Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
287.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 2617
287. Mektup
MEVZUU : Cezbe, sülûk ve bu iki makama münasip maarif
beyanındadır.
***
NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Meyan Gulanı Muhammed'e yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile.. Bir âyet-i kerime meali:
— «Allah'a hamd olsun ki: Bunu bize hidayet etti. Allah bize hidayet etmeseydi;
biz buna kavuşamazdık. Kabininizin resulleri gerçeği getirdi.» (7/43)
Allah-ü Taâlâ, onları, (yani: Resulleri) en faziletlileri ve en kemallileri ile
hatmeyledi.. Bu dahi o Muhammed'dir ki: Sadakati getirdi.
Sübhan Allah'ın salavatı, bereketleri ona ve diğerlerine.. Keza, kıyamet gününe
kadar onlara tabi olanların tümüne..
***
Talipleri görmekteyim ki: Uzun sülûk yolunu, üstün matlabı: düşük himmet, hasis
fıtrat, kâmil mükemmel şeyh sohbetinin olmayışı sebebi ile kısa tarikat ve
düşük maksad menzilesine indirmektedirler. Tarikatta, hakir olsun; tehlikeli
olsun kolaylarına ne giderse onunla kanaat etmektedirler.
Bu yaptıklarını da bir maksad sayarlar: bu maksadın husulü ile, kendilerini
kâmillerden zannederler.
Fıtratlarının hissetinden, muhayyile kuvvelerinin istilâsından olacak; kendi
nakıs hallerini, vâsıl olan kâmil zatların, işlerinin tamamından ve
seyirlerinin nihayet şanında yaptıkları beyanla anlattıkları hallere mutabık
düşürmeye çalışırlar.
Bir mısra:
Oldu fare, rüyada deve..
Bunlar, bahr-i muhit yerine bir damla ile yetinirler; belki de damlanın sureti
ile.. Yine onlar, bahr-i umman yerine bir sıçrıntı ile yetinirler; belki de o
sıçrıntınm sureti ile..
Misali olanı, gayr-ı misali olarak tasavvur ederler.
Keyfiyetten münezzeh olan yerine, keyfiyeti olanla teskin olurlar.
Misali olanı dahi, lâmislî olan hayal ederler. Böylece, lâmisli yerine; misli
ile kanarlar.
Lâmisli olana taklid yollu iman ve itikad eden cemaatın halleri, bu taliplerden
daha faziletlidir. Zira bunlar: Sülûklerini tamam etmemiş, serapla yetinen
susamış kimseler gibidirler. Yani: Mertebelerde..
Haklı olanla batıl arasında çok fark vardır; keza isabetli ile, hatalı arasında
dahi aynı şekilde fark vardır.
Kusurlu ve esas matluptan yana kesik kalan taliplere yazıklar olsun. Ki bunlar:
Muhdesi kadim zanneder; misalîyi dahi lâmisali sanırlar.
Eğer keşifte hata dolayısı ile mazur olmasalardı; bu hata ve galat, dolayısı
ile muahaze olunurlardı.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Rabbımız, yanılır ve unutursak bizi muahaze eyleme.» (2/236)
Yukarıda anlatılan mana üzerine şöyle bir misal verebiliriz:
Bir şahıs vardır; Kabe'ye talib olur, tam bir şevkle o tarafa doğru yola çıkar.
Yol esnasında, karşısına Kabe'ye benzeyen bir bina çıkıyor. Sureta ona
benzediği için; onu Kabe olarak hayal ediyor ve orada itikâfa giriyor.
Bundan başka bir şahıs ise.. Kabe'nin özelliklerini biliyor. Bu bilgiyi oraya
gitmiş olanlardan almıştır. Ona karşı olan bu bilgisinden ötürü, Kabe'nin
varlığını da tasdik eder.
Üstte anlatılan ikinci şahıs, her nekadar Kabe talebi uğrunda bir adım atmamış
ise de, Kabe'den başkasını dahi Kabe diye itikad etmemiştir. Kabe'yi tasdikinde
dahi doğrudur. İşbu sebeplerden ötürüdür ki: Hali daha önce anlatılan hatalıdan
faziletlidir.
Evet. Matlaba vâsıl olmayan bir talib, matlab olmayanı matlab olarak itikad
etmedikçe; hali, kademini matlab yoluna atmayan haklı mukallidden daha
faziletlidir. Çünkü o: Matlubu tasdik etmekle beraber, umumî manada olsa dahi,
matlub yolunda mesafe kat etmektedir. Dolayısı ile, kendisine meziyet taHakkuk
etmiştir.
***
O zümreden olarak; yine bir başka taife kendilerini bu kemal ve hayal, ayrıca
vehmî sayılan visal ile kendilerine şeyhlik dayanağı bulur ve halkı davet işine
girişirler. Kendi noksanları sebebi ile, kemalât için istidad sahibi olanlardan
pek çoğunu, zay ederler. Sohbetlerinin soğuk şumluğu ile, taliplerin talep
hararetini izale ederler. Kendilerinin dalâleti yetmezmiş gibi, başkalarını da
dalâlete sürüklerler; kendilerini zay ettikleri yetmezmiş gibi, başkalarını da
zay ederler.
Bu kemalât hayali, visal tevehhümü; salik olmayan meczuplarda vâsıl olmayan
salik meczuplardan daha çok vardır. Çünkü, müptedi ile müntehi cezbenin
suretinde birbirine benzerler; zahire göre aşk ve mahabbette müsavi
durumdadırlar; isterse hakikatte aralarında, bir münasebet bulunmasın. Bunların
halleri birbirine mugayir olup biri diğerinden ayırd edilmiştir.
Bir mısra:
Yerdeki ile arştakinin nisbeli nedir?.
Her ne şey ki bidayette bulunur; o illetlidir ve bir garaza mahmuldür. Amma,
intihada olan hakla ve hak içindir.
Bu sözlerin tafsiii inşaallah yakında anlatılacaktır.
Ayrıca, üstte anlatılan suretteki müşabehet ve zaruri münasebet anlatılan
tahayyüle sebeb olmaktadır.
Bundan başka, Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'de cezbe sülûkten önce geldiği
için, anlatılan kısımdan tahayyül ve tevehhüm bu Tarikat-ı Aliyye'nin
meczuplarında çok olmaktadır. Zira, onlar, henüz suluk devleti ile müşerref
olmamışlardır.
Onlardan bir başka cemaata ise., takallübler hâsıl olur; halden hale geçmeler
meydana gelir. Ama, onlar bunu sanırlar ki: Sülûk menzillerini kat edip seyr-i
ilellah mesleklerini dürmektir. Bu takallübatlarla onlar, kendi nefislerini
meczup saliklerden sanırlar.
***
Hatıra geldi ki: Cezbe ve sülûk hakikatleri beyanında bazı fıkralar yazayım.
Onların birini diğerinden ayırd eden hususiyetin zikri ile, bu iki makam
arasındaki farkı beyan edeyim.
Ayrıca, müptedinin cezbesi ile, müntehinin cezbesi arasındaki farkı
açıklayayım. Bir de tekmil ve irşad makamının hakikatini açıklayayım.
Bunlardan başka, bu makama münasip ilimleri anlatayım.
Bu manada bir âyet-i kerime meali:
— «Ta ki, hak hak olarak, batıl da batıl (olarak meydana) çıksın; isterse
mücrimlere iyi gelmesin..» (8/8)
O Sübhan Zat'ın ihsan ettiği başarı ile işe başladım. Bu yola hidayet eden o
Sübhan Zat'tır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel Vekil'dir.
Bu yazılmış olan kısımda, iki maksad, bir hatime vardır.
Birinci maksad, cezbe makamı ile alâkalı maarif beyanındadır.
İkinci maksad, sülûk ile alâkalı işler beyanındadır.
Hatime ise., bazı maarif ve ilimler Hakkındadır ki, bunlar. Talipler için çok
menfaatli şeylerdir.
BİRİNCİ MAKSAD
Bilesin ki,
Sülûkü tam olmayan meczuplar, her nekadar kendilerinde kuvvetli cezbe var ise
de; erbab-ı kulub zümresine dahildirler. Amma, hangi tarikattan cezbeli
olurlarsa olsunlar; çünkü bunlar için kalb makamını geçip mukallib-i kulub ile
ittisal, sülûk olmadan ve tezkiye-i nefis etmeden mümkün değildir.
Bunların cezbeleri kalbi, sevgileri de arızîdir; zatî veya asli değildir.
Bu makamda, nefis ruhla imtizaç etmiştir; bu muamelede nur dahi zulmet ile
karışmıştır. Dolayısı ile, kalb makamının darlığından bütünüyle çıkıp
mukallib-i kulub ile ittisal tasavvur edilemez.
Matlub tarafına ruhun incizab husulü, matluba teveccüh için ruhun nefisten
halâsı tasavvur edilemez. Keza, nefsin ruhtan kopup ubudiyet makamına nüzulü
dahi öyledir.
Ve., bu ikisi birarada bulunduğu süre, hakikatta halis ruhî incizap tasavvur
edilemez. Çünkü: Hakikat-ı camia-i kalbiye kaim müstahkemdir.
Ruhun, nefisten halası ancak şu şekilde tasavvur edilir: Sülûk menzillerini kat
edip seyr-i ilelah mesleklerini dürüp geçtikten ve seyr-i fillahta taHakkuk
ettikten sonra.. Belki de, cemden sonra fark makamının husulünden sonradır. Bu
cem dahi, seyr-i anillah ve billah ile alâkalıdır.
Bir şiir:
Her güçsüz erkek de nıerd-i meydan mıdır? Yahut her mülkü olan Süleyman mıdır?.
***
Üstte anlatılan manadan, müpedinin cezbesi ile müntehinin cezbesi arasındaki
fark zahir olmaktadır.
Erbab-ı kulubdan olan meczupların şühudu ise., kesret hicabının arkasındadır.
Bu mana, onların, ister malumu olsun; isterse olmasın. Bu durumda onların
müşahedesi, ancak ruhlar âlemidir. Bu ruh dahi, letafette, ihatada ve sereyanda
yaratıcısına benzer. Bu manada buyurulan bir hadis-i şerif şöyledir:
— «Allah-ü Taâlâ. Âdem'i kendi sureti üzerine yarattı.»
İşbu münasebetten ötürüdür ki: Ruhun müşahedesini. Yüce ve Mukaddes Hakkın
müşahedesi sanırlar. İhata, sereyan. kurb ve maiyetin durumu dahi bu kıyas
üzeredir.
Salikin nazarı, üst makama, üstün de üstü olan makama geçemez. Kendi
makamlarının üstündeki makam, ruh makamıdır. Dolayısı ile, onların nazarı, ruh
makamından yukarıya aşamaz; müşahede ettikleri dahi, ruhtan başka değildir. Ruh
makamının üstüne nazar, ruh makamına vâsıl olmaya bağlıdır.
Mahabbet ve incizab hali ise., şühud hali gibidir.
Sübhan Hakkın müşahedesi, hatta mahabbeti ve ona incizap fena halinin husulüne
bağlıdır. İşbu fena ise., şu cümle üe anlatılır:
— Seyr-i ilellahın nihayeti..
Bir şiir:
O ki bulmaz fena Mevlâsı sevgisinde; Nasipsizdir onun kibriyası izinde..
***
Bu makama, şuhud itlakı, ibare meydanının darlığındandır. Halbuki, bu
büyüklerin muamelesi, şühud ötesinin dahi ötesinde olduğu bilinmektedir.
Nitekim, bunların maksadı dahi, lâmislî ve lâkeyfîdir. Aynı şekilde,
ittisalleri dahi lâmislî ve lâkeyfidir. Mislî olan için, lâmisalî olana yol
yoktur. Zira: Sultanın ihsanlarını, ancak onun uygun gördükleri taşıyabilir.
***
Bir şiir:
Vardır nasın Rabb'ının cam ile nasm; İttisali, yoktur yeri şeklin kıyasın..
***
Sübhan Hakkın ihatası, sereyanı, maiyeti; işin nihayetine vâsıl olan sülûk
erbabı muHakkıklar katında tümüyle ilmîdir. Bunlar ehl-i hak ulemasının kavline
de muvafıktır. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarım şükrana lâyık eylesin. Zatî
olan yakınlık ve emsali için ise verilen hüküm: Onlara göre; bir husulün
olmayışı ve uzaklıktır.
Mukarrebun olan zatlar, yakınlık hükmü vermezler. Bu manadan olarak,
büyüklerden biri şöyle dedi:
— Bir kimse, derse ki:
— Ben, yakınım..
O uzaktır. Yine bir kimse derse ki:
— Ben uzağım..
O dahi yakındır. İşte tasavvuf da budur.
***
Tevhid-i vücudiye taalluk eden ilmin menşei, mahabbet ve kalbi incizaptır.
Kalb sahiplerine gelince, bunlarda cezbe yoktur. Bunlar menzilleri, sülûk yolu
ile kat ederler. Dolayısı ile, onların bu tevhid-i vücudî ilmi ile
münasebetleri yoktur.
Sülûk ile, kalbden bütünüyle mukallib'ül-kuluba teveccüh edenler dahi o gibi
ilimlerden teberri edip ondan istiğfar ederler.
Meczuplardan bazıları vardır ki: sülûk yoluna girip menzilleri aşıp geçmiş
olsalar dahi, ülfet edilmiş makamdan nazarlarını alamazlar. Daha yukarıya
teveccüh etmeye güçleri yetmez. Dolayısı ile, o gibi ilimler, onların
eteklerini bırakmaz. O vartadan çıkmaya ve ondan halâs bulmaya dahi güçleri
yetmez. Bunun için de, kendilerinde bir zaaf olur; kurb basamaklarına çıkmak
şanında, mukaddes uruc babında bir aksaklık meydana gelir.
Duâ makamında bir âyet-i kerime meali:
— «Rabbımız, bizi ahalisi zalim olan karyeden çıkar. Katından bizim için bir
velî (idareci) kıl. Zatından bir yardımcı ihsan eyle.» (4/75)
Matlabın nihayetine vâsıl olmanın alâmeti odur ki: Bu türlü ilimlerden teberri
edile.. Her nekadar tenzihle münasebet artarsa. Yüce Yaratıcı ile bir
münasebetin olmayışı o kadar ziyade olur.
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca:
— Âlem, yaratıcının aynıdır.
Şeklinde bir itikadın manası kalmaz. Ayrıca:
— Yaratıcı, bu âlemi bizzat kuşatmıştır.
Zannına dahi yer yoktur. Toprak kim, Rabb'ül-erbab kim?.
***
BİR MARİFET..
Hace Bahaeddin Nakşibend Hazretleri şöyle dedi:
— Biz, nihayeti bidayete derc ediyoruz.
Bu ibarenin manası şu derneğe gelir:
— O incizab ve mahabbtt ki, müntehilere işin sonunda müyesser olur; işte o
incizap ve mahabbettir ki; bu tarikatta işin bidayetinde hâsıl olur.
Çünkü, müntehinin incizabı ruhîdir; müptedinin incizabı ise.. kalbi cezbedir.
Bu manadan bakılınca, kalb ruh ile nefis arasında bir berzahtır. Kalbî cezbenin
zımnında, ruhî cezbe dahi hâsıl olur.
Bu derc edilme durumunun bu tarikata mahsus olması; halbuki o, bütün cezbelerde
hâsıl olur; şu manayı mebnidir:
Bu tarikatın büyükleri, bu mananın husulü için, hususi bir tarikat vaz
etmişlerdir. Bu matla da vusul için, hususî bir meslek tayin etmişlerdir.
Dolayısı ile, bu mananın başkalarına olması, bir raslantıdır; bu hususta
onların bir tutucu olması yoktur.
Bundan başka, bu büyükler için, cezbe makamında önce bir has şan vardır ki bu,
onlardan bankalarına yoktur; meğer ki nadirattan ola.. Bu mana icabı olarak, bu
makamda bazılarına sülûk menzillerini kat etmeden; erbab-ı sülûkün fenasına ve
bekasına benzeyen fena ve beka hâsıl olur. Yine bunlara tekmil makamından bir
meşreb müyesser olur ki; seyr-i aniliah billaha benzer. Bununla da, istidadlı
olanlar terbiye edilir. Bu bahsin tahkiki, inşaallah yakında gelecektir.
Burada, bilinmesi gereken bir incelik vardır. Şöyle ki:
Ruh için, bedenle olan taallukundan evvel, esas maksuda bir mikdar teveccüh
vardı. Ama, bu bedenle taallukundan sonra, o teveccüh kendisinden zail oldu.
İşte bu Silsile-i Aliyye'nin büyükleri, o teveccühün zuhuru için, bir tarikat
vaz ettiler. Amma, ruh bedenle alâkalı olduğu için; o teveccüh, kalbe intikal
etti. Dolayısı ile bunda onlara kalbî teveccüh hâsıl olmaktadır ki bu, nefsin
ve ruhun teveccühünü camidir.
Hiç şüphe edilmeye ki: Ruhî teveccüh, kalbî teveccühe derc edilmiştir. Amma
ruhi teveccüh, müntehilerde olur. Ki bu: Ruhun fena hulup Hakkanî vücud ile
beka bulmasından sonradır. Bunun için de şu tabir kullanılır:
— Bekabillah..
Teveccüh-ü kalbî zımnında bulunan tececühü ruhî; veya şu tabiri kullanalım:
Bedenle taallukundan önce ruhun teveccühüdür ki; ruhun varlığı mevcud iken bir
teveccühtür. Ki ona, asla fena durumu düşmemiştir.
Ruhun teveccühü ile ruhun varlığının mevcudiyetinde olan teveccüh arasında ve
fena bulduktan sonraki teveccüh arasında çok fark vardır.
Derc edilmiş olan ruhî teveccühe:
— Nihayet..
Tabiri kullanılması, ancak onun şu teveccühü itibarı iledir ki: Nihayette
yalnız o kalır.
— Nihayetin bidayete dere edilmesi..
Tabirinden murad ise., nihayet suretinin, bidayet suretine derc edilmesidir:
amma hakikati değil.. Zira, hakikatin bidayete derc edilmesi muhaldir. Bu
manadan olarak, mümkündür ki:
— Suret..
Lafzının kulanılmaması, bu tarikatı taleb edenleri teşvik için ola.. Gerçek
olan, Allah-ü Taâlâ'nın yardımı ile yaptığım bu tahkikattır.
***
O sabikun zümresi ki, onların incizabı bir amel ve çalışma olmadan; belki de
bir teveccüh ve huzur iledir. Bu dahi aynı şekilde kalbi incizaptır. Ruhun,
önceki teveccühünden bir eserdir. Zira o teveccüh, beden ile taallukundan
ötürü, tamamen zail olmamıştır.
O sabık teveccühün zuhuru için, çalışıp çabalamak, ancak o cemaat içindir ki:
Bu taalluk sebebi ile önceki teveccühü unutmuşlardır. Bu durumda çalışmak
önceki teveccüh için ayıktırmak ve o kaybolup giden devleti hatırlatmaktır.
Sabık teveccühü unutanların istidadı, anlatılan öbür sabıkların istidadından
daha latiftir.
Zira, sabık teveccühü tamamı ile unutmak; kendisine teveccüh edilene yapılan
teveccühten ve onda fena bulmaktan bilfiil haber vermektedir. Ama, sabık
teveccühün unutulmasının olmayışı böyle değildir.
Bu babda asıl söz şudur: O sabikun ki; bu teveccüh külliyetlerine şümul ve ona
sereyan yolu ile kendilerine hâsıl olur. Bu manada, bedenleri dahi, ruhlarının
hükmünü alır. Nitekim, murad olan mahcupların şanı dahi budur.
Mahbubların şümulü ile, sabıkların şümulü arasındaki fark: Bir şeyin hakikati
ile sureti arasındaki fark gibidir. Nitekim bu mana, erbabına malumdur.
Evet., bu çeşit şümul, muhiblerde. vâsıllarda, kâmil müridlerde de taHakkuk
etmiştir. Lâkin bu: Onlarda daimî değildir. Asıl daimî teveccüh, ancak
mahbupların hususiyetleri arasındadır.
***
MARİFET..
Meczuplardan erbab-ı kulub olanlara gelelim.. Yani: Kalb sayiplerine..
Kendilerine, kalb makamında temekkün ve rüsuh; bu makama münasip bir şekilde
marifet ve ayıklık hâsıl olduğu zaman taliplere fayda ulaştırmaya güçleri
yeter. Bunların sohbetinde dahi, taliplere incizap ve kalbi mahabbet hâsıl
olur. İsterse bunlar taralından kemal mertebesine yetişemesinler. Zira, kendi
nefislerini de henüz kemale ulaştırmamışlardır. Dolayısı ile başkaları için,
kemal husulüne vasıta olmaya güçleri yetmez. Bu manada şu darb-ı mesel
meşhurdur:
— Nakıs olandan kâmil gelmez.
Bu meczupların faydası herhalde, sülûk erbabının faydasından daha ziyadedir.
İsterse onlar, sülûk mertebesinin nihayetine varmış olsunlar; kendilerine
müntehilerin cezbesi hâsıl olsun. Ne var ki, bunlar, seyr-i anillah billah
tariki ile kalb makamına nüzul etmemişlerdir. Çünkü: Dönüşü olmayan müntehi
için. tekmil ve ifade mertebesi yoktur. Zira, onun âlemle bir bağlantısı kalmamıştır:
hatta âleme teveccühü de kalmamıştır; ki: Faydalı olmaya güç yetirebilsin.
***
Kendisine iktida edilen şeyhe:
— Berzah..
Itlak edilmesi şu itibarladır ki: Kalb makamı olan berzahiyet makamına nüzul
etmiş; ruh ve nefis sayılan iki cihetten bol haz almıştır.
Ruh ciheti ile yukarıdan istifade eder. Nefis ciheti ile de, kendinden alt
olandan istifade eder. Sonra onda Sübhan Hakka teveccüh ile, halka teveccüh
biraraya gelmiştir. O derecede ki bunların biri, diğerine hicap olmaz. İfade ve
istifade onun için birlikte olur.
Meşayihten bazıları da, şeyhin berzahiyeti ile şu manayı murad etmiştir:
— Sübhan Hak ile halk arasında bir berzah.. (Yani: Geçit) Berzah durumunda olan
şeyh için de şöyle dedi:
— Tenzih ile teşbih arasını cem eden..
Şu mana gizli kalmamalıdır ki: Şu misillu berzahiyet ki, onun binası sekir
üzerine kurulmuştur; binası ayıklık üzerine kurulan meşihat makamına lâyık
değildir. Zira, bu makamda onların nefisleri, ruhların nurları galebesine derc
edilmiştir; bu derc edilme durumu dahi, sekrin menşei olmuştur.
Berzahiyet makamında ise., nefisten ve ruhtan olan her biri diğerinden ayrılr;
tefrik edilir. Zaruri olarak, orada sekre mecal yoktur. Hatta, orada her şey
ayıklıktır. Çünkü: Davet makamına münasib olan da budur.
***
Kâmil şeyh berzahiyet makamına indiği zaman, kendisine bu âlemle münasebet
hâsıl olur. Yani: Berzahiyet vasıtası ile.. Böylece, kemalâta istidadı olanlara
kemalât husulü için sebeb olur.
Mütemekkin meczub, kalb makamında olduğu için; bu âlemle münesebeti vardır. Bunun
için âleme teveccüh etmekte cimrilik etmez. İncizap ve mahabbet hasıl etmiştir;
isterse bunlar kalbi olsunlar.
Hiç şüphe edilmeye ki, onun için ifade yolu da inkişaf eylemiştir.
Hatta şunu da derim ki:
— Mütemekkin meczubun ifade kemmiyeti, rücuu olmuş bulunan müntehinin ifade
kemmiyetinden daha ziyadedir. Amma, rücuu olmuş bulunan müntehinin ifade
keyfiyeti meczubun ifade keyfiyetinden daha ziyadedir.
Rücuu olmuş bulunan müntehi için, her nekadar âlemle münasebet hâsıl olmuş ise
de, lâkin bu münasebet ancak surettedir. Hakikatte o âlemden ayrıdır. Aslın
rengine girmiş ve onunla bakidir, ama meczubun âlemle münasebeti hakikattedir.
Kendisi dahi bu âlemin ferdlerindendir. Alemin baki olduğu şeyle o dahi
bakidir. Bu hakiki münasebet sebebi ile de; zarurî olarak taliplerin ondan
istifadeli pek çok olmaktadır. Rücuu olmuş bulunan müntehiden istifadeleri dahi
pek az olur. Lâkin, velâyet mertebelerinin faydalı olma kemalâti müntehilere
mahsustur. Bu manadan ötürü, hiç şüphe edilmeye ki: Müntehinin ifadesi daha
tercih edilir.
Hakikatte, himmet ve teveccüh müntehide yoktur. Halbuki meczup himmet ve
teveccüh sahibidir. Talihlerin işleri için önayak olur; onları himmet ve
teveccühle yükseltir, isterse, kemale ulaştıranlasın.
***
Meczuplara gelen nihayet teveccüh odur ki: Daha önce ruha gelmiş idi; ama bunu
onlar unutmuştur. Onu, meczup olanlarla sohbet ettikleri için hatırlarlar.
İndirac volu ile. ikinci kere kalbi tevecühte hasıl olur. Ama, müntehilerin
sohbetinde hâsıl olan öyle değildir. Zira bu: Daha önce mevcud olmayan yeni bir
teveccühtür. Bu dahi, ruhun fenasına kalmıştır. Hatta, Hakkanî vücud ile beka
bulmasına..
Üstte anlatılan manadan anlaşılacağı üzere birinci, teveccühün husulü kolaydır.
îkinci teveccühün ise., bulunması zordur.
Her ne şey ki, kolaydır; o çoktur. Heı ne şey ki, zordur; o dahi azdır.
Üstte anlatılan mana icabı olarak şöyle dediler:
— Cezbe cihetinin tahsilinde şeyh vasıta değildir.
Çünkü bu nisbet, onun için başta hâsıl olmaktadır. O, vasıta ile tenbihe ve
talime muhtaçtır. Dolayısı ile o misillu şeyhe:
- Talim şeyhidir; terbiye şeyhi değildir.
Denmiştir.
Sülûk cihetinde mutlaka, kendisini iktida edilen bir şeyhe ihtiyaç vardır..
Yani: Sülûk menzillerini kat etmek için. Terbiyesi orada zaruridir.
***
Kendisine iktida edilen şeyh için yerinde olmaz ki: Misali anlatılan meczuba
umumî manada icazet vere.. Yani: Mütemekkin meczuba.. Ve onu, tekmil ve meşihat
makamına oturta..
Çünkü: Bazı taliplerin istidadı cidden yüksektir. En tamam şekilde de kemal ve
tekmil için kabiliyetleri vardır. Hali anlatıldığı gibi olan bir talip, öyle
bir meczubun eline düşerse., ondaki istidadın zay olma ihtimali vardır. O
kabiliyet dahi ondan zail olup gidebilir.
Üstte anlatılan mana için, bir misal verebiliriz. Meselâ: Bir yer vardır. Onda
buğday ekilmesine tam bir kabiliyet vardır. Şayet oraya güzel bir buğday tohumu
ekilir ise., istidadına göre, yeni taze buğday verir. Amma oraya güzel buğday
yerine,. düşük vasıflı buğday tohumu yahut, nohut tohumu ekilirse., bitki
vermesi şöyle dursun; o kabiliyet dahi zay olup gider..
***
Şayet kendisine iktida edilen şeyh, o mütemekkin meczuba icazet verip ruhsat
etmekte bir yarar görür ise., faydalı olmakta bir yarar bulur ise., onun
faydalı olmasını ve icazetini kayda bağlaması gerekir.
Meselâ: Kendisinden faydalanmak için yoluna bir talip çıkarsa., onun istidadını
zay etmemeli ve sohbeti ile onu boşa gidermemelidir.
Öyle bir riyasete geçtiği için, halkın da kendisine iktidası sebebi ile nefsi
tuğyan etmemelidir. Zira, henüz kendisinden nefsanî heva zail olmamıştır.
Çünkü: Nefsin tezkiyesi yoktur.
Şayet bilirse ki: Talibin kendisinden istifade etmesi son bulup kendisinin ona
faydalı olması dahi nihayete ermiştir; talibin istidadında dahi yükselmeye
kabiliyet vardır, bu manayı ona açıklaması gerekir. İşini, başka şeyhte
tamamlaması için, ona izin vermelidir, müntehi olduğunu açıklamamalıdır ki:
insanların yolunu kesen durumuna düşmeye.. Yani: Bu hile ile..
Hasılı, kendisine iktida edilen şeyh o meczub-u mütemekkine bu misillu şartlan
hatırlatmalı; onun haline vaktine münasip bildiği şeyleri bildirmelidir.
Anlatıldığı manada tam bir vasiyet ettikten sonra, ona izin vermelidir.
Rücuu olan müntehinin, faydalı olup kemale erdirmesinde üstte anlatılanın
benzeri kayıtlara ihtiyaç yoktur. Zira onun camiiyet durumu sebebi ile, bütün
tarikatlar ve istidadlarla münasebeti vardır. Böyle oluhca, mümkündür ki: Her
şahıs, istidadı ve münasebeti kadar ondan faydalana.. Eğer sür'atle almakta ve
ağır almakta bir değişiklik var ise., bu dahi kendisine iktida edilen şeyhin
sohbetindeki kuvvet ve zayıf münasebette tasavvur edilir. Ama, ondan faydalı
olmaya geçmekte, asıl olarak herkes müsavidir.
***
Kendisine iktida edilen şeyh, talibe faydalı olduğu sırada, Sübhan Hakka iltica
edip onun sağlam bağına yapışmalıdır. Yani: Bu şöhret zımnında Süblıan Hakkın
mekrinden korktuğu için. Hatta ona uygun düşer ki: Bütün işlerde, Sübhan Hakka
iltica etmekten ayrılmaya. Bu işler, vakitlerin hepsinde, Sübhan Allah'ın
kendisine ihsan ettikleridir.
Yalnız o iş için değil; bütün hallerde ve fiillerde Allah-ü Taâlâ'ya ilticayı
devam ettirmelidir.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük fazlın
sahibidir.» (62/4)
***
İKİNCİ MAKSAD
Bu, sülûk beyanındadır.
Bilesin ki, bir talip sülûk yolu ile üste teveccüh ettikte; terbiyesine verilen
isme ulaştığı ve onda istihlâke vardığı, onda fena bulduğu zaman; kendisine
fena itlakı sahih olur. O isimde beka bulduğu zaman dahi, ona beka ıtlâkı kabul
edilir.
İşbu fena ve beka ile, velâyet mertebelerinin ilki ile müşerref olur.
Lâkin burada sözü açıp tafsil etmek zarureti vardır.
BİR MANADA AÇIKLAMA..
Yüce Mukaddes Hakkın zatından gelen feyz iki çeşittir.
Birinci çeşidi şu hususlara aittir: İcad, ibka, yaratmak, rızık vermek,
diriltmek, öldürmek ve., benzeri işler..
İkinci şeçidi ise., şunlara dairdir: İman, marifet, sair velâyet ve nübüvvet
kemalâtı..
Birinci çeşitten olanlar, yalnız sıfatlar vasıtası ile gelir..
İkinci çeşitten olanlar ise., bazıları sıfatların vasıtası, bazıları da şüunat
vasıtası ile gelir.
Şüunat ile sıfatlar arasında ince bir fark vardır ki; bunlar ancak, evliya
arasında Muhammedi meşreb olan bazı teklere açıklanır. Bu hususta konuşan
olduğu da bilinmiyor.
Hülâsa: Sıfatlar hariçte, zat üzerine faaladan bir vücud ile mevcuddur.
Şüunat ise., zatta mücerred itibarlardır.
Bu bahsi, bir misalle izah edelim. O misal de şudur: Su, tabiî olarak;
yukarıdan aşağı iner. Bu, tabii bir fiildir. Şu vehmin itibarını verir ki:
Hayat, ilim, kudret, irade onda vardır. Bunun gibi, erbab-ı ilim dahi,
ağırlıkları dolayısı ile yukarıdan aşağı inerler. İlimlerinin iktizası budur.
Üst cihete teveccüh edemezler.
İlim, hayata tabidir. İrade dahi ilme tabidir. Kudret dahi sabittir.
İrade, güç yetirilen iki şeyin birini tahsisdir.
Anlatılan müsbet itibarlar, yani: Suyun zatında mevhum olarak.. Şüunat
menzilesindedirler. Bu itibarların varlığı ile, suyun zatına zaid sıfatlar
isbat ederlerse., zaid bir vücudla mevcud sıfatlar menzilesinde olurlar.
Birinci itibara göre su için şöyle denmez:
— Diridir, bilicidir. İrade sahibidir.
Bu isimlerin ona ıtlak edilmesinin sağlam olması için, onda zaid sıfatların
bulunması sabit olmalıdır.
Meşayihten bazılarının ibarelerinde olduğu gibi, suya anlatılan isimlerin
ıtlâkı, şüun ve sıfatlar arasında fark olmadığına mebnidir. Anlatılan
sıfatların nefyi hükmü dahi, aynı şekilde fark olmadığına mahmuldür.
Şüun ve sıfatlar arasında bir başka fark dahi şudur: Şüun makamı, şan sahibine
dönüktür; ama sıfat makamı böyle değildir.
***
Allah'ın Resulü Muhammed S.A. onun kademi üzere olan evliya.. İşte bunlara
ikinci feyzin ulaşması, şüunat vasıtası iledir.
Sair peygamberlere ve onların kademinde olan velilere ise., bu feyzin hatta ilk
feyzin ulaşması sıfatlar vasıtası iledir.
Derim ki:
— Resulûllah S.A. efendimizin terbiyesine gelen isim, ikinci feyzin ona geliş
vasıtası ilim şe'ninin zillidir. Bu şe'n, bütün şuunu camidir; hem icmali olan,
hem de tafsili olanı.. Lâkin, ilim şe'ninin ona şümulü itibarı ile.. Yani:
Bizzat değil..
***
Bilinmesi gerekir ki, bu kabiliyet, her nekadar zat ile ilim şe'ni arasında bir
berzah ise de; lâkin onun bir ciheti lâlevnî (renksiz) ki bu: Zat cihetidir,
onun için levni berzahta zuhura gelmez. Dolayısı ile. bu berzah, diğer cihetin
rengine girmiştir; bu dahi ilim şe'nidir. Şüphesiz, bu sebepten ötürü, onun
için:
— Bu şe'nin zillidir.
Dedik.
Keza, bir şeyin zilli o şeyin zuhurundan ibarettir. İsterse bir benzer ve bir
misal olsun.. Yani: İkinci mertebede..
Berzahın husulü, iki tarafın husulünden sonra olduğu için; şüphesiz mükâşefe
zamanında bu berzah o şe'nin altında inkişaf etmektedir. Zarurî olarak, bu
zuhur itibarı ile zül ıtlakı münasip gelmiştir.
***
Resulûllah S.A. efendimizin kademinde olan evliyadan bir taifenin terbiyesine
gelen isimler ise., bu kabiliyet-i camiiyenin zılâlıdır. O mücmel zilim
tafsilleri gibidirler.
Sair peygamberlerin terbiyesine gelen isimler, birinci ve ikinci feyzin
kendilerine ulaşmasına vasıta, mevcud zaid sıfatlarla zatın ittisaf
kabiliyetleridir.
Onların kademlerinde olan evliyadan bir taifenin terbiyesine olanlar ise.,
yani: Birinci ve ikinci feyzin gelmesi Hakkında., sıfattır.
Resulûllah S.A. efendimize birinci feyzin gelmesinde vasıta, bütün sıfatlarla
zatın ittisaf kabiliyetidir Sair peygamberlere feyizlerin gelmesine vesileler
durumunda bulunan kabiliyetler, bu kabiliyet-i camianın zılâlı gibidirler. Bu
mücmel olan toplu mana için, tafsiller gibidirler.
Resulûllah S.A. efendimizin kademinde olan bir başka taifeye feyzin ulaşması
ise., bir başka durumda olup sıfatar halindedir.
Muhammedi meşreb olanlara; birinci feyzin ulaşması için vesile olanlar ile,
ikinci feyzin ulaşması vasıtaları arasında mugayeret vardır. Ama, bunlardan
başkaları için durum böyle değildir. Onlar için her iki feyzin vasıtası da
aynıdır.
Resulûllah S.A. efendimizin terbiyesinde olan manayı; bazı meşavih, ittisaf
kabiliyetine inhisar ettirdi. Bunun menşei dahi şüun ve sıfaı arasında fark
olmayışıdır. Hatta şüun makamlarına ilim dahi olmayacak..
Hakkı yerine getiren Allah'tır. Bu yola hidayet eden de odur.
Burada şu mana taHakkuk etmiş oldu ki: Resulûllah S.A. efendimizin
terbiyesindeki Rablar Rabbıdır; şüun makamında ve sıfatlar yerinde.. Hem de her
iki feyzin ulaşmasında..
Şu dahi bilinmiş oldu ki: Resulûllah S.A. efendimizin velâyet kemalâtı mertebelerinin
feyiz vusulü; zattan gelişinde zaid bir şeyin tavassutu yoktur. Zira şüun,
zatın aynıdır. Onda ziyadelik itibarı, aklın kabul edemeyeceği cinstendir.
Anlatılan manadan ötürüdür ki: Zati tecelli. Resulûllah S.A. efendimize
mahsustur.
Resulûllah S.A. efendimizin kâmil manada tabileri; feyzi onun yolundan
aldıkları için, onlara dahi bu makamdan nasib vardır.
Diğerlerine gelince, onlara feyzin ulaşması için; arada sıfat vasıta olmuştur.
Sıfat dahi, fazladan bir varlıkta mevcut olduğundan: arada sağlam bir kale
duvarı meydana gelmiştir. Dolayısı ile, onların mütaayyini sıfatlara bağlı
tecellilerdir.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki: Kabiliyet-i ittisaf, her nekadar itibari olsa da;
zaid bir vücudu yoktur. Sıfatlar ise., ittisaf kabiliyetleri olmadan mevcud
olmuştur. Ama, kabiliyetler, zât ile sıfat arasında, hatla şüun ile sıfatlar
arasında berzahlar gibi olduklarından, iki tarafın rengini almak dahi, berzahın
şanı olduğundan; kabiliyetler de, sıfatların rengini aldı ve hail olma durumu
hâsıl oldu.
Bir şiir:
Dostun az ayrılığının azlığı yoktur;
Göze gelen kıl yarım dahi olsa çoktur..
***
Bu beyandan anlaşıldı ki: Yüce Mukaddes Zat hicapsızdır; şühudî tecelliye
münafi değildir; lâkin vücudî tecelliye münafidir.
Anlatılan mana icabı olarak; Resulûllah S.A. efendimize gelen velâyet kemalâtı
canibinde hail yoktur. Ama feyz-i vücudînin vusulünde arada hail hâsıl olur. Bu
dahi, daha önce anlatıldığı gibi, ittisaftır.
***
Şöyle bir şey denemez:
— Şüun ve kabiliyetleri, aklî itibarlardan olmaları icabı, onlar için zınni
vücud olmak lâzım gelir. Netice olaraktan da, sıfat hicapları haricî olup şüun
hicapları dahi ilmîdir.
Biz de bunun için, şöyle deriz:
— Zihnî mevcud. iki haricî mevcud arasında hicab olamaz. Çünkü, harici mevcud
hicapları, ancak haricî mevcud olur. Öyle olduğukabul edilse bile, bazı
maarifin husulü ile, ilmi hicabın aradan kalkması mümkündür. Ama haricî olan
böyle olamaz; çünkü, onun zevali mümkün değildir.
***
Üstte anlatılan mukaddimeleri bildikten sonra.. Sana malum olsun ki..
Muhammedi meşreb olan salikin:
— Seyr-i ilellah..
Adı verilen son seyri, o şe'n zilimin ismidir ki. kendisinin terbiyesine
gelmiştir. Bu işimde fena bulduktan sonra; fenafillah ile müşerref olur. O
isimde beka bulduğu zaman ise., kendisine bekabillah müyesser olur.
Anlatılan fena ve beka, Resulûllah S.A. efendimize mahsus olan velâyet
mertebesinin ilkine dahildir. O velâyet sahibi zata salât selâm ve tahiyyet..
Amma bir salik, Muhammedi meşreb olmayınca, bir sıfatın kabiliyetine veya bir
sıfatın kendisine ulaşır ki; terbiyesine gelen odur.
Bu isimde, yani: Sıfatta veya ulaştığı kabiliyette fena bulduğu zaman, onun
için:
— Fanifillah.,
Itlakı olmaz. Onunla baki olduğu takdirde: Bakibillah dahi olamaz. Çünkü, Allah
ismi, bütün şüun ve sıfatları cami olan mertebeden ibarettir. Şüun cihetindeki
ziyadelik dahi itibarî olduğundan: ŞUUR zatın aynı olmaktadır. Bir parçası,
diğer kalan parçanın aynıdır.
Fena dahi tek itibara göredir ki; bütün itibarlardadır; hatta zata fenadır.
Beka dahi aynı şekilde tek itibara göredir; yani: Bütün itibarlarda bekadır.
İşbu suretledir ki:
— Fanifillah ve bakibillah..
Itlakı yerinde olur. Ancak, anlatılanın hilafı, sıfatlar canibinde olmaktadır.
Sıfatlar ise., zat üzerine, ziyadeden bir vücudla mevcuddurlar; zata dahi mugayirdirler.
Hatta bir parçasının dahi, diğerine karşı mugayereti vardır. Böyle olunca, bir
sıfatta fena bulmak, onların bütününde fena bulmayı gerektirmez. Bekada dahi
durum budur. Dolay ısı ile onun için şöyle denmez:
— Fanifillah ve bakibillah..
Yani: Üstte anlatılan manada fani ve baki için.. Sahih olan şöyle denmesidir:
— Bir sıfatta fani.. Veya bir sıfatta baki.. Yani: İlim sıfatında fani., aynı
sıfatta baki..
Üstte anlatılan mana icabı olarak; Muhammedi meşreb olanların fena bulmaları
daha tamam; zaruri olarak bekaları daha mükemmeldir.
Uruc-u Muhammedi şüun canibine olduğu zaman; asla âlemle şüun arasında bir
münasebet yoktur. Çünkü, âlem sıfatların zillidir:
Şüunların değil.. Bundan lâzım geldi ki: Salikin fenası, mutlak fenayı
gerektiren bir şe'nde ola.. O kadar ki: Salikin vücudundan bir bakiye kalmaya..
Hatta ondan bir eser bile kalmaya.. Beka takdir edildiği zaman dahi, durum
böyle olmalıdır. Tamamı ve külliyeti ile o şe'nde baki olmalıdır. Amma,
sıfatlarda fani olanın durumu böyle değildir. Zira o Tamamı ile nefsinden
sıyrılamaz; eseri zail olup gitmez. Zira salikin varlığı, o sıfatın eseri ve
onun zıhıdır. Asıl olan ise., zili varlığını tamamı ile giderici olamaz. Bunda
olan beka dahi, fena mikdarınca olur.
***
Muhammedi olan beşeri sıfatlara rücu etmekten emindir: behimiyet mertebesine de
reddedilmekten mahfuzdur.. Çünkü o: Bütünüyle, nefsinden soyunmuştur; Sübhan
Zat ile baki olmuştur. Bu takdire göre, onun için avdet memnudur.
Amma, sıfatlarda fena suretinde durum, anlatıldığı gibi değildir. Salikin vücud
eseri baki olduğu için, burada avdet mümkündür.
Ve., mümkündür ki: Vâsıl olan kimsenin rücu edeceği ve rücu etmeyeceği,
Hakkındaki ihtilâf anlatılan cihetten ola..
Gerçek olan şu ki: Eğer Muhammedi ise., avdetten mahfuzdur: aksi halde
tehlikededir.
Fena bulduktan sonra salikin vücud eserinin zevali Hakkındaki ihtilaf dahi aynı
manayadır. Bazıları bu manada aynın ve eserin zeval bulacağına kail olmuştur.
Bazıları da. eserin zeval bulacağına cevaz vermemiştir. Bu babda hak olan şu
ki: tafsilata girile.. Şu da bir gerçek: Eğer salik olan Muhammedi ise., onun
aynı da gider; eseri de. Değil ise., eseri ondan zail olmaz.. Çünkü, onun aslı
olan sıfatın aslı baki olup başlıca onun zilimin vezali mümkün değildir.
Burada bir incelik vardır; bilinmesi gerekir.
— Aynın ve eserin zevali.
Cümlesinden murad, şühudî olup vücudî değildir. Çünkü, vücudi zevale kail
olmak, ilhad ve zındıklıktır. Bu taifeden bir cemaat zevali, vücudi zeval
olarak tasavvur edip mümkinin eseri zevalinden kaçtılar. Zira Öyle bir şeyi de
ilhad ve zındıklık bilmişlerdir. Amma, hakikat, Sübhan Hakkın bildirmesi
sonunda, yaptığım tahkikattır.
Asıl şaşılacak durum şu ki: Zeval-i vücudiye kail olmakla kalmaz; zeval-i ayne
dahi kail olurlar. Bilmezler ini ki: Vücudun aynının zevaline kail olmak,
eserin dahi zevaline hüküm gibi olup ilhacu ve zındıklığı gerektirir.
Hülâsa: Aynde ve eserde vücudi zeval muhaldir. Ama şühudi olarak, her ikisinde
dahi mümkündür; hatta vakidir. Ama bu: Muhammedi meşreb olanlara mahsustur.
Zira Muhammedi olanlar, tamamı ile kalbden soyunur; mukallib-i kulüp ile
ittisal ederler. Onlar, hallerin takallübünden halâs bulmuş; siva namı ile yad
edilen her evden hür olmuşlardır.
Onlardan başkaları için, eserin vücudu lâzım olduğu, takallüb-ü ahval onların
vakit kazançları olduğuna göre; bunlar için kalb makamından halâs yoktur. Zira,
hallerin takallübü ve asarın vücudu; hakikat-ı camia-ı kalbiye şubelerindendir.
Dolayısı ile, başkalarının şühudû daima hicapta olur. Matlubun hicabı dahi,
salik vücudunun bekaya sübutunun miktarınca olur. Eser baki kaldıkça, işte
hicap o eser olur.
***
MARİFET..
Bir salik, bilinmeyen bir sülûk yolundan, kendi terbiyesine gelen ismin
üstündeki mertebelerden bir mertebeye ulaşırsa., o mertebede dahi fani ve
müstehlek olursa., ama o isme vâsıl olmadan., bu surette dahi onun için:
— Fenafillah..
İtlakı caiz olur. Keza, o mertebede beka dahi böyledir.
Bu isim için, fenafillah tahsisi itibaridir. Çünkü: Fena mertebelerinin ilk
mertebesi durumundadır.
***
MARİFET..
Sülûkler çeşitlidir.
Bazılarının sülûkü, cezbe takaddümü olmadan olur.
Bazılarında dahi cezbe, sülûkten evveldir.
Bir cemaate ise., sülûk menzillerini kat ederken cezbe hâsıl olur.
Bazılarına dahi, sülûk menzillerini aşmak nasib olur; ama kendileri cezbe
sınırına ulaşmazlar.
Cezbenin önce gelmesi, mahcuplar içindir. Kalan kısımlar ise.. muhibbin zümresi
ile alakalıdır.
Muhibbin olan zümrenin sülûkü ise., makamat-ı aşereyi tertib ve ta; sil üzere
aşmaktan ibarettir.
Mahbubin zümrenin sülûkünde ise., makamat-ı aşerenin hulâsası hâsıl olur.
Bunlarda tertibe ve tafsile hacet yoktur.
***
Vahdet-i vücud ilmi, meselâ: îhata, sereyan, maiyet-i zatiye., bütün bunlar,
önde ve ortada gelen cezbeye bağlı şeylerdir. Has sülûk ve müntehilerin cezbesi
ile bu misillu ilimlerin münasebeti yoktur. Aynı şekilde, müntehilere mahsus
Hakkalyakin ile tevhid-i vücudiye ait ilimler arasında dahi bir münasebet
yoktur.
Herhangi bir yerdeki, tevhid-i vücudî erbabı makamına münasib olaraktan,
meczupların makamına mahsus Hakkalyakin beyan edilmiştir: o Müptedi veya
mutavassıt meczuplara mahsus Hakkalyakindir.
***
MARİFET..
Meşayihten bazısı şöyle dedi:
— Talibin meşgalesi, cezbeye ulaştığı zaman; bundan sonra onun delili o
cezbedir; kendisine yeter.
Yani: Artik onun bir başka tavassuta ihtiyacı kalmaz. O cezbe, kendisine yeter.
O zat, bu cezbe ile, seyrifillah cezbesini murad etmiş ise., evet, ona yeter.
Lâkin orada geçen:
— Delil..
Lafzı, böyle murad etmeye münafidir. Zira, seyrifillahtan sonra mesafe yoktur
ki; onun kat edilmesi için de delile ihtiyaç duyulsun.
Sülûkten önce gelen cezbe dahi burada murad edilmemiştir. Nitekim, ibareden
malum olan mana dahi budur.
Anlatılan manalara bakılarak, zarurî olarak onunla murad, mutavassıtın cezbesi
olduğu belli olur. Onun dahi, matluba vusul için kifayeti malum değildir,
çünkü: Mutavassıtlardan pek çokları, bu cezbenin husulü zamanında, yükseklere
çıkmaktan yana oturup kalmışlardır. Sanmışlardır ki: Bu cezbe, nihayet
cezbesidir.
Üstteki izahtan da anlaşılacağı üzere, eğer bu cezbe onlara yeterli olsaydı,
onları yolda bırakmazdı.
Evet.. Eğer bu önce gelen cezbe, mahbubin ile alâkalı cezbe olursa., o zaman
yeterli olur. Bu cezbenin, inayet zinciri ile, mahbubları çekip götürmeye
mecali vardır; onları yolda bırakmaz. Lâkin, bu yeterli olmak, bütün cezbelere
verilir ise., memnudur; olmaz.
Bir cezbe, işini sülûke götürür ise., yeterli olur. Aksi halde meczup verimsiz
olur ve mahbublardan da olmaz.
***
HATİME..
Meşayihten bir taife şöyle dedi:
— Zatî tecelli, şuuru izale eder; hissi muattal kılar.
Bazıları da, bu manada halinden haber verdiğine göre: Bu zatî tecellinin zuhura
geldiği sırada yere düşmüş; uzun bir müddet o şekilde hissiz ve hareketsiz
kalmıştır. Halta, insanlar sanmışlar ki: O öldü.
Bazıları dahi, bu tecelli sırasında konuşmaktan ve diğer halden men
edilmişlerdir.
Bu kelâmın hakikati şu ki: Bu tecelli, isimlerden bir ismin hicabıdır. Hicabın
bekası dahi. tecelli sahibinin, yani: Kendisine tecelli edilenin vücud
bakiyesinin eseri sebebi iledir. Şuursuzluk dahi o bakiye sebebi iledir. Eğer
tamamı ile fena bulup bekabillah ile müşerref olsaydı; ondan şuuru gitmezdi.
Bir şiir:
Yanar ateşe her kim ona dokunursa;
Ama nasıl yanar kendi ateş olursa..
***
Bu manada derim ki:
— O tecelli ki, hicaptadır; zatî tecelli değildir. Belki de bu: Sıfatlara bağlı
tecellidir.
Resulûllah S.A. efendimize mahsus olan tecelli hicapsızdır.
Hicabın varlığına alâmet, şuursuzluktur; şuursuzluk dahi uzaklıktan ötürüdür.
Hicabın olmayışının alâmeti ise., şuur varlığıdır. Şuur dahi, tam manası ile huzurda
olur.
Allah rahmet eylesin; büyüklerden biri asalet ve istiklâl ile bu tecelli
sahibinin halinden şöyle haber verdi:
Bayıldı gitti Musa sıfat tecellisinden;
Sen tebessümdesin zat-ı ilâhı gördüğünden..
*** I
Bu, kendisinde hicab olmayan tecelli, mahbub olan zümreye daimidir: muhib olan
zümreye ise., berkidir.
Çünkü: Mahbub olan zümrenin bedenleri, ruhlarının hükmünü almıştır: bu nisbet
dahi bütün külliyetlerine sirayet etmiştir. İşbu sirayet muhib olan
zümredendir. Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu :
— «Benim Yüce Allah ile bir vaktim olur»
Hadis-i şerifinde anlatılan:
— «V a k t..»
Manasından murad, tecelli-i berki değildir.
Resulûllah S.A. efendimiz, murad olanların başında gelir; bu tecelli dahi
kendisi için daimidir. Bu hadis-i şerif ile, belki de, o daimi tecellinin
hususiyetinden bir çeşidi beyan edilmiştir ki o: Ender ve az olur. Bu dahi
erbabına gizli bir mana değildir.
***
M A R İ F E T ..
Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu:
— «Allah ile benim bir vaktim vardır ki: oraya ne mukarreb melek, ne de mürsel
nebi girebilir..»
Hadis-i şerifin ifade ettiği mana üzerine iki kısma ayrılmışlardır: yani:
Meşayih.. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Onlardan bir taife:
— «Vakit..»
Lafzı ile, daimî olan vakti murad etmişlerdir. Bazıları dahi, ender olan vakte
kail oldular.
Hak olan mana şu ki: Vaktin devamlı oluşu ile, nadir olan vakittir. Bu taHakkuk
etmiş bir manadır. Bu manada işaret daha önce geçti.
Anlatılan manada, bu nadir olan vakit, bu Fakir katında dahi taHakkuk etmiştir.
Ama namazın edası sırasında.. Resulûllah S. A. efendimiz:
— «Gözümün nuru namazdadır.»
Manasına gelen hadis-i şerifi ile bu manaya işaret etmiş gibidir.
Yine, bu manaya işaret olarak, Resullullah S.A. efendimiz, bir başka hadis-i
şerifinde şöyle buyurdu:
— «Kulun, Rabbına en yakın olduğu an namazdadır.»
Yine bu manadan olarak, Allah-ü Taâlâ siyle buyurdu:
— «Secde et; yaklaş..» (96/19)
Her ne vakitte ki, ilâhî yakınlık orada daha fazladır; gayrıdan bizar olma
durumu orada daha fazladır.
Meşayihten bazısı; halinden, vaktinden, bu durumun kendisinde devamlı olduğunu
anlatarak demiştir ki:
— Namazdaki halim, namazdan önceki halim gibidir.
Ama bu durum, anlatılan hadis-i şerifin manasına münafidir. Anlatılan, nass: Bu
manada müsavatı ve istimrarı nefyeder.
Bu manada şunun bilinmesi gerekir ki. Vaktin istimrarı taHakkuk etmiş
durumdadır. Ancak, kelim şu husustadır: Vaktin istimrarı bulunması ile, o nadir
halet taHakkuk etmiş midir, yoksa etmemiş midir?.
Bu nadirattan olan vakte muttali olmayanlar onun nefyine kail olmuşterdır. Amma
bu makamdan haclarını alanlar, onu itiraf etmişlerdir.
Asıl gerçek olan şudur: O kimselere ki. Resulûllah'a tebaiyet dolayısı namazda
bir gönül birliği verilmiştir; bu yakınlık devleti hazzından nasib almışlardır;
bunlar azdan dahi azdır.
Sübhan Allah, kereminin kemali ile bu makamdan bize nasib versin; Muhammed
hürmetine.. Ona ve âline salât ve selâm..
MARİFET..
Erbab-ı sıfattan olan müntehiler, ilimlerde ve marifetlerde meczuplara
yakındırlar. Her iki taife de, şühudda bir vasıf üzeredir. Zira, her ikisi de,
erbab-ı kulubdandır.
Bu babda netice söz şu ki: Erbab-ı sıfat, tafsillere muttalidirler; amma,
meczuplar bu hususta onlardan ayrılırlar.
Erbab-ı sıfatın, kendisinde sülûk ve uruc vasıtası ile, ziyade yakınlığın üstüne
çıkmak vardır. Urucu olmayan meczuplara nisbetle bunların durumu budur.
Arada perdeler olsa dahi, meczuplar için:
— «İnsan sevdiği ile beraberdir.»
Hadis-i şerifinde belirtilen mana gereğince, asla yakınlık ve maiyet hükmü
itibar edilse, şaşılacak bir durum olmaz. Çünkü, meczupların da, mahabbette,
mahbuplar ile münasebeti vardır. Hicaplarla olsa dahi, zatî mahabbet, meczuplar
Hakkında dahi taHakkuk etmiştir.
***
MARİFET..
Bu taifeden bazılarının ibaresinde şöyle gelmiştir:
— Kutuplara sıfat tecellisi, efrada ise., zat tecellisi vardır.
Bu kelâmda, teemmüle yer vardır. Çünkü: Kutub, Muhammedi meşreptir.
Muhammedilere ise., zati tecelliden nasip vardır.
Evet, bu tecellide dahi, çok değişiklik vardır.
O yakınlık ki, efrad içindir; kutuplar için değildir. Lâkin, her ikisinin de
zatî tecelliden nasibi vardır.
Ancak şuna kail olabiliriz:
— Mümkündür ki, onun bu kutuptan muradı, kutb-u evtad ola..
Ki bu kutup: İsrafil'in a.s. kademi üzerine olup Muhammed kademi üzerine
değildir. Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin.
MARİFET..
Bir hadis-i şerif meali:
— «Allah-ü Taâlâ. Âdem'i kendi sureti üzerine yarattı.»
Halbuki Allah-ü Taâlâ, şebihten ve misalden münezzehtir.
Âdem'in ruhunu öyle bir surette yarattı ki, bu: Onun hulâsasıdır. İşbu suretin
ne benzeri vardır; ne de misali..
Sübhan olan Yüce Hak, lâmekânî olduğu için; ruh dahi aynı şekilde lâmekânîdir.
Ruhun bedenle olan bağlılığı, Sübhan Hakkın âlem ile olan bağlılığı gibidir. Ne
ondan hariçtir; ne de ona dahildir. Ne ona ittisal etmiştir; ne de ondan
munfasıldır.
Onda kayyumiyetten başka bir bağlılık anlayamayız. Zerrelerden her bir zerrenin
kıyamını sağlayan ruhtur.
Nitekim Yüce Allah dahi, âlemin Kayyumudur. Yüce Hakkın beden için kayyumiyeti
ruh vasıtası iledir.
Sübhan Hak katından bedene gelen her feyzin ilk uğrak yeri ruh olmaktadır.
Bundan sonra o feyz, ruh vasıtası ile bedene ulaşır.
Ruh bir misilsiz ve benzersizlik sureti üzerine yaratıldığına göre: Hiç şüphe
edilmeye ki, onda hakikî manada misali olmamak ve misli bulunmamak manası için
bir mecal vardır.
Bir kudsi hadiste şöyle buyuruldu:
— «Beni ne verim aldı, ne de semanı; lâkin, mümin bir kulumun kalbi beni alır.»
Bu mana böyledir: çünkü yer ve sema, büyüklük durumları olmasına rağmen ikisi
de imkân dairesine dahildirler. Benzeri ve misali olmak damgasını almışlardır.
Şebihten ve misalden mukaddes olan lâmekâni için onlarda yer yoktur. Zira
lâmekâni olanı, mekâni olan alamaz. Lâmisalî olan da misali olanda temekkün
edemez. Bu manadan ötürü, hiç şüphe edilmeye: Mümin kulun kalbinde genişlik ve
mecal taHakkuk etmiştir. Ki o: Lâmekâni olup misilden ve benzerden münezzehtir.
Burada hususî olarak, mümin kulun kalbi anlatılmıştır. Şuna binaen ki: Müminden
başkasının kalbi, lâmekâni evcinden düşmüştür: benzeri ve misali olmakla esirdir;
o durumun hükmünü almıştır. Anlatılan nüzul ve esaret sebebi ile imkân
dairesine dahil olunca da, mişaliyet iktisap edip o kabiliyeti de yitirmiştir.
Dolayısı ile, şu âyet-i kerimede belirtilen mananın hükmünü giymiştir.
— «Onlar, hayvanlar gbidir: belki de daha sapık..» (7/179)
Meşayihten her kim, kalbinin vüs'atından haber verir ise., onun muradı: Kalbin
lâmekâni oluşudur. Zira. mekâni olan, her nekadar geniş olsa dahi dardır.
Arşa bakmaz mısın?. Azametinin, genişliğinin olmasına rağmen: mekâni olduğundan,
lâmekâni olan ruh yanında bir hardal hükmünü almıştır: hatta daha da az..
Bu manada şunu da demek isterim:
Kalb, kıdem nurlarının tecelli mahalli olduğundan; hatta kıdem bekası
bulduğundan, arş ve içinde bulunanlar o kalbe düşecek olsalar, izmihlale uğrar
ve hiç bir şey durumunu alırlar. O derecede ki: Hiç bir eser dahi kalmaz.
Nitekim, Seyyid'üt - taife şöyle dedi:
Muhdes kadimle arkadaş olduğu zaman, kendisinin hiç bir eseri kalmaz.
Bu yekta olan bir libastır ki, hususî olarak ruhun boyuna göre dikilmiştir. Bu
hususiyet, meleklerde yoktur. Zira onlar, imkân dairesine dahil olmuşlardır:
misali manada sıfat almışlardır.
***
Yukarıda anlatılan manalar açısından bakılınca; şüphesiz insan, Rahman'ın
halifesidir. Bunda da şaşılacak bir durum yoktur. Zira, bir şeyin sureti, o
şeyin halifesidir. O ki, bir şeyin sureti üzerine yaratılmamıştır; onun
halifesi olmaya lâyık değildir. Mademki hilâfete de lâyık değildir; aslının
emanetini taşımaya da güç yetiremez.
Sultanın ihsanlarını, ancak onun taşıyıcıları çekebilir. Allah-ü Tabereke ve
Taâlâ şöyle buyurdu:
— «Biz, emaneti semalara, arza ve dağlara arz ettik; onu yüklenmekten
çekindiler. Onu, insan yüklendi. Çünkü o, zalum ve cahildir.» (33/72)
Yani: O, nefsine zulmeder; o kadar ki, vücudundan ve vücudunun tevabiinden
eser, hüküm bırakmaz. Cehaleti de çoktur. Maksuda mütaallik onun bir idrâki
yoktur. Matluba olan nisbeti Hakkında bir bilgisi de yoktur. Belki de, o yerde
idrâkten aciz kalmak idrâktir. Cehaleti itiraf dahi marifettir. Yüce Allah'a en
çok arif olanlar, en çok onda hayrete dalanlardır.
***
TENBÎH..
Bazı ibarelerde, Yüce Mukaddes Allah-ü Taâlâ'nın şanında zarfiyet ve mazrufiyet
vehmini veren ibareler geldiyse; bunu ibare meydanının darlığına vermelisin.
Kelâmdan murad ve maksud olan, ehl-i sünnetin görüşlerine mutabık kılınmalıdır.
***
MARİFET..
Âlemin büyüğü ve küçüğü Şanı Yüce Allah'ın esma ve sıfatının mazharlarıdır.
Zatî kemalâtın ve şüunatın aynalarıdır. O sübhan olan zat, gizli bir hazine,
saklı bir sır idi. Zatını, kapalı durumdan açık duruma arz etmeyi murad
etmiştir. İcmali dahi, tafsile getirmek dilemiştir. Bunun için de âlemi
yaratmıştır ki: Aslına delil olsun; hakikatma bir alâmet olsun.
Âlemle Yüce Yaratıcı arasında, onun mahluku olmaktan başka bir nisbet yoktur.
Onun, saklı kemalâtına da delildir. Bu mananın dışında kalan: İttihad, ayniyet,
ihata, maiyet cinsi hüküm; sekirden ve halin ağır basmasından gelir. Amma, o
büyükler ki, halleri istikamet üzeredir; ayıklık ve visal kadehinden
içmişlerdir; onlar bu gibi ilimlerden teberri eder ve bu misillu halden de
istiğfar ederler. Yol esnasmda onlardan bazılarına bu gibi ilimler gelmiş olsa
dahi, onlar bir başkasına geçip giderler. Kendilerine, şeriat ilimlerine
mutabık olarak, ezelî ilimler ihsan olunur.
Üstte anlatılan manayı bir misalle açalım..
Fenler sahibi derin bir bilgin vardır; saklı kemalâtını zuhur meydanına
çıkarmak diler. Gizli fenlerinin, açıkta görünmesini diler. Bunun için de,
harfler ve sesler icad eder. Ta ki: Bu harflerin ve seslerin perdesinde saklı
kemalâtı ve gizli tenleri meydana gelsin. Bu surette meydana gelen işte;
harflerle sesler arasında bir münasebet olmadığı gibi, saklı manalar arasında
dahi münasebet yoktur. Hatta o mucid alan alimle onlar arasında dahi bir
münasebet yoktur. Ancak, âlim olan onların mucididir; onlar dahi âlimin gizli
kemalâtına delildir. Durum böyle olunca:
— Bu harfler ve sesler, o mucid âlimin aynıdır ve o manaların aynıdır.
Sözünün manası kalmaz. Aynı şekilde ihata ve maiyet dahi, bu hadisede vaki
değildir. Elbette, o manalar eski sarafeti ile kalmaktadır.
Evet..
O manalar ve onun sahibi, harfler ve sesler arasında delil ve medlul olma
durumu olduğu için; çoğu kez hayalde, bazı zaid manalar ve vaki olmayan
vehimler meydana gelir. Halbuki o âlim ve o saklı manalar, hakikatte o zaid
nisbetten münezzeh ve müberradır. Bu sesler ve harfler hariçte mevcuttur. Ama
şöyle bir durum yoktur: Yalnız âlim ve manalar mevcut olup harfler ve sesler
vehim ve hayalâttır.
Yüce Allah'ın masivası olan âlemin durumu dahi öyledir; bunlar zıllî vücud,
tabiî bir oluş ile dışarıda mevcuttur; evham ve hayalât değildir. Çünkü böyle
bir mezhep sofestai mezhebidir. Bu manadan ötürü derler ki:
— Âlem, vehim ve hayallerden ibarettir.
Âlem için hakikat isbatı, onu vehimler ve hayaller olmaktan çıkaramaz. Elbet
mevcud olan hakikattir; âlem değil.. Zira âlem, o mefruz hakikatin ötesindedir.
***
TENBİH..
Âlemin mazhar olma durumu, isimlere ve sıfatlara aynalığı; isimlerin ve
sıfatların suretlerine mazhar oluşuna göredir. İsimlerin ve sıfatların
aynlarına (asıllarına) göre değil.. Çünkü, isimde müsemma gibi olup mir'at ile
ihata olunamaz; sıfat dahi mevsuf gibidir, kesin olarak mazhar ile mukayyed
olamaz.
Bir şiir:
Sübhan ismi yücedir olmaz misl-i zatı;
Vasfı dahi öyle, olmaz mazhar muhatı..
***
MARİFET..
Resulûllah SA. efendimizin kâmil tabilerine, ona tabi olmak vasıtası ile olsa
dahi, zatî tecelliden nasip vardır. Asaleten, işbu tecelli, Resulûllah S.A.
efendimizin hususiyetleri arasındadır.
Sair peygamberler için de, sıfat tecellisi vardır. Ama zat tecellisi, sıfat
tecellisinden daha faziletlidir.
Şunun da bilinmesi gerekir ki: Peygamberler için, sıfat tecellilerinde olan
yakınlık mertebeleri, bu ümmetin kâmil tabilerine yoktur. Tebaiyet yolu ile,
zat tecellisinin bulunmasına rağmen durum budur. Bu mana için, şöyle bir misal
verebiliriz:
Bir şahıs, uruc derecelerini aşarak, cemaline mahabbet icabı güneşe vâsıl olur.
O kadar yaklaşır ki; güneşle kendi arasında ince bir hailden başka bir şey
kalmaz.
Anlatılandan başka bir şahıs ise., güneşin zatına mahabbet i olmasına rağmen, o
mertebelere yükselmekten acizdir. İsterse kendisi ile güneş arasında asla bir
hail olmasın.
Bu durumda hiç şüphe edilmeye ki: Birinci şahıs güneşe daha yakındır; onun
dakik kemalâtını dahi iyi bilir.
Her kimdeki yakınlık ziyadedir; onun marifeti daha çoktur. Kendisi daha
faziletli ve kemalâtı daha çoktur.
Üstte anlatılan manadan ötürü: Bu ümmetin evliyasından hiç biri; ümmetlerin
hayırlısı olmasına rağmen, peygamberleri de daha faziletli iken;
peygamberlerden bir peygamberin mertebesine ulaşamaz. İsterse, en faziletli
olan makamdan, peygamberine mütabaat sebebi ile nasib hâsıl olsun. Zira asıl
külli fazilet peygamberlerindir. Onlara salât ve selâm olsun. Ama, evliya
onların uydusu durumundadırlar.
***
Bu mektupta son cümlemiz şu olsun:
Bunun için ve bütün nimetleri için Sübhan Allah'a hamd olsun.
Salât ve selâm, onun en faziletli peygamberine, bütün nebilere, resullere,
mukarreb meleklere, sıddıklara, şehidlere, salihlere..