ELMALI TEFSİRİ

52-TUR:

1-Andolsun o Tûr'a. Yani Hz. Musa'nın, Allah'ın sözünü işittiği Tûr-ı Sînâ dağına. Müfessir Beydâvî diyor ki: "Tûr, Süryânice'de dağ mânâsınadır. Ayrıca madde âleminden mânâ âlemine veya gayb âleminden müşâhede (görünenler) âlemine uçan şey anlamını da ifade etmektedir."

2-3- Andolsun yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba.

Rakk: Kağıt gibi inceltilmiş, üzerine yazılan deri demektir. Bu sebeble üzerine yazı yazılan her şeye rakk ismi verilebilir.

Menşûr: Neşredilmiş, dürülmüş, kapalı olmayan, açılmış, yayılmış ve yazılmış mânâlarını ifade ettiği gibi, yazılı harflerin dizilmesi, nizama konulması anlamına da gelmektedir.ü

Mestûr, Düzgün şekilde yazılmış demektir. Kitab-ı Mestûr'un Tûr lafzından sonra yer alması, bu düzgün yazılı kitabın Tevrat olduğu fikrini ilk defa akla getirirse de, şeklinde mârife getirilmeyip, olarak nekre zikredilmesi, bunun henüz tanınmayan bir kitap olduğunu ortaya koyar ki , "...kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 17/13) âyetine dayanarak söz konusu kitabın amel defteri olduğunu söylemek, en doğru görüştür. Ayrıca bu kitabın, Levh-i mahfûz veya yeni bir kitap olması itibarıyla Kur'ân olduğu da düşünülebilir.

4- Ve Beyt-i Ma'mur'a (da andolsun).

Beyt-i Ma'mur, bir rivayete göre semada bulunan bir evdir. Bu evi her gün yetmiş bin melâike ziyaret eder ve kıyamete kadar bir daha geri dönmezler. Ona ayrıca "Durah" ismi de verilmektedir. Hasan Basrî'den gelen bir rivayette o şöyle der; "Beyt-i Ma'mur'dan maksat, Kâbe'dir. Allah Teâlâ onu her sene altı yüz bin kişi ile Ma'mur hale getirir. Eğer insanlar ondan eksilirse meleklerle doldurulur." Bilindiği gibi bir yerin Ma'mur olması, üzerinde ikamet edilmesi ve ziyaretçilerinin çok olup güzel bakılması mânâsında mecazî bir anlam taşımaktadır. Kabe'nin Ma'mur olması da "Ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için evimi temizle." (Hacc, 22/26) âyetince etrafındakilerin ve hacıların çokluğu ve ziyaret etmeleriyledir. Beydâvî'ye göre de Beyt-i Ma'mur'dan kasıt, müminin kalbidir ki, onun bakımlı olması da, bilgi ve ilhâs iledir.

5- O yüksek tavana, yani semaya, bir rivayette de cennetin tavanı olan Arş'a yemin olsun.

6- Ve Mescûr denize (andolsun). Mescûr'un farklı anlamları vardır. 1) Alevlendirilmiş ve kızdırılmış demektir ki, âyetinde de kıyamet koparken denizlerin ateş olup kaynatılacağı ve onunla cehennemin kızıştırılacağı ifade edilmektedir. 2) Dolgun, taşkın demek olup, okyanus mânâsına gelmektedir. 3) Karışan, karışık, suyu birbirine ya da tatlısı acısına karışan demektir. 4) zıt mânâlı kelimelerden kabul edilerek "boş" mânâsına geldiği de ileri sürülmüştür ki bu da, kıyamet alâmeti anlamına alınabilir. Sûrenin başında yer olan Tûr lafzına bakılarak bu kızgın denizin, Firavun'un boğulduğu deniz olduğu da düşünülebilir. "Tûr" kelimesinin başındaki "vâv" kasem, diğerleri de ona âtf içindir.

7- "şüphesiz Rabbinin azabı olacaktır." cümlesi kasemin cevabıdır. Bu cümlede yer alan kelimesinin zarfıdır. Yani Rabb'ın azabı o gün vuku bulacak ki,

8- "şüphesiz Rabbinin azabı olacaktır." cümlesi kasemin cevabıdır. Bu cümlede yer alan kelimesinin zarfıdır. Yani Rabb'ın azabı o gün vuku bulacak ki,

9- sema bir çalkanış çalkalanacaktır. Bu cümle, kıyametin dehşetini tasvir etmektedir.

10- Dağlar da bir yürüyüş yürüyecek, yerinden oynayıp toz zerrecikleri haline gelecektir.

11- Artık yazıklar olsun o çalkanışın olduğu gün (ahireti) yalanlayanlara.

12- Ki onlar daldıkları bir batakta oynarlar, iman edip de o gün için hazırlanacak, korunacak yerde, birtakım yalan dolana dalarak uğraşıp dururlar.

13- O gün onlar, cehennem ateşine itilip kakılacaklardır. Bu cümlede bulunan "yevm" kelimesi, ya önce geçen "yevm" den bedeldir, ya da takdir edilen bir söz ile nasbedilerek "veyl"i izah etmektedir.

14- "İşte bu, o sizin yalan deyip durduğunuz ateş." Yani o gün kendilerine "işte yalanlayıp durduğunuz ateş budur" denilerek oraya atılacaklardır.

15- Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye atfedilmektedir. Yani siz bu ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma diyordunuz, şimdi onun fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle denecektir.

16- Bu da mı sihir? Takdir edilen cümleye atfedilmektedir. Yani siz bu ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma diyordunuz, şimdi onun fiilen tahakkuku da sihir mi?... onlara işte böyle denecektir.

17-21- "Şüphesiz müttakîler cennetlerde ve nimet içindedirler." Kur'ân'da kâfirlerin halleri beyan edilirken mutlaka müttaki müminlerin durumlarına da işaret edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Allah'ın azabından emin olmak, ancak O'nun korumasıyla mümkündür. Çünkü kimse azaba mâni olamadığı için onun vukûu muhakkaktır. Bu yüzdendir ki Allah ve peygamberi tasdik edip de, Allah'a kullukta, O'nun emrettiği şekilde çalışan ve korunan müttakiler, Allah'ın kendilerin koruması ile o gün cennet nimetleri içinde zevk alacaklardır. "İman edenler." Burada iki farklı durum söz konusudur. 1) Bu cümlenin e atfedilerek mahallen mecrûr olmasıdır ki, bu durumda müminlerin müminlerle arkadaşlığını ifade eder. Bunu "O hayvanlara saman ve soğuk su verdim." kabilinden olarak "Biz onları müminlere yaklaştırdık." mânâsında anlamak daha yerinde olur. O zaman da fiiline atfedilmiş olur. 2. Mübtedâ, , 'ya mâtuf, cümlesi de haber olur ki âlimlerin çoğu bu şekli tercih etmek istemişlerdir. Buna göre mânâ şöyle olur: O kimseler ki iman etmişler, zürriyetleri de iman ederek onların ardından gitmiştir. İşte biz onların zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır. Yani zürriyetleri amel bakımından atalarından daha aşağı derecede olmakla beraber iman ederek onlara tâbi olmaları sebebiyle cennette atalarının derecelerine çıkarılarak yanlarında bulundurulurlar. Böylece onların zevk ve sevinçleri tamamlanmış olur. Bununla beraber kendilerine amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir. Yani zürriyetlerini kendilerine katmaktan dolayı yaptıkları amellerin sevaplarından onlara bir şey eksik verilmiş değildir. Herkes kazancına bağlıdır. Yani rehin gibi bağlıdır. Kazanç, yani çalışma veya çalışılan iş, sanki bir borç ve insan o borca Allah yanında bir rehin gibidir. Kurtuluşu ona bağlıdır. Eğer güzel çalışır ve kazanırsa borcunu öder. Çünkü Allah, iyi işleri kabul eder. Şayet çalışmaz ya da kötü işler yaparsa o zaman kendisini kurtaramaz. Zira temiz ve güzel olmayan şeyler Allah Teâlâ'ya yükselemez. "Güzel söz O'na çıkar, iyi amel onu yükseltir." (Fâtır, 35/10) âyeti de bu anlamı ifade etmektedir.

Bundan dolayıdır ki ileride "Her can, kazandığı ile (Allah katında) rehin alınmıştır, yalnız sağın adamları (kitapları sağdan verilenler) hariç." (Müddessir, 74/38-39) âyetleri gelecektir. Yani kitapları sağ taraflarından verilenlerin dışındakiler kendilerini, o bağlantıdan (rehin olmaktan) kurtaramazlar. Onun için yalancılar yalanlarına bağlı kalarak cehennemde kıvranırlarken, müttakiler Allah'ın yardımı ile kurtulup cennetlerde nimetler içinde yaşayacaklar ve Allahın lütfuna mazhar olmak suretiyle zürriyetlerinin yükselmesine de sebeb olacaklardır. Bu cümlenin zikredilmesi, zürriyetler açısından da önemlidir. Yani zürriyetlerin kurtuluşu ve atalarının derecelerine yükselişleri, kendilerinin hiç katkıları olmaksızın sırf babalarının kazançlarıyla değildir. Kendilerinin iman ederek onlara uymaları ve izlerinden gitmeleri kurtuluşlarının asıl sebebidir. Ataları fiilen sebeb oldukları için evladlarını cennette yanlarında görmekten mutlu olacaklar, evladları da iman ile onlara tâbi oldukları için kendilerini kurtarmış ve Allah'ın lütuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş olacaklardır. Demek ki evlatlar kendi fiileri olmaksızın sırf babalarının ve dedelerinin yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar. Ancak imanlı olarak çalıştıkları takdirde atalarının feyzinden de faydalanarak daha kolay bir şekilde yükselebilirler. İşte Allah Teâlâ, müminlerin evlatlarını atalarına uymak suretiyle yükselmeğe sevk ederken, soy şerefine güvenerek tembellik etmemeleri için "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." buyurmaktadır. Şu halde bu âyette, "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) âyetinin anlamını ortadan kaldıran bir mânâ bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Bilâkis âyeti, anlamındadır

22- Hem onlara canlarının istediği meyvalar ve etlerden bol bol verdik. Yani asıl nimetlerden fazla olarak sırf zevk ve lezzet almaları için zaman zaman onlara çeşitli nimetler yetiştirdik. Burada, ahiret saadetinin, dünya zevklerine düşkün ve içki bağımlısı olan kimseleri imrendirecek, iştahlarını gıcıklayacak tarzda neşeli bir tasviri vardır ki özeti, kumar ve günahtan uzak saf, temiz ve şiddetli bir arzu hissettirir.

23- Orada, yani cennette bir kadeh kapışırlar ki.

Ke's, dolgun kadeh demektir. Mecazen içindeki içkiye de denilir. Kadeh çekiştirmek (kapışmak) de, neşe ile birbirlerine kadeh vermekten mecazdır. Bir kadeh ki onda lağiv yoktur. Yani onu içerken boş, saçma sapan söz söylemek yoktur. günaha sokmak da yoktur. Ancak bu dünya içkileri gibi değildir. Şâir şu beytinde bunu ne güzel dile getirmiştir:

Hûn-i ciğerle memlu câm-ı zer olmadansa

Bî inkisâr-ı hatır şikeste sâgar olsun.

Ciğer kanı ile dolu altın bir kadeh gibi olmaktansa

Gönlü hoş, kırık bir kadeh gibi olmak daha iyidir.

24- Ve onların etrafında dönerler. Vâkıa Sûresi'nde de geleceği gibi, kadehler sürahilerle emre hazır bir vaziyette etraflarında pırıl pırıl dönüp dolaşırlar, sahibi bulundukları uşaklar, cennet sakîsi genç hizmetçiler sanki saklı iri inciler, yani sadeflerinde gizli hiç kirlenmemiş, el değmemiş, beyaz, saf, temiz ve pırıl pırıl inciler gibidirler.

Lü'lü, parıldayan büyük inci demektir.

25- Ve bazısı bazısına dönmüş soruyor. O zevk ve neşe esnasında yüz yüze gelmiş birbirlerine hâl ve hatırlarından soruyorlar, yani hasbı hal ediyorlar.

26- Soranlardan her biri şöyle dediler: Evet doğrusu biz daha önce ehlimiz arasında; ilimiz, obamız, evimiz ve ailemiz içinde yüreklerimiz titrer, korkardık. Geleceğimizden endişe eder, bir isyana düşmekten veya bir azaba maruz olmaktan korkardık.

27- Şimdi ise Allah bize iyilikte bulundu. Lütuf ve yardımıyla bu nimetleri ihsan etti. Ve bizi semûm azabından korudu.

Semûm: Daha evvel de geçtiği gibi vücûdun içine işleyen, zehirli, sıcak, samm denilen bir rüzgardır. Burada zikri geçen azabtan maksat, cehennem ateşi veya buna benzetilen korkunç dünya hayatıdır. Semûmun cehennemin isimlerinden olduğu da rivayet edilmektedir.

28- Evet biz bundan önce O'na, yani Allah'a dua ediyor ve "Rabbimiz bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver, bizi cehennem azabından koru." (Bakara, 2/201) diye yalvarıyorduk. Gerçekte iyilik eden yani sözünde duran, ihsan eden, kerem sahibi olan ancak O'dur. O, rahimdir. Kendisine dua ve ibadet eden müminlere sonuçta çok rahmet ve merhamet eden yine odur.

29- Mülâbese, (temas ve ilgi) yahut kasem (yemin) içindir. Rabbinin nimetiyle veya Rabbinin nimeti hakkı için demektir.

Kâhin, Bir nevi kendi zannî bilgisine dayanarak gaybdan haber verene denir. Başka bir ifade ile geçmişe dair bilgi verene kâhin, geleceğe dair bilgi verene ise Arrâf denilmektedir. Kehânette, genellikle cinlerden yardım alındığı söylenir.

30- Zamanın felâketi mânâsınadır.

Menûn: Kesmek anlamına gelen den alınmıştır. Ömür vesaireyi kestiği düşüncesinden hareketle zamana ve ölüme de "menûn" denilmiştir.

Rayb: Izdırap vermek demektir. Buna göre zamanın ızdırap veren musibeti, ya da ölüm felâketi mânâsını ifade eder. Anlatıldığına göre Kureyşliler Dârü'n-nedve'de toplanmışlar Hz.Peygamber hakkındaki görüşler de çoğalmıştı. Nihayet Abdûddar oğulları onu (peygamberi) kasdederek "Raybü'l-menûn'u gözetin. Çünkü o bir şâirdir. Züheyr'in, Nâbiga'nın ve A'şâ'nın helâk olması gibi o da helâk olacaktır." demişler ve bunun üzerine de dağılmışlardı.

31- "gözetin" Alay ve tehdit etmek mânâsınadır. Çünkü ben de sizinle beraber gözetenlerdenim. Yani, siz benim helâk olmamı bekliyorsunuz, ben de sizin helâkinizi bekliyorum.

32- Yoksa onlara akılları mı emrediyor bunu? Yani sözlerindeki bu çelişkiyi. Çünkü kâhin, keskin akıllı ve zeki olur. Mecnunun ise aklı fikri, karışıktır. O halde nasıl olur da onlar, kâhin dediklerine mecnûn, mecnûn dediklerine kâhin diyebilirler; demek ki akıllı olduklarını iddia eden o kimseler, bu davranışlarıyla ne dediklerini bilmeyecek ve nasıl çelişkiye düştüklerini farketmeyecek derecede akılsız olduklarını ortaya koymuşlardır. Onun için buyuruluyor ki yoksa onlar akılsız, azgın, hakkı kabul etmemekte haddi aşan, kendi ihtiraslarına uymayınca akıl ve insaf dairesinden çıkan ve yalan uydurmaya alışkın bir gürûh mudurlar?

33- Yoksa onu, o Kur'ân'ı kendiliğinden söylemiş, uydurmuş mu diyorlar?

Tekavvül: Kendisinde olmayanı söylemeye çalışmak, bir mânâda yalan söylemektir. Çünkü yalan, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Buna göre mânâ, yoksa o, vahyile değil, kendiliğinden söylüyor da bunu Allah'a mı isnad ediyor, diyorlar?

Hayır kendileri inanmazlar. Yani ya bu söyledikleri sözlere kendileri bile inanmazlar, ya da iman etmedikleri için öyle söylerler. Zira onlar da biliyorlar ki Muhammed yalan söylemez, şu halde kendi sözünü Allah'a iftira etmez. Ve yine bilirler ki bu söz (Kur'ân) uydurma bir söze de benzemez. Fakat sırf küfür ve inatları sebebiyle öyle söylerler.

34- Haydi onun benzeri bir söz getirsinler. Yani hem mânâ ve hem de nazım yönünden Kur'ân'ın içerdiği üstün vasıfları taşıyan, onun gibi bedi (güzel) bir söz uydurup getirsinler bakalım. Eğer sadık iseler. Yani peygamberin uydurduğunu ileri sürdükleri iddialarında doğru iseler, kendilerinin de öyle bir sözü uydurup getirmeleri gerekir. Çünkü Kur'ân, beşer uydurması bir kelâm olsaydı, onların da peygamber gibi beşer olmaları dışında, nutuk, hitâbet ve şiir ile meşgul olmaları, nazm ve nesir kelâm üsluplarındaki deneyimleri, tarih ve olaylara olan vukufları, okuyup yazmaları, tahsilleri ve kâhinlerinin olması gibi sebeblerden dolayı Kur'an'a nazîre yapma kudretlerinin bulunması gerekirdi. Böyle bir kudreti gösteremediklerine göre niçin onu Allah'ın gönderdiğine inanmıyorlar da imansızlık ediyorlar? Yoksa kendilerine cezalarını verecek yok mu sanıyorlar.

35- Yoksa kendileri hiçbir şey olmadan, yani yaratıcısız mı yaratıldılar. Önceleri yokken sonradan yaratıldıklarına göre, şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini hiç düşünmüyorlar mı?

Bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanı hiçbir şey yerine koymadıkları için mi O'nun kudretini hesaba katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar? Burada bütün aklî ilimlerin esası olan bir hususa işaret edilmektedir ki o da şudur: Hiçbir şey yoktan olamadığı gibi, yokluk da varlığa illet (sebeb) olamaz. Var olan şeyin illeti de aynı şekilde yok olamaz ve hiç bir varlık da yaratıcısız varlık alemine geçemez. Yok olan, ne kendini ne de başkasını vücuda getiremez...

Ancak yanlış anlaşılarak buradan, önce yok olan bir şeyin sonra yaratılamaması gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Çünkü her yaratılan, yok iken yaratılır, var olanı yaratmak mümkün değildir. Zira bu hâsılı tahsil (elde edileni tekrar elde etme) olur. Ancak yok olan şeyi meydana getirecek yaratıcı, yokluktan ibaret de olamaz. Çünkü yoku var edecek yaratıcının muhakkak bir varlığının olması gerekir. Tabiat ilimlerinde de esas olan bu kanun, eşyanın kendiliğinden meydana geldiği bir tabiat fikrini de iptal eder. Gerçi bazıları bundan her yaratılan şeyin bir madde ile arkada bırakılacağı fikrini çıkarmıştır. Fakat madde bir şeyin var olması için yeterli bir sebep olmadığı gibi mutlak varlık için gerekli de değildir. Gerekli olan, ancak yaratıcının olmasıdır. Zira yaratıcı mevcut olmayınca hiçbir şey yaratılamaz. İşte böyle aklın en esaslı kanunu, yaratıcının varlık ve kudretini tanımak iken, kâfirler kendilerini yaratanı hiçe sayarak O'na imana bir türlü yanaşmıyorlar. Yoksa yaratıcı onlar mıdırlar? Yani kendilerini ve eşyayı yaratmışlar da onun için mi kibirleniyor,

36-Allah'tan korkmuyor ve peygambere dil uzatıyorlar. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hiç birisi olmadığı belli fakat hakikati anlamazlar. Yani gökleri ve yeri yaratan Allah'tır, derler de yine şüphe içinde dolaşırlar. Onun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mucizelere inanıp, peygamberi tasdik etmek istemezler. Sadece zamanın felaketlerine çarpılmasını bekler dururlar.

Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yani seni yetiştirip rahmet ve nimetiyle peygamber olarak gönderen Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Hazine kâhyası onlar mı? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar ki, peygamberliği sana vermek istemiyorlar? Yoksa herşeyi hakimiyetleri altına alan onlar mıdır? Yani Allah'a galip gelmişler, hazinelerini elegeçirmişler de onun vergilerini verdirmek istemiyorlar? Yahut da Allah'ın verdiğini mi zorla almak istiyorlar.

38- Yoksa onların bir merdivenleri var da orada mı dinliyorlar? Yani Allah'ın Mele-i a'laya (yüksek melekler topluluğuna) gönderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer bütün ilâhî sözleri o merdivenden mi dinliyorlar da bu vesile ile kimin kimden önce öleceğini ve Kur'ân'ın Allah tarafından gönderilmeyip uydurularak O'na isnad edildiğini biliyorlar? Öyle ise dinleyenler açıklayıcı, kuvvetli bir delil getirsinler, dinlediklerini isbat etsinler. Nasıl Hz. Peygamberimiz (s.a.v) "Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz meydana getirsinler." (Tûr, 52/34) şeklindeki âyetlerle onlara meydan okuyarak apaçık mucizesini gösterdi, onlar da öyle bir delil getirsinler.

39- Yoksa kızlar O'nun, oğlanlar sizin mi? Yani aklınızın bozukluğuna ve ilâhiyata ait duygularınızın neden ibaret olduğuna delalet etmek üzere bu konuda getireceğiniz en açık delil bu olacak değil mi?. Necm Sûresi'nde de ifade edileceği gibi bu ne haksız bir taksim? Çünkü onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların adına bir takım putlar yapıp, Lât, Uzza, Menât gibi müennes isimler vererek tapıyorlar, sonra da, "Biz bunları Allah'a ortak koşmuyoruz, Allah'ın kızları oldukları için bize şefaat etsinler diye ibadet ediyoruz" diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evladını hor görüyor ve oğlan istiyorlardı.

40- Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun?

Yani onlara vaaz ve nasihat etmekten ve peygamberlik vazifesini yapmaktan dolayı bir ücret mi istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

Mağrem: Ğurm ve ğarâmet (diyet ödeme) anlamını ifade etmekle birlikte mutlak borç mânâsına da gelmektedir. Ragıb İsfahanî'nin açıklamasına göre Mağrem esasen suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı demektir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da Mağrem denilir. Türkçe'de buna karşılık olarak zarar ve cereme vermek tabiri kullanılır. Yani zorba hükümetlerin baskıları altında ağır vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki senin için felaketler bekliyorlar?

41- Yoksa gayb onların yanında da, onlar mı yazıyorlar? Kimin önce öleceğini Levh-i mahfuz'dan alıp halka onlar mı haber veriyorlar?

42- Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Yani sana ve müminlere bir su-i kasd mı hazırlamak istiyorlar ey Muhammed! Bu âyet müşriklerin Dârü'n-nedve'de tertip etmek istedikleri su-i kasdı haber vermektedir. Fakat o küfredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri düşeceklerdir.

Nitekim öyle olmuş Hz.Peygamber (s.a.v) sağ sâlim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir'de yakalanmışlardır. Böylece sözkonusu âyet, gaybı önceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allah'ın bilip peygamberine haber verdiğini gözler önüne sermiştir. Denildiğine göre, Peygamber'e su-i kasd tertip edenler, İslâm'ın yayılışının 15. senesinde vuku bulan Bedir Harbi'nde katledilmişlerdi. Bu sûrede de (yoksa) kelimesi 15 defa zikredilmiştir. İşte bu, o olaya işaret sayılabilir. Şihâb'ın dediği gibi bu kabil gizli işaretler, Kur'ân'ın mucizeleri arasında sayılırlar.

43- Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhları mı var? Yani o taptıkları putların kendilerini Allah'ın azabından kurtaracaklarını mı zannediyorlar? Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır. Gerçekte Allah'tan başka ilâh yoktur ve onun azabı "Mutlaka vuku bulacaktır ve ona engel olacak bir şey yoktur." (Tûr, 52/7-8)

44- Bununla beraber onlar öyle kâfirlerdir ki, semadan bir parçanın düşmekte olduğunu görseler "Üzerimize gökten parçalar düşür." (Şuarâ, 26/187) diye istekte bulundukları halde azabın başlarına inmekte olduğuna şahid olsalar bile yine inanmazlar da (onun için) toplanmış bir bulut derler. Fiilen başlarına gelmedikçe kabul etmezler. Bu yüzden Allah Teâlâ, "Üzerlerine Rabbi'nin kelimesi (hükmü) hak olanlar inanmazlar; onlara (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile acıklı azabı görünceye kadar (iman etmezler)." (Yunus, 10/96,97) buyurmaktadır.

45-Onun için şimdi o tuzak kurmak isteyenleri bırak kavuşacakları zamana kadar ki o gün çarpılacaklar helak olacaklardır.

46- O gün kurdukları tuzakların kendilerine zerre kadar faydası dokunmayacak ve hiçbir şekilde kurtarılmayacaklardır. Nitekim Hz. Peygamberimiz (s.a.v)'e su-i kasd hazırlamak isteyen Ebu Cehil ve yandaşları Bedir günü böyle bir akibete uğramışlardı.

47- Ve o zulmedenlere ondan önce de bir azab vardır. Burada iki muhtemel mânâ söz konusudur.

Birincisi: O günden önce, yani dünyada da bir azab var, demektir. Nitekim Mekkeliler yedi sene kıtlık çekmişlerdi.

İkincisi: O günden sonra yani ölüm sonrası kabirde ve ahirette bir azab daha vardır. Ancak onların pek çoğu (bunu) bilmezler. Yani sonuçlarının bu şekilde olacağını idrak edemezler de onun için kâfir olurlar.

48- O halde Rabbinin hükmüne sabret, küfredenlere o işler için izin verip, seni zahmetlere göğüs germeğe memur eden Rabbinin vereceği hükme sabret, telaş etme. Çünkü sen bizim gözetimimiz ve nezâretimiz altındasın, bundan emin ol. Ve Rabbini hamd ile tesbih et. Yani "O'nu her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve O'na hamd ederim." demek sûretiyle Allah'ı zikret.

49- Kalkacağın zaman. Yani herhangi bir meclisten kalkarken (Allah'ı tesbih ve tahmid et). Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin Sünen'leri ile diğer bazı hadis kitaplarında mevcut olan ve Ebû Berzetel-Eslemî (r.a)den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir: "Resullah (s.a.v) bir meclisten kalkacağı zaman "Ey Allah'ım seni her türlü noksan sıfattan tenzih eder ve sana hamd ederim. Senden başka ilâh olmadığına şehâdet eder, senden mağfiret diler ve (günahlarımdan dolayı) sana tevbe ederim." derdi. Konuyla ilgili soru sorulduğunda da "Bu, mecliste olanlar için keffârettir." demişti. Bazıları da bunun namaza durulduğu zaman "Ey Allah'ım seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve yalnız sana hamd ederim. Senin ismin ne yüce ve makamın ne uludur. Ve senden başka ilâh yoktur." duasının okunması hakkında rivayet edildiğini söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmına göre de sözkonusu âyetten maksad, yataktan kalkıp namaza durduğun vakit demektir. Buna göre âyete, "kalkacağın zaman" mânâsını vermek daha uygun olacaktır. Geceden de onu tesbih et. Yani gecenin bir kısmında da tesbih ederek O'na ibadet et. Hem de yıldızların batışında, batmaya yaklaştığı zaman, yani gecenin sonunda, sabah vakti. Allah Teâlâ'yı gece tesbihden maksadın akşam ve yatsı namazları, yıldızların batışı sırasında tesbih etmekten kasdın da, sabah namazı olduğu ileri sürülmüştür. Hz. Ömer , Hz. Ali, Ebû Hureyre ve Hasan-i Basrî (r.a) de, gece tesbihden maksatdın, nafile ibadetler; yıldızların batışında tesbihden maksadın da, sabah namazının iki rekat sünneti olduğunu söylemişlerdir. Böylece Tûr Sûresi, sabahın gelmekte olduğunu gösteren "yıldızların batışı" ile son bulurken, bu bitişle, Necm Sûresi'nin başlangıcı olan "İndiği zaman andolsun yıldıza" cümlesi başlamış olmaktadır. Bu da iki sûre arasında güzel bir münasebetin varlığını göstermektedir.

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri