmak üzere gereği, devamlılıktan başka bir şey değildir. Dışa ait tesir ile yok etme bahis konusu olmayınca, tabiî ömrün sonsuz olması gerekirdi. Demek ki hüküm, tabiatte değil, tabiatı yaratandadır. O halde tabiat sözü bir yanıltma ve şüpheye düşürmedir. Bu gibi sözlerle insanlar kesin bir olgu olan ölümde bile şüphelere düşer dururlar. Nitekim buyuruluyor ki: Sonra, ey kâfirler siz tutar şek ve tereddüt edersiniz ha! Yani Allah Teâlâ'nın sizi ve sizin ilk maddenize varıncaya kadar bütün asıllarınızı yaratan yaratıcı ve size takdir ve hükmettiği ecel gelinceye kadar hayatınızı veren bir hayat verici kâdir olduğu, nefsinizdeki görülen eserlerle sabit ve muhakkak. Ve böyle maddeler yaratmaya ve onlarda hayatlar icad etmeye ve sonra bu hayatı dilediği ecele kadar sürekli kılmaya gücü yeten yaratıcı Allah'ın, bu yaratma ve diriltmeyi bir daha yapmaya kudreti öncelikle belli bulunduğu halde, siz kalkar Allah'ın kudretinden şüphe eder, niteliğini kavrayıp anlayamadığınız şeylerden dolayı, Allah katında tayin ve takdir edilmiş olan bu ecel-i müsemmâda, bu sorumluluk günü hakkında şüpheler, tereddütler çıkarır, Allah'a küfürler eder, kendinizi, yahut göğe veya yere mensub yaratıkları Allah'a denk tutarsınız öyle mi?


Geri Dön


Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri