ELMALI TEFSİRİ

22-HAC:

1-2- "Kıyamet gününün sarsıntısı, büyük bir şeydir..." (Zilzâl Sûresi'nin tefsirine bkz.)

5- Ey insanlar ! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden (spermadan) sonra bir alekadan (embriodan) sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.

6- İşte bunlar gösteriyor ki, Allah şüphesiz haktır. Şüphesiz ölüleri o diriltir ve o her şeye kadirdir.

7- Kıyamet ise şüphesiz gelecek ve muhakkak ki Allah bütün kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecektir.

5- Ey İnsanlar! Eğer diriliş konusunda şüphede iseniz, ölülerin diriltilmesi meselesi hakkında şüphe ediyorsanız, etmeyin. Çünkü bu konuda şüpheye mahal yoktur. Çünkü o, gerek nefislerinizde ve gerek çevrenizde sürekli varlığının delillerini gördüğünüz bir gerçektir. Her şeyden önce nefsinize, kendi vücudunuza bakın. Şüphesiz biz sizi önce bir topraktan yarattık. (Hıcr, 15/26. âyetin tefsirine bkz.). Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan bir şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmak, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur. Sonra sizi bir nutfeden, bir meniden, daha doğrusu menideki tohumdan, "sonra bir alekadan", yani erkeğin spermasının kadının yumurtacığını aşıladıktan sonra bir kan pıhtısı şeklinde görünen bir maddeden, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnemlik bir et parçasından yarattık. Sizi o kan pıhtısından meydana gelmiş, yaratılışı kısmen belirmiş kısmen de belirmemiş bir çiğnemlik etten yarattık. ki size bunu açıklayıp bildirelim diye. Yani şüpheye düşmemeniz için, size kudretimizin varlığını gösteren delilleri açıklayıp ortaya koymak istedik.

Bir tekamül zinciri içerisinde her biri kendisine mahsus bir hayat şeklini ifade eden, her mertebesinde bir çeşit diriltme olayını içeren şu tedric kanunu içerisinde meydana gelen yaradılışın merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi düşünen bir kimse, o yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda nasıl şüphe edebilir? Yaradılışın bu merhalelerinde sonsuz kudretin varlığını gösteren delillerden başka, ayrıca Allah'ın irade ve arzusunu gösteren delillerden de gaflet edilmemelidir. Çünkü:

Bununla beraber dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Rahimlerde ki bazı yavrular zamanından önce düştüğü halde, diğer bazıları ise ezelde takdir edilmiş bir gebelik müddeti kadar orada duruyor. Demek ki yüce yaratıcı dilediğine hayat veriyor. Ve sizden kiminiz vefat ettirilir; ergenlik çağına geldikten sonra veya daha önce, yahut tam o sırada ruhu kabz olunur. Kiminiz de ömrün en rezil (hayatın en fena) dönemine kadar bırakılır. Gerisin geri kuvvetten düşürülüp kocaltılarak pek düşkün bir hale getirilir. Ta ki bir hayli ilim öğrenip bilgi sahibi olduktan sonra, yeniden hiçbir şey bilmez duruma gelsin. Ki bu şekilde insanoğlu çocukluk dönemindeki acizlik, güçsüzlük, bilgisizlik ve anlayışsızlığa doğru dönerek yapısının ilk harcı olan toprak unsuruna yaklaşmış olur. İşte enfüste (insanın kendi vucudunda) meydana gelen bütün bu değişiklikler, her dilediğini yapmaya kadir olan yüce yaratıcının, öldükten sonra insanı tekrar diriltebilecek bir güç ve iradeye sahip olduğunu gösteren apaçık delilerdir.

Âfâka (insanın dış dünyasına) gelince:

Ey insan yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün. Bu ihtar gerçi ilk bakışta yazın güneşin harareti karşısında yeryüzünün, toprağın kupkuru kesildiği durumunu gösterir. Ancak bunu bir benzetme sanatı içerisinde değerlendirmekten ziyade, bir gerçeğin tam ifadesi olarak anlamak daha uygundur. Çünkü böyle bir anlayış maksadı güzel bir şekilde göstereceği gibi, çağımızın bu konudaki bilimsel teorilerine de uygun düşecektir. Buna göre yerküresi vaktiyle yanar bir ateş kütlesi olduğundan zamanla sönmüş olan toprak, esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde iken katılaşıp tortulaşmasından ibarettir ki, hayatın son derece zıttıdır. Böyle iken üzerine suyu indirdiğimiz vakit, o yanmış olan toprak harekete geçmekte, yani atomları ve elementleri bir canlanma gücünü ortaya koyarak canlılığın en açık bir belirtisi olan bir sarsıntı ile harekete geçmekte ve koparıp gelişmekte her güzel çiftten bitkiler bitirmektedir. Bunların bu şekilde olmasının sebebi nedir?

6-7- O, yukarıda belirtilen insanın yaratılışındaki değişik merhalenin olması, toprağın harekete geçmesi ve bitki bitirmesi gibi olayların meydana gelmesinin asıl nedeni Allah'ın hak olduğunu, varlığının gerçek ve değişmez olduğunu ve ölüleri O'nun dirilteceğini ve O'nun gerçekten her şeye kâdir olduğunu ve gerçekten o saatin, sarsıntısı korkunç bir şey olan o dehşetli vakit, dünyalıların dünyasını başlarına yıkacak olan kıyametin geleceğini göstermek içindir. Bunda şüphe yoktur. Yani bu konuda hiçbir şüpheye yer yoktur. Ve şüphesiz Allah kabirlerde yatanları tekrar diriltecektir.

8-10- "İnsanlardan kimi de vardır ki Allah hakkında tartışır." Bu âyet, Nadr b. Haris ve Ebu Cehil gibi İslâm'a karşı şeytanca mücadele verenlerin ileri gelenleri hakkındadır. Yukarıda geçen bunun benzeri (22/3) âyet de böylelerin arkasına düşüp onları taklit edenler hakkındadır. "Bilgisizce" yani (Allah hakkındaki tartışmaları) herhangi kesin bir bilgiye dayanmaksızın sırf hissî ve bir zanna kapılarak yapılmaktadır.

11-13- İnsanlardan kimi de vardır ki, bir yarın kenardaymış gibi Allah'a ibadet eder; gönülden, içten gelerek değil de, bir kenardan, belli bir maksat için dindarlık eder veya dil ucu ile müslüman olur. Eğer kendisine bir iyilik gelirse yatışır, tatmin olur. Ve eğer başına bir bela gelirse yüzü üzerine dönüverir, kıçını çevirir. Bir rivayete göre bu âyetin iniş sebebi, müellefetü'l-kulûb'dan Uyeyne b. Bedr, Akra b. Habis ve Abbas b. Mirdas'ın kendi aralarında anlaşıp "Muhammed'in dinine gireriz; eğer bize bir iyilik gelirse onun hak olduğunu kabul ederiz, yoksa onun doğru olmadığına hükmederiz" şeklindeki sözleridir.

14-15- Kimki ona, yani peygamber'e Allah'ın dünya ve ahirette kesinlikle yardım etmeyeceğini zannediyorsa, hemen yukarıya bir ip uzatsın. Sonra kendini boğup nefesini keserek intihar etsin de baksın, Çünkü onu böyle bir zanna iten, onun Hz. Peygamberimize olan kin ve kıskançlığıdır, dünya ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahiret yardımı o derece kesin ve şüphesizdir ki, onu istemeyenin hakkı, kahrından kendi kendini boğmaktır. O halde Peygamberin ve dolayısıyla dinin zafere ulaşmasını istemeyen kimse, onu dünyada görmek istemediğine göre, intihar etsin de ahiretten bir baksın bu hilesi, kin beslediği şeyi kesin giderecek mi? Din galip gelmesin diye kurduğu tuzak, çevirdiği oyun, gerçekleşmesi kesin olan Allah'ın dinine olan yardımına sanki mani mi olacak? Hayır, Allah'ın peygamberine söz verdiği yardım dünyada ve ahirette şüphesiz tahakkuk edecektir.

16- Ve işte böyle, Ey Muhammed! biz her türlü şek ve şüpheden uzak bir kesinlikte, biz o, Kur'ân'ı birçok açık belgelerden ibaret olan âyetler halinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir.

17- Şüphesiz o iman edenler, Allah'ın indirdiği apaçık âyetlerine, ve bunlara iman etmenin bir gereği olarak, Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği gibi iman edilmesi gereken temel esaslara inananlar yahudi olanlar sabiîler (yıldıza tapanlar), (Maide, 5/69. âyetin tefsirine bkz. Ancak burada "Sabiîn" sözcüğünün, "Bakara sûresinde olduğu gibi, "yahudiler" ile "hıristiyanlar" sözcükleri arasında mansub olarak zikredilmiş olması, bir de mecusi ve müşriklere karşılık ayrıca kullanılması, ona burada özel bir anlam kazandırır. Bunu da gözden kaçırmamak gerekir). ve ateşe tapanlar (Allah'a) eş koşanlar, birden çok ilâh edinenler.

Görülüyor ki, bu âyette altı tane dinden söz edilmiş, ancak bunlardan yalnız birincisi iman sahibi olarak gösterilmiştir. Demek ki, geri kalan beşi küfür ehlidir. Sonra bu beşten yalnız sonuncusunda şirk açıkça belirtilmiştir. Oysa diğerlerinde de şirk yok değildir. Örneğin mecusilerin ateşe tapmaları bilinen bir gerçektir. Şu halde buradaki "şirk koşanlar" ifadesi tahsisden sonra, genelleme olarak "ve diğer müşrikler" demek olabilirse de, burada açıklanan şirkten maksat hiçbir yönüyle ne doğrudan ve ne de dolaylı bir şekilde herhangi bir tevhid iddiasının karıştırılmadığı bir şirk olması, karşıt olarak ifade ediliş tarzına daha uygundur. Çünkü hıristiyanlar, üç, birdir diye tevhid iddiasında bulundukları gibi, mecusiler ve bu cümleden olarak zerdüştiler de bir mabuda inandıklarını iddia etmektedirler. Bu suretle cümlesi, sırf sineviyyet (ikilemi) iddia eden maneviyye (Mani dinine inananlar) ile, birden çok ilâhın varlığını kabul eden putlara tapan müşrikleri göstermiş oluyor. Dolayısıyla "sabiîler" den maksat da hıristiyanlar gibi açıkça es koşmayı iddia etmeyenlerdir.

Bütün bunlar, "Kıyamet günü şüphesiz Allah, onların aralarını ayırır."

18-Ey muhatab görmedin mi?, kalb gözüyle görüp anlamadın mı veya haberin yok mu? Gerçekte Allah'a hep şunlar secde ediyor; yani emir ve iradesine boyun eğiyorlar. (Ra'd, 13/2, âyetin tefsirine bkz.) Göklerdekiler ve yerdekiler, yukarılarda ve aşağıda her kim ve her ne varsa, melekler, nefisler, canlı ve cansız her şey. Bu cümleden olarak güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve bütün canlılar ve insanlardan birçoğu, yani insanlara gelince hepsi değil, çoğuda değil, bir kısmı; karşı taraftan daha çok değilse de yine de bir yekün teşkil eden bir kısmı secde ediyor. Gerçi yüce Allah'ın etkin hükümranlığına bütün insanlar da ister istemez boyun eğer. Bu yönüyle "yerde bulunan kimseler" in genelinde onlar da vardır. Fakat serbest iradeleriyle isteyerek Allah'ın emirlerine boyun eğen ve O'na itaat secdesi eden, insanların ancak bir kısmıdır ki, müminlerdir. Bunun içindir ki, bazı tefsirciler bu itaat secdesinin anlamını ortaya koyup göstermek için işte bu "insanlardan birçoğu" kaydını atıf cümlesi kabilinden olmak üzere "insanlardan birçoğu secde eder" takdirinde olduğunu söylemişlerdir. Birçoğunun da üzerine azab hak olmuştur. Çünkü onlar Allah'ın emrine karşı küfür ve isyan ile dikbaşlılık edip itaat secdesini yerine getirmeye yanaşmamışlardır ki bunlar, şeytanlar ve şeytanlara uyan insanlardır.

19-24- Bu ikisi, insanlardan secde eden kısım ile secde etmeyen kısım, müminlerle kâfirler iki hasımdırlar ki kendilerinin Rabbi (olan Allah) hakkında tartışmaktadırlar. Rableri hakkında birbirlerine karşı dava açtıkları mahkemede duruşma halindedirler. Biraz önce söylendiği gibi yüce Allah, kıyamet gününde aralarını ayıracaktır. Gerçek olanı ortaya koyup münakaşalarını sona erdirecek ve herbirinin hakkını verecektir. Şöyle ki: Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilmiştir. Tepelerinin üstünden o kaynar su dökülecek...

İbnü Abbas'tan yapılan rivayete göre işbu den itibaren üç veya dört âyet, Medine'de nazil olmuştur. Ebu Zer (r.a) den yapılan bir rivayette de Bedir savaşı günü Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde b. el-Haris (r.anhüm) üçünün Kureyş'ten Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, bir de Utbe'nin oğlu Velid ile yaptıkları çarpışmaları hususunda inmiştir.

Genel olarak kâfir için yapılan uyarılarla, müminler için verilen müjdelerden sonra, birtakım kâfirleri korkutmak ve İslâmın beş şartından biri olan hacca teşvik etmek için buyuruluyor ki:

25- Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan ve Mescid-i Haram'dan insanları alıkoyanlar. Bu âyetin Hudeybiye senesi Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamberimiz ve ashabını Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten menettikleri zaman nazil olduğu rivayet edilmiştir. (Bakara, 2/96. âyetin tefsirine bkz.) Öyle bir mesciddenki biz onu insanlar için mukîm ve misafiri eşit olmak üzere, gerek Mekkeli ve gerek taşralı bütün insanlar için mescit kıldık. Kim orada zulümle, haksızlıkla doğru yoldan saptırmak isterse ona can yakıcı bir azab tattırırız. Bu âyetin zahirine göre Mekke'de fiile dönüşmeyen, yalnızca kötü bir niyet bile Allah katında sorumluluk gerektirir.

26- Hani bir zaman İbrahim'e, Kâbe'nin yerini hazırlamıştık. Yani Kâbe'nin yapılmasını temin etmek üzere, her şeyden önce yerini hazırlamış, gerek orada ibadet etmek ve gerek barınmak için faydalanabileceği bir sığınak yapmıştık. Şöyle diye ki bana hiçbir şeyi ortak koşma ve Beyt'in binasını yaparken bana ihlastan başka bir gaye besleme, her şeyi sırf benim rızam için ve samimi bir kulluk görevi olarak yap. Ve işte Beytullah (Allah'ın evi) adı ona bu anlamda verilmiştir ki, Allah için ibadete mahsus hane demektir. Evimi, tavaf edenler, kıyama duranlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için tertemiz et. Buradaki temizlik, hem maddî, hem de manevî anlamdadır. Böyle olunca "Şeytan işi pislik" (Mâide, 5/90) olan put ve dikili taşlardan temizlemek de bunun içindedir. Yani Kâbe'nin içini, dışını gerek gözle görülen maddî ve gerek manevî pisliklerden arındırıp pek temiz tut, dolaşanlar ve duranlar, tavaf eden ve namaz kılanlar tertemiz ibadet etsinler.

27- Ve insanlar içinde haccı ilan et. Hasan-ı Basrî gibi bazıları bu emirlerin Hz. Peygamberimiz'e hitap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü âyetteki "tertemiz" emri, buna daha uygundur. Buna göre Hz. Peygamberimiz'e ve ümmetine haccın farz oluşu bu âyetlerin inişlerinden itibaren başlamış olur. Fakat açık olan Hz. İbrahim'e olan hitabların hatırlatılmasıdır. Bu durumda Hz. Peygamberimiz ve ümmeti hakkında haccın farz kılınması söz konusu olmayıp, sadece güzel bir şey olduğuna dair teşvik ifade edebilir. Bunun için haccın farz oluşunu kesin olarak ifade eden delil "Yoluna gücü yeten her kimsenin o evi Kâbe'yi hacc etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzdır. " (Al-i İmran, 3/97) âyeti olmuştur. Sana yaya olarak ve derin derin vadilerden, uzak yollardan binekler üzerinde, arık arık develer üzerinde gelsinler.

28- Ta ki kendilerine ait birçok menfaatlere şahid olsunlar. Haccın hikmetleri olan bu menfaatler, Mâide Sûresi'nde "Rablerinden bol nimet ve rıza taleb edenler" (Mâide, 5/2), "Allah hürmetli ve Kâbe'yi, insanların faydası için ortaya koydu" (Mâide, 5/77) buyurulduğu ve İbnü Abbas'tan da rivayet olunduğu üzere hem dünya, hem de ahiretle ilgilidir. Ahiretle ilgili menfaat Allah'ın bağışlaması ve rızası gibi şeylerdir. Dünyadaki menfaatlere gelince bunlar da, Allah'ın insanlara olan nişanelerini görmekle irfan, ahlâk, ticaret ve sosyal hayatla ilgili birtakım faydalardır. Bu menfaatlere hazır olsunlar. Ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Yani diyerek Allah için kurban kessinler. "Behîmetü'l-en'am" deve, sığır, koyun, keçidir. (Mâide, 5/1 ve En'âm, 6/143-144. âyetlerin tefsirine bkz.)

Hacc âyetlerinde "sayılı günler" teşrik günleridir. (Bakara, 2/203. âyetin tefsirine bkz.) "Belirli günler" ise zilhicce ayının ilk on günü veya kurban günleridir. Çünkü zilhiccenin ilk on gününden sonra hacc vakti, arafe ve kurban bayramı olduğundan dolayı, halkın bunları bilmeye istek ve arzusu vardır. Bunun için o günler, halkın arasında malumdur. Bu sebeple İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Şâfiî bu malum, belirli günlerin zilhiccenin ilk on günü olduğunu söylemişlerdir ki, Mücahid'in, Ata'nın, Katade'nin, Hasan'ın görüşleri ve Said b. Cübeyr'in, İbnü Abbas'tan rivayetidir. Buna göre şu "belirli günler"in kurbana zarf olması, kurban bayramı günü olan onuncu gün itibariyle demektir. Oysa kurban, bayramın yalnız birinci günü değil, ikinci ve üçüncü günleri de kesilebildiğinden bu üç gün "kurban günleri" olarak bilinir. Şu halde kurbanların kesim günleri olan "belirli günler" i kurban günleri olarak tefsir etmek lazım gelir. Bunun için İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed "belirli günler"den maksadın "kurban günleri" olduğunu söylemişlerdir ki, tercih edilen görüş de budur. "Ondan yiyiniz." Görülüyor ki, burada gıyabdan (üçüncü şahıstan) hitaba (ikinci şahısa) iltifat sanatı vardır ki, bununla hitap peygamber ve ümmetine çevrilmiştir. Şüphe yok ki, Hz. İbrahim zamanında kesilen kurbanlardan Hz. Muhammed'in ümmetinin yemesi ve yedirmesi düşünülemez. Şu halde buradaki "fâ"nın, bir icaz-ı hazif (mânâya zararı olmaksızın lafzî veya aklî bir karinenin delaletiyle cümleyi tamamlayanlardan bazılarının cümleden atıldığını) ifade eden "fâ"nın, fasîha (açıklama cümlesinin başında gelen "fâ") olduğu anlaşılır. Buna göre mânâ şöyle olur: Şimdi ey Muhammed ve ümmeti! Siz de o günlerde kurbanlarınız üzerine Allah'ın adını anın, onlardan yiyin ve muhtaç olan yoksula da yedirin. Yeme emri, mübahlık, yedirme emri ise vaciblik ifade eder. Yani kurban bayramı kurbanından sahibinin yemesi caizdir. Bir miktarını fakirlere vermesi ise vacibdir. Mendûp olan, kurbanın üçte birini kendisi ile ailesi, üçte birini dostlar, üçte birini de yoksul olanlar için ayırmaktır. Ancak aşağıda söz konusu yapılacak olan adak kurbanlarından sahibinin yemesi caiz olmaz.

29- Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra tırnaklarını kesmek, bıyığını ve sakalını düzeltmek, koltuklarını yolmak, başını ve kasığını tıraş etmek gibi temizlenmekle ilgili ihtiyaçlarını yerine getirsinler. Ve adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk'i, yani Kâbe'yi tekrar tekrar dolaşıp tavaf etsinler. Bir tavaf yedi şavf, bir şavf bir dolaşımdır. Yedi şavfın dördü farz, üçü vacibdir. Tefsircilerin çoğu demişlerdir ki, buradaki tavaftan kastedilen, haccın rükünlerinden olan ifaza tavafı, diğer adıyla ziyaret tavafıdır ki, hac ile ilgili yasakların kalkmasının tamamı bununladır. Bu tavaf yapılmadan ihramdan çıkılmaz. Kirlerin giderilmesi konusu da bununla olur. "Vâv" tertibe delalet etmediği için bunun, kirlerin giderilmesinden sonra yapılması gerekmez. Fakat bunların bir sıralamaya göre söz konusu edilmiş olmaları, bu tavafın kirlerin giderilmesinden sonra olması, ilk akla geldiği ve ziyaret tavafı, ihram ve vakfe gibi hac anlamının içinde bulunduğu için, bazıları bunun Sader denilen veda tavafı olduğunu söylemişlerdir ki, o âfâkî (Mekke'nin dışından gelen) için vaciptir. Bunun tam karşıtı ise kudûm tavafıdır ki, ilk vardığı vakit yapılır. Bu üç tavaftan başka her zaman arzu edildiği kadar nafile tavaflar yapılabilir.

Kâbe'ye Beyt-i Atîk denilmesinin sebebine gelince: Bunda bir kaç mânâ vardır:

1- Atîk dilimizde de meşhur olduğu gibi kadim mânâsına gelir, önceki zamandan kalma demektir. Gerçi biz bazen bu anlamda "eski" tâbirini de kullanırız, fakat eski daha çok "Halak" yani köhne ve harab anlamını ifade eder. Oysa Atîk ve kadîm köhne demek değildir. Antika demektir. "Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev (mabed) Mekke'de âlemlere mübarek olan (Kâbe)dir." (Al-i İmran, 3/96) âyetinin ifadesince Kâbe'ye yeryüzünde mevcut olan mabedlerin ilki olması itibariyle "atîk" adı verilmiştir. Bu görüş Hasan-ı Basrî ye aittir.

2- Atîk, İsrâ Sûresi'nin son kısmında (17/111. âyetin tefsirinde) belirtildiği üzere, "ıtak" gibi yepyeni ve değerli olma anlamına gelir ki, birinci görüşteki ifade edilen mânânın gereğidir.

Bu anlamda Beyt-i Atîk, şerefli ve saygı değer ev demektir. Nitekim ona Beytü'l-Haram (hürmetli ev) da denilir. Bu görüş Sâid b. Cübeyr'den nakledilmiştir.

3- Atîk, özgür ve hür olmak anlamına gelir. Hürmetli Kâbe de zalim despotların sataşmalarından kurtulduğu için ona bu isim verilmiştir. Bu mânâ bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz'den de rivayet edilmiştir. Buyurmuş ki: "Yani yüce Allah Kâbe'ye "el-Atîk" adını verdi. Çünkü onu despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba ona galebe edemedi." Bu hadisi, Buharî, tarihinde; İbnü Cerir, Taberânî ve daha başkaları, İbnü Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Tirmizî, "hasendir" demiş, Hakim ise "salih" demiştir. İbnü Ebî Necih ile Katâde de bu anlamda tefsir etmişlerdir. Gerçekten bir zamanlar "Tübba'" (Yemen hükümdarı) Kâbe'yi yıkmak istemiş, felç olmuş ve bu işten vazgeçmesi için yapılan tavsiyelere uyunca da iyileşmişti. Bunun üzerine Kâbe'ye olan saygısını göstermek için ona bir örtü yaptırmıştı ki, ilk Kâbe örtüsüdür. Sonraları Ebrehe de fil vakası ile perişan olmuştu. Gerçi Haccac yıktı, fakat onun maksadı Kâbe'yi yıkmak değil, İbnü Zübeyr'i çıkarmaktı, sonra tekrar yaptı. Karmatîler'in Hacer-i Esved'i bir kaç sene alıp götürmüş olmaları da bu kabilden olsa gerektir. Ahir zamanda Habeş tarafından yıkılıp taşlarının denize atılacağına dâir rivayet edilen bir hadisin içeriği ise, sahih olduğuna göre kıyamet alâmetlerindendir.

Mücahid, kimsenin mülkü olmadığından dolayı, hurrü'l-asıl (temelden özgür) anlamını ifade etmesi için, kendisine "Atîk" adının verildiğini söylemiştir. Bazılarıda Atîk, Mu'tik (özgürlüğe kavuşturan) anlamındadır demişler ki, hacc edenler boyunlarını günahlardan kurtarırlar demektir. Şimdi bu açıklamalardan anlaşılan şudur ki, "Beyt-i Atîk" ünvanının, bütün bu mânâları içine alacak şekilde bir tercemesinin yapılmasının mümkün olamayacağına göre, onun olduğu gibi korunması gerekir.

30- İşte öyle, emir böyle ve böyle yapılması gerekir. Her kim Allah'ın hürmetlerine saygı gösterirse, yani Allah'ın hükümlerine, emirlerine, yasaklarına, Beyt-i Haram, Mescid-i Haram, Beled-i Haram (Mekke) Meş'ar-i Haram (Müzdelife Mescidi), Şehr-i Haram (Haram aylar) ve saire gibi muhterem kıldığı şeylere riayet etmenin vacip olduğunu bilerek ve gereği gibi amel ederek saygı gösterirse, Rabbinin katında o, onun için hayırdır. Ahirette onlara gösterdiği saygının mükafatını görür.

Size en'âm (koyun, keçi, sığır, deve) hep helal kılındı. Haramlıkları yoktur. Mâide Sûresi'nde (5/103) belirtildiği gibi, Bahîre (kulağı yarılıp salıverilen deve) Sâibe (putlara adak yapılan deve), Vasiyle (erkek dişi ikizler doğuran deve) Hâm (sırtı yükten muaf tutulan erkek deve) yok, sekiz eşlerin hepsi helaldir. Ancak size okunan şey müstesna ki, bu da Mâide Sûresi'nin başında (5/3) açıklandığı üzere, leş, kan ve "Allah'dan başkası adına boğazlanan" dır. O halde pis putlardan sakının Leş gibi gözle görülür maddî pisliklerden sakındığınız gibi, putları dikmek gibi manevî pisliklerden de sakının. Hayvanları, Allah'ın adını anarak kesin. Allah'tan başkasının adına kesip de onları pis etmeyin. Kâbe'yi de putlardan temizleyin. Yalan sözden de çekinin. Yalan söylemediğiniz gibi ona itibar edip kıymet de vermeyiniz, yalan dolandan uzak olunuz. Şunu iyi bilin ki putlara tapmak da yalancı şahitlik gibi bir yalancılıktır, hatta yalancılığın da başıdır. Bir de Allah'ın haram kılmadığı şeylere haram demekten, Bahîre, Sâibe, Vasiyle, ham haramdır demek gibi yalan sözlerden ve akîdelerden sakının. Böyle pisliklerden son derece çekinmek gerekir.

31- Şöyle ki: Allah için her dinden çekilip samimi olarak gerçek tevhide sarılmış bir cemaat olarak, O'na hiçbir şekilde ortak koşmayarak. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten düşüp kuşların kaptığı veya rüzgarın uzak bir yere (bir uçuruma) sürüklediği bir şeye benzer.Şirk böyle helak edicidir. İnsanın kalbini didik didik didikler, uçurumlara sürükler.

32- Bu böyledir kim Allah'ın nişânelerine, hürmetli kıldığı alâmetlere saygı gösterirse, şüphesiz o saygı duyma, kalblerin takvasındandır; gönülleri (kötülükten) himaye edip koruyan sebeplerdendir. O halde Allah'ın nişanelerinden olan haccın o büyük kurbanlarına karşı saygı göstermeli, hürmetle bakmalı ve onları ancak Allah'ın adını anarak kurban etmelidir.

33- Sizin için onlarda, o nişanelerde belli bir süreye kadar birtakım menfaatler vardır. Sağımından, dölünden, tüyünden, hizmetinden vesairesinden belli bir zamana kadar birçok istifadeler edilir. Sonra bunlar ecellerinin yeri olan Beyt-i Atîk Kâbe'de son bulurlar;

"Mina" da kurban olurlar ki, bu da ahiretle ilgili faydalarıdır. Şu halde böyle mübarek şeylere saygı gösterilmez mi? Bunlar yaratıcıları olan Allah'tan başkası adına nasıl kesilir? Başkaları bunların bir kılını bile yaratabilir mi? Burada "Beyt-i Atîk" sözcüğüyle âyetin sonlandırılması, Kâbe'nin şirk koşanlardan kurtarılması ve putlardan arındırılması ile ilgili hususun gereğini pekiştirmek içindir.

34-Bunların Beyt-i Atîk'a kadar varmalarının hikmetine gelince; biz her ümmet için bir ibadet ve kurban yeri yaptık ki kendilerine rızık olarak verdiği dört ayaklı davarları keserken Allah'ın adını ansınlar. İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Her ümmet için bir ibadet ve kurban yeri yaptığı gibi, sizin için de yapmıştır. O halde yalnız O'na, o bir tek olan ilâha teslim olup, samimi olarak ibadet ediniz. Zikrinizi, kurbanınızı şirk ile lekelendirmeyiniz. Ey Muhammed! Bir de o alçak gönüllüleri müjdele

35- ki Allah anılınca kalbleri titrer. Yüce Allah'ın büyüklüğünün o anda gönüllerinde parladığını hissederler. Başlarına gelen müsibetlere karşı da sabırlıdırlar. Namaza devamlıdırlar. Ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan bir kısmını (hayır için) harcarlar. Zekat, sadaka verirler. Kurban keser, ikram ederler.

36- Bedeneleri de, yani hayvanların iri gövdeleri olan ve hacda kurban olarak kesilenleri ki, develerdir. "Kurban olarak bir deve yedi kişi, bir sığır da yedi kişi, için yeterlidir." hadis-i şerifi gereğince sığırın da deve gibi yedi kişi adına kurban edilmesi caiz olduğuna göre, şer'an sığırlar da bedene türünden sayılır. Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Allah'ın size verdiği dinin alâmetlerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Yukarıda belirtildiği gibi din ve dünya hayatınız için faydalar vardır. O halde onların ön ayaklarından biri bağlı olduğu halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Allah'ın adını anarak kurban edin. Bu kesim şekline göre kurban deveye mahsustur. Deve ayakta iken ön ayaklarından biri bağlanıp gerdanından boğazlanır ki, buna nahır adı verilir. Bununla beraber çene altından kesilmesi de caizdir. Sığır ile keçi ve koyun ise yatırılıp üç ayağı bağlanarak boğazlanır. Buna da zebih denilir. Nahır veya zebihte Allah'ın adının anılması demektir ki, "Allah'ın adıyla, Allah en büyüktür, Allah'ım! (bunlar) senden ve sanadır." mânâsına gelir.

Yan üstü düşüp canları çıktığı zaman artık onlardan yiyiniz. Yani her şeylerini değil, yenilmesi caiz olan kısımlarından yiyiniz. Kanaatkâr olup dilenmeyene de, dilenene de verin. İşte böylece biz onları sizin buyruğunuza verdik. O koca hayvanları böyle boyun eğdirdik. Bu, her istediğinizi yaparsınız diye değil, şükredesiniz diyedir. Bir o hayvanların büyüklüğüne, bir de insanın küçüklüğüne bakmalı ve maddenin mânâ karşısında nasıl aciz ve güçsüz kaldığını görmeli ve yüce Allah'ın insana verdiği nimet ve gücün kadrini bilmeli, Allah'a şükretmelidir.

Muhyiddin Arabî hazretleri demiştir ki: "Minâ kurbanların kesim yeri kılınmıştır. Kesimler orada yapılır. Minâ "Ümmiyye"den türemiştir ki arzulara kavuşmak anlamındadır. Çünkü meşru olan arzularına kavuşan kimse, gayesine ermiş demektir. Kurbanların kesilmesinde, insan vucudunun beslenmesi için, hayvanların bedenini idare eden ruhlarının görevden azledilmesi söz konusu olur ki, birbirinden ayrılırken ruhları yine onlara nezaret eder. O cesetleri deve, sığır olarak idare ettikten sonra bu defa insana ait olmak üzere yönetir. Bu öyle ince bir meseledir ki, Allah'ın, basîret (zeka ve anlayış) lerini aydınlattığı, Allah dostlarından başkası onu kavrayamaz."

37-Buna nasıl şükretmeli? Onların ne etleri ne kanları Allah'a erişmez, o rızasına kavuşamaz. Fakat sizden Allah'a ancak takva ulaşır. Sizin manevî yönünüzden gelen gönüllerinizi, Allah'ın emrini tutup ona karşı saygılı olmaya ve sizi ihlas ile Allah'a yaklaşmaya davet eden, takvanızdır ki Allah katında makbul olup hoşnutluğunu kazanır.

İşte onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir ki size verdiği hidayet ve gösterdiği doğru yoldan dolayı Allah'ı tekbir edip, büyükleyesiniz. Onları buyruk altına almanın yolunu öğretip sebeplerini bahşeden ve kendisine yaklaşmanın nasıl olacağını gösteren Allah'ın nimetinin büyüklüğünü ve kudretinin yüceliğini tanıyıp, ululuğunu ve birliğini hem kalb, hem söz, hem de davranışlarınızla, tekbir ile ilan edesiniz. Ey Muhammed! Bir de ihsan ve iyilik yapanları müjdele. Çünkü:

38- Şüphesiz ki Allah iman edenleri savunur. Müminlerden kâfirlerin hücumlarını def'eder. Şu halde yukarıda belirtildiği üzere Allah yolundan ve hacdan menetmeye kalkışan ve menedecek olan kâfirlere karşı savunmaya güzel bir şekilde hazırlansınlar. Şüphesiz Allah hâin ve nankörlerin hiçbirini sevmez; emanetlerine hiyanet, nimetlerine karşı ise nankörlük edenlerin hiçbirini sevmediği gibi, onların meydana getirdiği toplumu da müdafaa etmez, aksine onların bertaraf edilmelerine müsaade eder. Onun için:

39- Kendilerine savaş açılan kimselere izin verildi. Haîn kâfirler tarafından kendilerine savaş açılan müminlerin onlara karşı savaşmalarına izin verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Müşrikler. Hz. Peygamberimiz ve ashabına eziyet ediyorlardı, sahabeler ise kimi dayak yemiş, kimi yaralanmış bir halde gelip Hz. Peygamberimize başlarına gelen bu haksızlıkları şikayet ediyorlardı, Efendimiz: "Sabrediniz, çünkü henüz savaş ile emrolunmadım" buyururdu. Nihayet hicret ettikten sonra bu âyet nazil oldu ki, savaş hakkında ilk inen âyettir. (Bakara, 2/190. âyetin tefsirine bkz.) Şüphesiz Allah onlara, o müminlere yardım etmeye, onları zafere ulaştırmaya elbette kâdir, çok kâfidir. Dolayısıyla çok olan kâfirlere karşı, şu azıcık olan müminler nasıl savaşabilirler gibi bir şüpheye düşmemelidir.

40- O mazlumlar ki, "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile def'etmeseydi; azgın zalimleri, bozguncuları, kâfirleri âdillerle, salihlerle, müminlerle defetmiş olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescidler yıkılırdı. Nitekim o zalimlerin defedilmediği yerlerde dinsizlik görülmektedir.

SAVMAA: Tepesi sivri ve yüksek olan bina demektir ki, İslâmiyet'ten önce hıristiyan rahiplerinin manastırlarının ve sâbie (yıldızlara tapanlar) sofularının zaviyelerinin adı olmuştu. Sonra Müslümanların ezan yerleri olan minareler içinde kullanılmaya başlandı. Ancak âyette kastedilen hıristiyanların manastırları veya sâbienin zaviyeleridir,

BÎ'A: Hıristiyanların ibadet yeri olan kilise demektir.

SALÂT: Bu kelime İbrânice Saluta'dan gelen ve sonradan Arapçalaşan bir sözcüktür ki, yahudilerin namaz yeri, yani havra demektir. Görülüyor ki, mescidler, "Allah'ın adının çok anıldığı yer" olarak nitelendirilmiştir ki, bunda iki nükte vardır. Birincisi, İslâm'ın emrettiği ibadetlerden asıl maksadın Allah'ın adının çokça anılması olduğunu vurgulamak, ikincisi de diğerlerinin var olmalarının, asıl sebebi olan Allah'ın anıldığı yer olmaktan çıkıp başka maksatlar için kullanıldığına işarettir.

Özetle Allah, dindar olanları, haddi aşan azgınları defetmeye göndermeyip; inananlara savaşma hak ve salahiyetini vermeseydi manastırlar, zaviyeler, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescidlerin hepsi yıkılırdı.

Dinsizlerin saldırıları karşısında bunlardan hiçbiri ayakta kalamazdı. Bakara Sûresi'nde (2/251) geçtiği üzere bütün yeryüzünün düzeni bozulurdu. Bütün bunların yıkılmaktan kurtulmaları ve korunmaları ancak onları savunmakla mümkündür. O halde bütün bunları himaye etmeyi hedefleyen İslâm'ın savunma hakkının bütün hakların başında geldiği muhakkaktır. Şüphesiz Allah kendi dinine yardım edene yardım edecektir. Çünkü dinin ihtiyarî olan fiillerle alakası olduğuna göre, o konuda arzu edilen gayenin gerçekleşebilmesi için, Allah'ın iradesi kulun cüzî iradesine bağlı olduğundan, kulların cüzî iradelerini kullanarak bir çaba sarfetmeleri, Allah'ın iradesinin işlemesine vesile olması itibariyle bir yardım gibidir. Onun için müminlere savunmayı söz veren yüce Allah, yardımının kesin olarak gerçekleşmesini onların yardım ve çalışmalarına bağlamıştır. Yoksa Allah şüphesiz çok güçlüdür, herşeye galiptir, yardıma ihtiyacı yoktur. Yardım ettiği kimseler de her zaman üstün olup hiçbir zaman mağlup olmazlar.

41- Onlar, o müminlerdir ki eğer kendilerini yeryüzüne yerleştirirsek; iktidar mevkiine getirip devlet idaresini ellerine verirsek namazı kılarlar ve zekatı verirler iyiliği emrederler ve fenalığı yasak ederler. Meşru güzel şeyleri emreder, gayrı meşru, çirkin ve dinen reddedilmiş şeylerden sakındırırlar, İktidar mevkiine geçince ahlâklarını bozmaz, dinden, adaletten sapmaz birer idareci olurlar. Doğrusu Hulefâ-i Raşidîn böyle olmuşlardı. Şu da bilinmelidir ki "İşlerin sonucu Allah'a aittir"

42- (Ey Muhammed!) Eğer seni (müşrikler) yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve Semûd (kavimleri de kendi peygamberlerini) yalancı saydılar.

43- İbrahim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberlerini) yalancı saydılar.

44- (Şuayb'ın kavmi olan) Medyen halkı da (Şûayb'ı) yalanladı. Musa da (Firavun tarafından) yalanlandı. Ben de o kâfirlere bir süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler.

45- Nice memleketler vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları yok ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. (Geride) Nice terkedilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar (bırakılmıştır.)

46- Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.

47- Bir de senden acele azab istiyorlar. Elbette Allah sözünden caymaz. Bununla beraber Rabbinin katında birgün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir.

48- Zulmedip dururlarken kendilerine mühlet verdiğim nice memleket halkı vardı ki, sonunda onları yakalayıvermiştim. Dönüş ancak banadır.

49- (Habîbim!) De ki: "Ey insanlar! Ben size ancak apaçık anlatan bir uyarıcıyım."

50- İşte iman edip salih amel işleyenler için hem bir mağfiret, hem de (cennette) tükenmez bir rızık vardır.

51- Âyetlerimizi tartışarak bozmaya uğraşanlara gelince, işte onlar cehennemliktirler. 49-51-Böyle de ve temennilere uyma. Çünkü:

52- Senden önce ne bir Resulü, ne de bir Nebîyi başka bir halde göndermedik. Bu âyet Resul ile Nebî'nin anlamlarında farklılık bulunduğunu bildirmektedir. Nebî'nin, Resulden daha genel olduğunu ifade eden bazı hadisler de nakledilmektedir. Şeriat örfünde meşhur olduğuna göre Resul, kendine vahy olunan ve aldığı vahyi başkasına tebliğ etmekle de yükümlü bulunan kimsedir. Nebî ise tebliğe memur olsun olmasın, kendisine vahyedilen kimsedir. O halde her Resul Nebî'dir, fakat her Nebî Resul değildir. Ancak bilindiği gibi umum ifade eden, hususiyet ifade edene (âmm, hâssa) karşılık olarak kullanıldığı zaman o hâssın ötesine yorumlanır. Burada Nebî, Resule karşılık olarak kullanıldığı için Resul olmayan, yani tebliğ vazifesiyle emrolunmayan peygamberin kastedilmiş olması gerekir. Oysa âyetin başındaki "İrsâl" fiili ikisine de bağlantılıdır. Tebliğe memur edilmeyenin ise irsal edilmiş olması hemen anlaşılır bir ifade değildir. Bunun için denilmiştir ki: Resul, yüce Allah'ın insanları hakka davet etmek üzere, yeni bir şeriatle gönderdiği hür erkektir. Nebî ise hem bunu, hem de geçmiş bir şerîati bildirmek için gönderilen peygamberi içine alır. Nitekim İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin hepsi de Musa'nın şeriatını anlatmak için gönderilmişlerdir. Fakat buna da şöyle bir itiraz geliyor: İsmail (a.s) hakkında "Ve kavmine gönderilmiş bir Resul, bir Nebî (bir peygamber) idi" (Meryem, 19/54) buyurulmuştur. O halde hem Nebî, hem Resuldur. Halbuki o yeni bir şeriatle değil, Hz. İbrahim'in şeriatiyle gönderilmiştir. Buna cevap olarak da gönderildiği insanlara nisbetle yeni bir şeriat olması yeterlidir deniliyor. Ayrıca Resul, mucizesi ve kendisine indirilen bir kitabı olan, Nebî ise kitabı olmayandır diye tarif edilmişse de İsmail (a.s) ile itiraz bu tanım için çok daha geçerlidir. O halde en doğrusu önceki tanımdır. fiilinin bağlantısına gelince, bunu "ona kılıç ve mızrak kuşandırdım" kabilinden olarak şeklinde anlamak gerekir. Yani: "Senden önce, başka şekilde hiç bir Resul göndermedik ve hiç bir Nebîye haber vermedik".

Ancak şu şekilde ki o bir şey temenni edip arzuladığı zaman, temennînin asıl anlamı, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış olan bu tabloya "ümmiyye" veya "münye" denilir ki, Fransızca "ideal" diye tabir edilir. Son zamanlarda bu kelime felsefede hayli önem kazanmış ve idealizm adı ile bir felsefe ekolünün oluşmasına kaynak görevini yapmış ve sanki uydurma olduğunun belli olması için dilimize terceme edilirken "mefkûre" kelimesi uydurulmuş ve hertarafa yayılmış. Şu halde temenni bir ümmiyye beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler bütün gerçeklerin aslının "benlik" de olduğunu varsaydıkları için, nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealci (idealist) kabul ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler. Fakat Kur'ân özellikle bu âyetle anlatıyor ki, peygamberlik bir arzu bir temenni işi değildir. "O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor; Kur'ân sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur" (Necm, 53/3-4) âyetiyle anlatılan peygambere temenni yakışmaz, çünkü vahiy tamamen hakkın emridir. Ümniyye'ye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile, insanlık gereği temennide bulunduğu vakit Şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırır. Ümniyye (temenni) ise, heves ve hayal ile isabetsizlikten kurtulamaz. Demek ki peygamberlerin ismeti (masum olmaları) kesinlik ifade eden vahiy yönüyledir, yoksa ictihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması mümkündür. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheleri giderir. Sonra da Allah âyetlerini tahkîm eder, muhkemleştirir. Hiçbir şekilde red edilmesi söz konusu olmayacak, hata ihtimali bulunmayacak bir tarzda kuvvetleştirir. Burada zamanda değil, rütbede terâhî (sonraya bırakmak) içindir. Çünkü bir gerçeğin güçlendirilip muhkemleştirilmesi, şüpheleri gidermekten sonra gelen daha üstün bir mertebe, daha yukarı bir basamaktır. Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir.

53-Her şeyi hakkıyla bilen o olduğu gibi, şeytanın karıştırdığını da bilir. Yine her yaptığını hikmetle yaptığı gibi peygamberler de bile temenniyi şeytanın karıştırmasıyla bağlantılı kılması, sonra o şüpheleri giderip âyetlerini muhkemleştirmesi de hikmetledir. Şöyleki: Bunlar Şeytanın karıştırdığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunanlarla kalpleri kaskatı kesilmiş bulunanlara bir mihnet ve bir azab vesilesi yapmak içindir. Çünkü bunlar hep kuruntulara kapılır ve temenniler peşinde dolaşırlar . Gerçekten o zalimler haktan uzak, derin bir ayrılık içindedir." Araları o kadar açıktır ki, birleşip uzlaşmayı kabul etmez. Her biri başka bir kuruntu ile haktan uzaklaşmış şiddetli bir düşmanlık ve tam bir ayrılık içindedirler.

54- Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar şunu iyi bilsinler ki o Rabbinden gelen bir gerçektir. Kur'ân veya o şeytanın karıştırdığı şeyi giderip, âyetleri tahkîm etmek Rabbin tarafından indirilmiştir. Yani Peygamber bir arzu ve temenniyi takip ettiği zaman şeytanın bir şeyler karıştırmasına imkan verilmeseydi veya o karıştırılan şey giderilip da Allah'ın âyetleri muhkemleştirilmeseydi, vahiy ile temenni'nin farkı olmazdı. O vakit ilim sahipleri de Kur'ân'ın ve dolayısıyla da peygamberliğin Allah tarafından gelen bir gerçek olduğunu bilemezlerdi. Fakat Allah'ın hikmetiyle öyle yapıldı, Ta ki ilim sahipleri bilsinler de ona, o Kur'ân'a veya âyetleri tahkim işine iman etsinler Böylece kalpleri ona bağlanıp saygı duysun ve şüphesiz Allah iman edenleri doğru yola eriştirir. Bu âyetlerin inişi Garanık uydurması ile ilgili olduğuna dair bir söz vardır. (Onun için Necm, 53/19-24: âyetlerin tefsirine bkz.)

55- "İnkâr edenler, kendilerine ansızın kıyamet gelinceye veya akîm (kısır) bir günün azabı gelinceye kadar Kur'ân'dan şüphe etmekte devam edip giderler."

 56- O gün hükümranlık yalnız Allah'ındır, O aralarında hükmünü verir. Artık iman edip yararlı iş işleyenler nimet cennetlerindedirler.

57- İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise, işte bunlar için hakîr düşüren bir azab vardır.

58- Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, elbette Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.

59- Allah onları hoşnud olacakları bir yere (cennete) elbette koyacaktır. Şüphesiz Allah Alîmdir (herşeyi bilir) Halîmdir, (Kullarına yumuşak davranır.)

60- Bu böyledir, kim kendisine yapılan cezaya aynı ile karşılık verir de, sonra yine kendisine zulüm yapılırsa, muhakkak ki, Allah ona yardım eder. Allah şüphesiz çok af edicidir, çok bağışlayıcıdır.

61- Çünkü Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Şüphesiz Allah, Semîdir (herşeyi işitir) Basîrdir (herşeyi görür).

62- (Bu sonsuz güç şundandır) Çünkü Allah, varlığı kendinden olan Hak'tır. Müşriklerin O'nu bırakıp da tapındıkları putlar ise hep bâtıldır. Şüphesiz Allah, yücedir, büyüktür.

63- Görmedin mi Allah'ın gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yemyeşil oluyor? Gerçekten Allah çok lütufkârdır, her şeyden haberdardır.

64- Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur. Doğrusu Allah müstağnîdir, övülmeğe layıktır.

65- Görmedin mi ki, Allah bütün yerdekileri ve emriyle denizlerde akıp giden gemileri hep sizin buyruğunuz altına verdi. Göğü de izni olmaksızın yere düşmekten o (koruyup havada) tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

66- Size (ilk defa) hayat veren, sonra öldürecek olan, sonra da yeniden diriltecek olan O'dur. İnsan gerçekten pek nankördür.

67- Biz her ümmet için bir şeriat tayin ettik ki, onlar onunla amel ederler. Bunun için (ey Muhammed!) bu konuda seninle hiçbir zaman çekişmesinler. (İnsanları) Rabbine (ibadet etmeye) çağır. Şüphesiz sen gerçekten hidayete götüren doğru bir yol üzerindesin.

68- Eğer seninle tartışırlarsa, de ki: "Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir."

69- Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında kıyamet günü Allah aranızda hükmünü verecektir.

70- Bilmez misin ki, Allah, gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Şüphesiz bunlar bir kitabtadır. Hiç şüphe yok ki bunlar Allah'a pek kolaydır.

71- Onlar Allah'ı bırakıp da O'nun, haklarında hiçbir delil indirmediği ve kendilerinde de bir bilgi bulunmayan şeylere taparlar. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.

72- Âyetlerimiz kendilerine apaçık olarak okunduğu zaman, o kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse, kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. De ki: "Şimdi size ondan daha kötü olanını haber vereyim mi? O, ateştir. Allah bunu kâfir olanlara vaad buyurdu. O ne kötü bir dönüş yeridir."

73- Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır.

Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âcizdir.

74- Allah'ın büyüklüğünü gereği gibi değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür.

75- Allah hem meleklerden, hem de insanlardan elçiler seçer. Şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.

76- O geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Bütün işler Allah'a döndürülür.

77- "Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye varın." Yani rükû edip, secdelere vararak namaz kılınız. Rivayet edildiğine göre İslâm'ın başlangıcında, bu âyet ininceye kadar, namazda bazan rükûa varırlar, bazan da secde ederlerdi. Bu âyetle her ikisinin de bir arada, aynı namazda yapılmaları emredilmiştir. Şu halde buradaki secde tilâvet secdesi değil, namazın rükunlerinden olan secdedir. Fakat İmam Şâfii hazretleri bu âyette de tilâvet secdesinin gerekli olduğunu söylemiştir. Rabbinize ibadet ediniz, yani rükû ve secdelerinizi Rabbinize ibadet maksat ve niyetiyle yapınız. Bir de yalnız namaz kılmakla vazifenizin bittiğini sanmayınız. Aksine emrolunan diğer ibadetleri de yapınız. Yaptığınız ibadetleri başkası için değil, sırf Rabbiniz olan Allah için yapınız. Ve hayır işleyiniz; namaz ve diğer ibadetlerden başka bir de her işinizde hayır ve sevap getiren şeyleri araştırıp, nafile ibadetler, yakın akrabayı gözetmek, güzel ahlâk insanlara yararlı olmak ve Allah'ın yaratıklarına şefkat gibi gücünüzün yetebildiği iyiliği yapınız ki kurtuluş ümit edebilesiniz. Yani bunları yapmakla amellerinize güvenerek kurtuluşunuzun kesin olduğuna hükmetmeksizin ümit besleyebilirsiniz. Çünkü kurtuluş aslında Allah'ın bir lütfudur. Fakat "Kul, yaptığı nafile ibadetlerle sürekli bana yaklaşır." kudsî hadisinin ifade ettiği anlamı gereğince Allah'a yaklaşmak yalnız farz olan ibadetlerle değil, onlara eklenen nafile ibadetlerle olur. "Hayır işleyin" emri de özellikle bu mânâyı bildirmektedir.

78-Ve özellikle Allah uğrunda gerektiği gibi hakkıyla cihad ediniz.

Cihad: Düşmana karşı savunmada bütün gücünü harcamaktır ki, üç kısımdır: Birincisi, açıkça kendini belli etmiş düşman ile yapılan cihad. İkincisi, şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü de nefis ile yapılan cihaddır. Bazıları buradaki cihaddan maksat ilk şıktakidir demişler, bazıları da hevâ ve nefisle yapılan cihad olduğunu söylemişlerdir. Fakat en doğru olan üç kısmın üçünü de içine almış olmasıdır. Bu kapsam, hakikat ile mecazın bir araya getirilmesi kabilinden değil, cihad kavramının kendi kapsamının bir gereğidir. Şüphesiz mücahede tabiri mukatele (savaşmak) tabirinden daha geneldir. Nitekim rivayet olunur ki, Hz. Hasan bu âyeti okumuş ve demiştir ki: Adam, Allah uğrunda cihad eder, oysa düşmana bir tek kılıç bile vurmamıştır. Sonra Allah uğrunda cihad etmenin hakkı da onun hak ve ihlasa uygun olması, haksızlıktan, kötü gaye ve maksatlardan uzak olması, mümkün olduğu kadar gevşeklik ve tembellikten arınmış olmasıdır.

O sizi seçti, yani ey Muhammed ümmeti, düşmanlarına karşı cihad için sizi Allah kendisi seçti. Din işinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Size emrettiği dindeki mükellefiyetlerinizi rahmetinin genişliğine uygun düşecek şekilde kıldı. (Bakara, 2/286. âyetin tefsirine bkz.) Diğer dinler gibi ağır, çekilmez yükümlülükleri yüklemedi. Herkesin sıkıntısına, ihtiyacına, mazeretine göre ruhsatlar verdi. Mesela ayakta namaz kılamayanın oturmasına, oturamayanın îma ile kılmasına müsaade etti, kolaylıklar gösterdi. Cihadı da yeterli bir gücün varlığı ile orantılı olarak farz kıldı. Babanız İbrahim'in dininde olduğu gibi bundan önce ve bunda size müslümanlar ismini o taktı.Yani gerek bu Kur'ân'da ve gerek Hz. İbrahim ve İsmail'in "Soyumuzdan bir topluluğu da sana boyun eğen bir ümmet yap." (Bakara, 2/128) duasında olduğu gibi geçmişte size müslüman ismini Allah taktı ki Peygamber size karşı şahid olsun siz de bütün insanlara karşı şahidler olasınız. Yani hakkıyla cihad yapmanın, dine uymanın ve müslümanlığı yaşamanın nasıl olacağını Peygamber size bizzat yaparak gösterip öğretsin; hakkın şahidi, peşinden gidilecek bir örnek olsun. Siz de ona uymak suretiyle bütün insanlar için, hakkın örnek tutulacak birer şahidleri olasınız. Artık gereği üzere namazı kılın, zekatı verin ve Allah'ın dinine sarılın ki Mevlânız O'dur. İşinizi görecek emir sahibiniz, sizi kurtaracak efendiniz, yardımcınız ancak Allah'tır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri