21- Mezheb imâmlarına uymak sapıklık imiş.
- Ayrıntılar
- Kategori: Vehhabilere cevaplar
- Gösterim: 1749
21- Mezheb imâmlarına uymak sapıklık imiş.
21 - (Feth-ul-mecîd) kitabının üçyüzseksenbeşinci sayfasında, (Din imamlarının ictihâd yapmaları câizdir. Çıkardıkları hükmleri, delîlleri ile yazarlar. Bir kimse, eline geçen delîle, yâni âyete ve hadise uymayıp, imamının hükmüne uyarsa, bu kimse sapık olur. İmâm-ı Mâlik ve Ahmed ve Şâfi'î de böyle söyledi) diyor.
Ehl-i sünnetin bu üç büyük imamı ve hattâ imam-ı a'zam Ebû Hanîfe, bunu müctehid olan derin âlimler için söylediler. Bir müctehid, bir âyet-i kerime ve hadis-i şerif görünce, bu delîle uyar. Hiçbir müctehidin ve kendinin ictihâdlarına uyamaz. Çünkü, âyetin veya hadisin açıkça bildirdiği bir iş için ictihâd yapmak câiz değildir.
(Berîka) üçyüzyetmişaltıncı sayfada diyor ki, (Bizler, müctehid değiliz. Bize (Mukallid) denir. Bizim gibi mukallidler için, delîl, senet, fıkh âlimlerinin, yâni müctehidlerin sözleridir. Bildiğimiz âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, bunların sözlerine uymaz görünürlerse, onlara değil, bunların sözlerine uymamız lâzımdır. Bunlar, onları görmemiş veya görmüşler de anlıyamamışlar demek câiz olmaz). Yazar, Ahmed ibni Teymiyyeyi [İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda öldü.] ve talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyeyi müctehid biliyor. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden bunların anladıklarına uyup, din imamlarımızın ictihâdlarını beğenmiyor. Hâlbuki, kendisinin de yukarıda bildirdiği gibi, din imamlarımız ictihâd buyurdukları hükmleri bildirirken, dayandıkları âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri birlikte yazmışlardır. Kitabın müellifi, din imamlarına uyan Ehl-i sünneti, Allahü teâlânın kitabını bırakıp da, papalarına, hahamlarına uyan hıristiyanlara ve yahudilere benzetiyor. Müslümanlara müşrik diyecek kadar alçaklaşıyor. Kendisi, müctehid olmıyan câhillere, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüklerini anlıyamıyanlara uyduğu için, kendisinin dalâlette olduğunu anlıyamamaktadır. Eğer anlıyabilseydi, ne güzel olurdu. İbni Âbidîn, Tahâreti anlatmaya başlarken diyor ki, (Müctehidlerin delîllerini, senetlerini, mukallidlerin araştırmaları, anlamaları lâzım değildir). Vehhâbî yazar, buna da inanmıyor. Mu'âz hadisini yazıyor. Hâlbuki, bu hadis-i şerif, onun sapık inanışlarını çürütmektedir. Memleketinin îcâbı olarak arabî dilini iyi bildiğinden, her sözünü isbât etmek için bir çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif yazıyor. Aklı ermediği, mantık ve muhakemesi olmadığı için, vesika sanarak yazdığı âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin, kendi savunmalarının bozuk, çürük olduğunu açığa vurduğunu anlıyamıyor. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin talebesine karşı (Âyeti, hadisi alınız! Benim sözümü bırakınız) buyurduğunu da yazıyor. Müctehidler için söylenmiş olan bu sözlerin, bizim gibi ve İbni Teymiyye, İbni Kayyım, Muhammed Abdüh [Abduh 1323 [m. 1905] de Mısrda öldü.] ve Seyyid Kutb [Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda öldürüldü.] ve Mevdûdî gibi mukallidler için de olduğunu sanıyor. Bunların bir mezhep imamının kitaplarını okuyup öğrenmeleri ve mezhep imamına uyarak saadete kavuşmaya çalışmaları lâzımdır.
Üçyüzdoksanüçüncü sayfada, (Münâfıkları Allahü teâlâya ve Resûlüne çağırırsanız, yüzçevirirler, gelmezler), âyet-i kerimesini yazarak, Ehl-i sünneti bu münâfıklara benzetiyor. (Ehl-i sünnete âyet, hadis gösterilince, bunlardan yüz çevirip mezhep imamlarına uymakta ısrâr ediyor, müşrik oluyorlar) diyor.
Burada da, Ehl-i sünnet olan müslümanlara iftirâ etmektedir. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları yanlış, bozuk mânalara inanmadığımız için, bize doğru yoldan ayrıldı diyor. Buna deriz ki, biz bu âyet-i kerimelerden yüz çevirmiyoruz. Bu âyet-i kerimelere değil, sizin bunlara verdiğiniz yanlış mânalara uymayız. Bu âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin mânaları, sizin anladığınız gibi değildir. Bunların doğru mânalarını Peygamberimiz Eshâb-ı kirâma anlattı. (Ehl-i sünnet) âlimleri de Eshâb-ı kirâmdan sorup öğrendiler. Anladıklarını, kitaplarına yazdılar. Açık bildirilmiş olanlarını açık olarak yazdılar. Kapalı bildirilmiş olanlarını da, ictihâd buyurup anladıkları gibi açıkladılar. Biz o büyük âlimlerin anlayıp yazdıklarına uyuyoruz. Mezhepsizlerin yanlış anladıklarına uyarak aldanmak istemiyoruz. Kitaptan ve sünnetten ayrılan, bizler değil, sensin diyoruz.
(Üsûl-ül-erbe'a fi-terdîd-il-vehhâbiyye) kitabının dördüncü aslında, fârisî olarak buyuruyor ki, islâm dîninin hükmlerini biz câhillere derin âlimler ve olgun sâlihler bildirdi. Bunlar, (Muhaddisler) ve (Müctehidler)dir. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri incelemişlerdir. Doğru olanlarını ayırmışlardır. Müctehidler de, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden ahkâm çıkarmışlardır. Biz, ibâdetlerimizi ve bütün işlerimizi bu ahkâma uygun olarak yaparız. Resûlullahın zamanından çok uzak olduğumuz ve nassların nâsih ve mensûh olanlarını ve muhkem (mânası açık) ve müevvel (mânası açık olarak anlaşılamıyan) olanlarını ve birbirine uymaz görünenlerinin uygun olduklarını anlıyamadığımız için, bir müctehidi taklîd etmemiz lâzımdır. Çünkü müctehid, Resûlullahın zamanına yakın olduğu için ve derin âlim ve çok takvâ sahibi ve hükm çıkarmakta mehâret sahibi olduğu ve hadis-i şeriflerin mânalarını iyi anladığı için, onun anladığına uymaktan başka çâre yoktur. Böyle olmıyan bir kimsenin Nasslardan, yâni Kitaptan ve sünnetten hükm çıkarmasının câiz olmadığını, mezhepsizlerin çok büyük âlim dedikleri İbni Kayyım Cevziyye [Muhammed ibni Kayyım 751 [m. 1350] de vefât etti.] (İ'lâm-ül-mukî'în) kitabında bildirmektedir. (Kifâye) kitabında diyor ki, (Âmî olan [yâni, müctehid olmıyan] kimse, bir hadis-i şerif işitince, bundan kendi anladığına göre iş yapması câiz olmaz. Belki, onun anladığından başka mâna verilmesi Îcap eder. Yâhut mensûh olabilir. Müctehidin fetvâsı ise, böyle şüpheli değildir.) (Tahrîr) şerhi olan (Takrîr)de de böyle yazılıdır. Bunda, (Mensûh olabilir) dedikten sonra, (Fıkh âlimlerinin bildirdiklerine uyması lâzımdır) demektedir. Seyyid Semhûdî, (İkt-i ferîd) kitabında diyor ki: Hanefî âlimlerinin büyüklerinden İbn-ül-Hümâm, [İbnülhümâm Muhammed 861 [m. 1456] da vefât etti.] İmâm-ı Ebû Bekr-i Râzînin, (Avâmın Eshâb-ı kirâmı taklîd etmekten men edilmelerini ve bunların sonra gelen âlimlerin kolay anlaşılan, kısmlara ayrılmış olan ve açıklamaları yapılmış olan sözlerine uymaları lâzım olduğunu, derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir) sözünü haber vermiştir. 1119 [m. 1707] senesinde vefât etmiş olan Muhibbullah Bihârî Hindînin (Müsellem-üs-sübût) kitabında ve bunun (Fevâtih-ur-rahemût) şerhinde, (Avâmın Eshâb-ı kirâmı taklîd etmekten men olunmalarını ve bunların, islâmiyeti açıklıyan, sözleri kolay anlaşılan, kısmlara ayırmış olan âlimlere uymaları lâzım olduğunu derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Takıyyüddîn Osman ibnüs-Salâh Şehir-i zûrî 577 [m. 1181]-643 [m. 1243], dört imamdan başkasını taklîd etmenin câiz olmadığını buradan çıkarmıştır) demektedir. (Şerh-i minhâc-ül-üsûl)de diyor ki, (İmâm-ül-Haremeyn, (Burhân) kitabında, avâm Eshâb-ı kirâmın mezheplerine uymamalıdır. Din imamlarının, yâni dört mezhep imamının mezheplerine tâbi olmalıdırlar demektedir). [İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik Nişâpûrî Şâfi'î 478 [m. 1085] de vefât etti.]
İslâm âlimlerinin yukarıda yazılı icmâ'larına uymıyanların sapık oldukları anlaşılır. Çünkü, Eshâb-ı kirâm cihâd ile, islâmiyeti yaymak ile uğraştıkları için, tefsîr ve hadis kitapları hazırlamaya vakit bulamadılar. Resûlullahın nûru, Onların mübârek kalblerine o kadar çok işledi ki, kitaptan öğrenmeye ihtiyaçları kalmadı. Herbiri, bu nûrun kuvveti ile, doğru yolu bulurdu. Asırların en iyisi [olan birinci asır] bitince, fikirlerde, bilgilerde ayrılıklar hâsıl oldu. Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbiînden nakledilen haberler, birbirlerine uymaz oldu. Hak yolu arıyanlar şaşırdılar. Allahü teâlâ, lutf ederek, bu ümmet-i merhûme arasından sâlih, müttekî dört âlimi seçti. Nasslardan hükm çıkarmak üstünlüğünü bunlara ihsân eyledi. Bunları taklîd ederek bütün müslümanların hidâyete kavuşmalarını diledi. Bunları taklîd etmeyi Nisâ sûresinin ellisekizinci âyetinde emretti. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Ey îman edenler! Allaha itaat ediniz ve Resûle itaat ediniz ve Ülül-emrinize itaat ediniz!) buyurdu. Burada Ülül-emr, ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimler demektir. Böyle âlimler de, herkesin bildiği dört büyük imamdır. Yâni meşhûr olan dört mezhebin imamlarıdır. Bu âyet-i kerimedeki Ülül-emr denilen üstün kimselerin, müctehidler olduğunu, Nisâ sûresinin seksenikinci âyeti açıkça bildirmektedir. Bu âyet-i kerimede, (Ülül-emr, Nasslardan ahkâm çıkarabilen âlimlerdir) denilmektedir. Bazıları, Ülül-emr, hâkimler, vâlîler demektir dedi. Bu söz, nasslardan ahkâm çıkarabilen hâkimlerdir demek ise, doğrudur. Bunlar, âlim oldukları için, Ülül-emrdirler. Hâkim oldukları için değil! Dört halîfe ve Ömer bin Abdülazîz böyle idi. Câhil, fâsık veya kâfir olan emîrler böyle değildir. Çünkü, hadis-i şerifte, (Hiçbir kimsenin, günaha sebep olan sözüne itaat edilmez!) buyuruldu. [Fakat, kanûnlara karşı gelmek, hükûmete isyân etmek, hiçbir zaman câiz değildir. Müslümanlar, her zaman hükûmeti desteklemelidir. Hükûmet zayıflarsa, fitne, ihtilâl hâsıl olur. Bunlar ise, en kötü hükûmetten daha fenadır.] Lokman sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Bilmediğin birşeyi bana şerîk yapmaklığın için uğraşırlarsa, onların bu emirlerine itaat etme!) buyuruldu. Hadis-i şerif, Ülül-emrin ne demek olduğunu açıkça bildirmektedir. Abdüllah Dârimînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ülül-emr, fıkh âlimleridir) buyuruldu. İmâm-ı Süyûtî (İtkân) ismindeki tefsîrinde, ibni Abbâsın (Ülül-emr, fıkh ve din âlimleridir) dediğini yazmaktadır. (Tefsîr-i kebîr)in üçüncü cildinin üçyüzyetmişbeşinci sayfasında ve imam-ı Nevevînin [Yahyâ Nevevî 676 [m. 1277] de Şâmda vefât etti.] (Müslim şerhi) ikinci cildinin yüzyirmidördüncü sayfasında ve (Me'âlim) ve (Nişâpûrî) tefsîrlerinde de yazılıdır. Âyet-i kerimelerin ve hadis ve tefsîr âlimlerinin bu açık beyanları, müctehidlere itaat etmek lâzım olduğunu gösterdiği gibi, mezhepsizlerin (Allahdan ve Peygamberden başkasına itaat etmek şirk ve bid'attir) sözlerinin bozuk ve saçma olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu konuda birçok hadis-i şerif ve haberler de vardır. Bunlardan:
I - Resûlullah, Mu'âz bin Cebeli Yemene hâkim olarak gönderirken, (Orada nasıl hükm edeceksin?) buyurunca, Allahın kitabı ile dedi. (Allahın kitabında bulamazsan?) buyurdu. Allahın Resûlünün sünneti ile dedi. (Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?) buyurunca, ictihâd ederek, anladığımla dedi. Resûlullah, mübârek elini Mu'âzın göğsüne koyup, (Elhamdü lillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü, Resûlullahın rızasına uygun eyledi) buyurdu. Bu hadis-i şerif, Tirmüzîde ve Ebû Dâvüdda ve Dârimîde yazılıdır. Ülül-emrin müctehid demek olduğunu ve buna itaat edenden Resûlullahın râzı olduğunu, bu hadis-i şerif açıkça göstermektedir.
II - Ebû Dâvüdün [Süleymân Ebû Dâvüd Sicstânî 275 [m. 888] de Basrada vefât etti.] ve İbni Mâcenin bildirdikleri hadis-i şerifte, (İlm üçtür: Âyet-i muhkeme, Sünnet-i kâime ve Farîdat-i âdile) buyuruldu. (Eşi'at-ül-leme'ât) ismindeki (Mişkât) şerhi, bu hadis-i şerifi, fârisî olarak açıklarken, (Farîda-i âdile, Kitaba ve sünnete uygun ilimdir. İcmâ'a ve Kıyâsa işarettir. Çünkü, İcmâ' ve Kıyâs, Kitaptan ve Sünnetten çıkarılmaktadır. Bunun için, İcmâ' ve Kıyâs, Kitaba ve Sünnete muâdil ve müsâvî tutuldu ve Farîda-i âdile denildi. Böylece, ikisi ile amel etmenin vâcib olduğu tenbîh buyuruldu. Hadis-i şerifin mânası, dînin kaynağı dörttür: Kitap, Sünnet, İcmâ' ve Kıyâs demek oldu) demektedir.
III - Ömer-ibnül-Hattâb, Şüreyhi kâdı olarak gönderirken, (Allahın kitabında açık olarak bildirilene bak. Bunu başkasından sorma! Burada bulamazsan Muhammed aleyhisselâmın Sünnetine tâbi ol! Burada da bulamazsan, ictihâd et ve anladığına göre cevap ver!) buyurdu.
IV - Hz. Ebû Bekre davâcı gelince, Allahü teâlânın kitabına bakardı. Burada bulduğuna göre hükm ederdi. Burada bulamazsa, Resûlullahdan işittiğine göre cevap verirdi. İşitmemiş ise, Eshâb-ı kirâmdan sorup, Onların icmâ'ı ile hükm ederdi.
V - Abdüllah ibni Abbâsa birşey sorulunca cevabını Kur'an-ı kerimde bulup, cevap verirdi. Kur'an-ı kerimde bulamazsa, Resûlullahdan işittiğini söylerdi. İşitmemiş ise, Ebû Bekr ile Ömere sorardı. Cevap alamaz ise, kendi re'yi ile bulup hükm ederdi.
Şimdi, Müctehid âlimlere sormak, dört mezhep imamlarına sormak demek olduğunu açıklıyalım! Eshâb-ı kirâmın asrından ve ondan sonraki asırda n, bu zamana kadar, bütün müslümanlar, bu dört imamı taklîd etmişler. Bunlara itaat etmekte icmâ hâsıl olmuştur. (Ümmetim dalâlet olan birşeyde icmâ yapmaz!) ve (Allahü teâlânın rızası, icmâ'dadır. Cemaatten ayrılan, Cehenneme gider) hadis-i şerifleri, bu icmâ'ın sahih olduğunu açıkça göstermektedir.
Dört imamı taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren ikinci vesika, İsrâ sûresinin yetmişbirinci âyetidir. Bu âyet-i kerimede, (O gün, her fırkayı imamları ile çağırırız!) buyurulmaktadır. Kâdı Beydâvî, bu âyet-i kerimenin tefsîrinde, (Her ümmeti kendilerine reîs yaptıkları Peygamberleri ve dinde uydukları kimselerin ismleri ile çağırırız) dedi. (Medârik)de de böyle yazılıdır. (Me'âlim-üt-tenzîl) tefsîrinde (İbni Abbâs, kendilerini dalâlete veya hidâyete sürükliyen devlet reîsleri ile çağrılır dedi. Sa'îd bin Müseyyib [Sa'îd bin Müseyyib 91 [m. 710] da Medînede vefât etti.] ise, her kavm, kendilerini hayra ve şerre sürükliyen reîslerinin yanına toplanırlar dedi) demektedir. Tefsîr-i Hüseynîde ve (Ruh-ul-beyan)da (Mezhebinin imamı ile çağrılırlar. Meselâ, yâ Şâfi'î yâhut yâ Hanefî denilir) demektedir. Bundan anlaşılıyor ki, kâmil ve mükemmil olan imamlar kendilerine tâbi olanlara şefaat edeceklerdir. (Mîzân)da diyor ki, şeyh-ul-islâm İbrâhîm-ül-Lâkânî vefât edince, bazı sâlihler, bunu rü'yâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı dediler. (Suâl melekleri beni oturtunca, imam-ı Mâlik gelip böyle bir kimseye, Allahü teâlâya ve Resûlüne îmandan sorulur mu? Bunu bırakınız dedi. Beni bıraktılar) cevabını verdi. [İbrâhîm ibn-ül-Lâkânî, mâlikî kelâm âlimi olup, 1041 [m. 1632] de vefât etmiştir.] Yine (Mîzân) kitabında, (Tasavvuf büyükleri ve fıkh âlimleri, kendilerine tâbi olanlara şefaat ederler. Ruh teslim ederken ve kabirde Münker ve Nekîr suâl ederken ve Haşrda, Neşrde, Hesapta, Sırâtta yanında bulunurlar. Onu unutmazlar. Tasavvuf büyükleri, kendilerine tâbi olanları, bütün korkulu yerlerde kollayınca, müctehid imamlar korumaz olurlar mı? Bunlar, mezhep imamlarıdır. Bu ümmetin bekçileridirler. Sevin ey kardeşim! Dört mezhep imamlarından dilediğini taklîd et de saadete kavuş!). Görülüyor ki, kıyâmet günü, herkes mezhep imamının ismi ile çağrılacaktır. İmâm, kendisini taklîd edene, şefaat edecektir. Dört mezhep imamlarının herbiri böyle yüksek idi. Allahü teâlâ, Lokman sûresinin onbeşinci âyetinde, (Bana inâbet edenin yoluna tâbi ol!) buyurdu. Bu dört büyük imamın, Allahü teâlâya inâbet, rücû' etmiş oldukları sözbirliği ile bildirilmiştir.
Taklîd etmenin vâcib olduğunu bildiren üçüncü delîl, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyet-i kerimesidir. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerimede meâlen, (Hidâyet yolunu öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme sokarız!) buyurmaktadır. İmâm-ı Şâfi'î hazretlerine İcmâ'ın delîl olduğunu gösteren âyet-i kerime hangisidir diye sordular. Kur'an-ı kerimi üçyüz kere okuyarak delîl aradı. Cevap olarak, bu âyet-i kerimeyi buldu. Bu âyet-i kerime, müminlerin yolundan ayrılmağı haram ettiği için, bu yola uymak vâcib olur. Nesefî Abdüllah, [Nesefî 710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât etti.] (Medârik) tefsîrinde, bu âyet-i kerimeyi açıkladıktan sonra, (İcmâ'ın delîl olduğunu ve Kitaptan, Sünnetten ayrılmak câiz olmadığı gibi, icmâ'dan ayrılmanın da câiz olmadığını bu âyet-i kerime göstermektedir) yazılıdır. (Beydâvî) [Beydâvî Abdüllah 685 [m. 1286] da Tebrîzde vefât etti.] tefsîri de, bu âyet-i kerimeyi açıklarken, (Bu âyet, icmâ'dan ayrılmanın haram olduğunu gösteriyor. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak vâcib olur) diyor. Bu ümmetin sâlihleri, âlimleri, (bir mezhebi taklîd etmek vâcibdir. Mezhepsiz olmak büyük günahtır) dediler. Âlimlerin bu sözbirliğinden ayrılmak, bu âyet-i kerimeden ayrılmak olur. Çünkü, Allahü teâlâ, İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz, insanlar için hayrlı ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder. Fena şeyleri men edersiniz) buyurdu. Bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğin fena olduğunu bildirdiler. Mezhepsiz olmayınız dediler. Bunun için, mezhepsiz olmak câizdir diyerek, âlimlerin bu sözlerinden ayrılan, bu âyet-i kerimeyi inkâr etmiş olur.
Suâl: Kadyânîler [Ahmed Kadyânî 1326 [m. 1908] de Hindistânda öldü.] ve Niçerîler ve diğer mezhepsizler mümin değil midir? Bunlara uymak da, müminlerin yolunda olmak değil midir?
Cevap: Bu mezhepsizlerin âlimleri, (Edille-i şer'ıyye)nin dört kaynağından yalnız ikisine uyduklarını söyliyorlar. Diğer ikisini kabûl etmiyorlar. Böylece, müslümanların çoğunun yolundan ayrılıyorlar. (Ehl-i sünnet vel-cemaat) yolundan sapıyorlar. Bunlara uymak, insanı Cehennemden kurtarmaz. (Şî'î)ler, (Hâricî)ler, (Mu'tezile), (Cebriyye) ve (Kaderiyye) fırkalarında olanlar da, kendi âlimlerine tâbi olduklarını söyliyorlar. Mezhepsizlerin, o fırkalara verdikleri cevapları, biz de mezhepsizlere cevap olarak söyleriz.
Bir mezhebi taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren dördüncü delîl, Nahl sûresinin kırküçüncü ve Enbiyâ sûresinin yedinci âyet-i kerimesidir. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmiyenlerin, bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Âyet-i kerimede, sorup öğrenmek herkesten ve din câhillerinden değil, âlimlerden sormak ve bilinmiyenleri sormak emrolunmaktadır. Bunun için, bir kimse, yapacağı şeyi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde arayamaz, bulamazsa, taklîd ettiği mezhebin müctehidinden sorup [yâhut mezhebin âlimlerinin kitaplarından okuyup] öğrenmesi lâzım olmaktadır. Sorup, öğrendiğine göre yapan kimse, o müctehidi (Taklîd) etmiş olur. Sormaz veya müctehidin sözüne uymaz, inkâr ederse, mezhepsiz olur.
Âyet-i kerimede bildirilen (Zikir ehli) kimdir? Mezhep imamı demek midir? Yoksa, câhil din adamları mıdır? Bunun cevabını, hadis-i şerif bildiriyor: İbni Merdeveyh Ebû Bekr Ahmedin bildirdiği ve Enes bin Mâlikin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse namaz kılar, oruç tutar, hac ve gazâ eder. Fakat münâfıktır) buyurulunca, (Nifâkı nerden gelmiştir?) denildi. (İmâmına tân ettiği [beğenmediği] için münâfıktır. Onun imamı, zikir ehlidir) buyuruldu. [İbni Merdeveyh Isfehânî, 410 [m. 1019] da vefât etti.] Bundan anlaşılıyor ki, âyet-i kerimedeki (Ehl-i zikr), Ülül-emr demektir. Ülül-emrin ne demek olduğu, birinci delîlde bildirilmişti. Sahih olan kavle göre, Ülül-emr, ulemâ-i râsihîn ve dört mezhebin imamlarıdır. (Ancak akıl sahipleri anlar) ve (Elbet akıl sahipleri anlar) ve (Ey akıl sahipleri, ibret alınız!) meâlindeki âyet-i kerimeler, dört mezhep imamlarının üstünlüklerini göstermektedirler. Biraz arabî, fârisî öğrenip, zâhidlerden, takvâ ehlinden ve Allah adamlarından feyz almamış olan ve Nasslara, yâni âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere kendi kısa görüşlerine göre mâna veren câhil ve sapıklar, mezhep imamlarının üstünlüklerinden çok uzaktırlar. Bu mezhepsizler, (Tefsîr ilminden haberi olmadan, Kur'an-ı kerime kendiliğinden mâna verenler, Cehennemde, ateşten kazıklara oturtulacaklardır) ve (Bir zaman gelecek, din âlimi kalmıyacak. Câhiller din adamı yerine geçirilerek, bilmeden fetvâ vereceklerdir. Bunlar, doğru yolda olmıyacak ve herkesi, doğru yoldan çıkaracaklardır) hadis-i şeriflerinde bildirilen sapıklardır. (Mişkât) kitabında, Câbir diyor ki, yolculukta, arkadaşlarımdan birinin başı yaralandı. Mıska yapmak câiz olur mu dedi. Câiz olmaz, başını yıka denildi. Yıkadı. Öldü. Medîneye gelince, Resûlullaha haber verdik. (Onun ölümüne sebep oldular. Allahü teâlâ da onları öldürsün. Bilmediklerini niçin sorup öğrenmediler? Cehlin ilâcı, sorup öğrenmektir!) buyurdu. Bu sahâbîler, daha çok bilenlerden sormadan, kendiliklerinden fetvâ verdikleri için, çok sert sözle karşılaşıp, kendilerine, (Allahü teâlâ, onları öldürsün!) buyurulunca, şimdi din adamı geçinen bir kimsenin islâm âlimlerinin kitaplarını okumadan, kendi boş kafası ve kısa görüşü ile Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere mâna vermeye kalkışmasına, böylece, müslümanların dinlerini, îmanlarını bozmasına ne denileceği meydandadır. Böyle kimseye, din, îman hırsızı demek yerinde olur. Allahü teâlâ, hepimizi böyle din hırsızlarının zararlarından muhâfaza buyursun! Âmîn. İbni Sîrin buyuruyor ki, (Dîninizi kimden öğrendiğinize dikkat ediniz!). [Muhammed ibni Sîrin, 110 [m. 729] da Basrada vefât etti.] Ebû Mûsel Eş'arî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olduğu hâlde, Abdüllah bin Mes'ûdün yanında fetvâ vermekten çekinir. (Bu ilim deryasının yanında bana birşey sormayınız) derdi. Çünkü, Abdüllah ibni Mes'ûd, Ebû Mûsel Eş'arîden daha âlim idi. Fıkh bilgisi daha çok idi. İmâm-ı Şâfi'î, derin âlim olduğu hâlde, imam-ı a'zam Ebû Hanîfenin mezarı yanında iken, sabah namazında kunût okumağı ve rükü'dan kalkarken iki eli kaldırmağı terk ederdi. Bunun sebebini sorana, (O yüce imama olan edebim, huzurunda, Onun ictihâdına uymıyan iş yapmama mani oluyor) buyurmuştu. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, böyle büyük bir islâm âlimi idi. Onun büyüklüğünü anlıyabilmek için, imam-ı Şâfi'î gibi âlim olmak lâzımdır. Bu büyük âlim, İmâm-ı a'zamın kabirde diri olduğunu bilmiş, Onun huzurunda, Onun mezhebine uymıyan iş görmekten sakınmıştır. Evet, bu büyük imamlar fıkh ilminin mütehassısları idi. Buhârînin bildirdiği, (Allahü teâlâ, birine iyilikler vermek isterse, Onu fıkh âlimi yapar) hadis-i şerifindeki müjdeye kavuşmuşlardı. [İmâm-ı Muhammed Buhârî, hadis âlimlerinin reîsi olup, 256 [m. 870] da Semerkandda vefât etmiştir.]
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, islâm ahkâmını, fıkh âlimlerinden, mezhebinin müctehidlerinden öğrenmek lâzımdır. Hadis-i şeriflerden ve tefsîrden öğrenmemelidir. (Herkes, bir iş için yaratılmıştır) hadis-i şerifi, bu sözümüzün vesikasıdır. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri inceleyip, sahihlerini ayırmak için yaratıldı. Tefsîr âlimleri, Kur'an-ı kerimin mânalarını doğru olarak anlayıp, bildirmek için yaratıldı. Bunların ikisi de, vazîfelerini yapmak için çok çalıştı. Maksadlarına kavuştular. Fıkh âlimleri de, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin nasslarından ahkâm çıkarmak için yaratıldı. Bu büyük âlimler de, bu ilmin son noktasına kadar yükseldi. Bizim gibi câhillerin işini kolaylaştırdılar. Derin ilimleri ile ve Allahü teâlânın kendilerine vermiş olduğu takvâ yardımı ile, nassların birbirine uygunsuz görünen yerlerini birbirine uydurdular. Muhkem olanlarını, tevilli olanlarından ayırdılar. Sonra gelmiş olanlarını, önce gelmiş olanlarından, nâsih olanlarını mensûh olanlarından ayırdılar. İşte bunun için, bu ümmet-i merhûmenin hepsi, yeryüzünün her tarafında, bu büyükleri taklîd etmeye sarıldılar. Bu imamların izinde bulunmağı, islâm ahkâmının anahtarı bildiler. Bütün Âlimler, Fâdıllar, Sâlihler, Müttekîler, Velîler, Kutblar, Evtâd ve Allah yolunda olanların hepsi ve Resûlullahın âşıkları, kendilerini islâm ahkâmının bu önderlerine teslim etti. Hadis âlimlerinin ve tefsîr mütehassıslarının ve fıkh bilgisinde müctehid olan yüce imamların bilgilerinin biraraya toplanmasından (dîn-i islâm) meydana geldi. Bizim gibi câhillerin ve şaşkınların bu din büyüklerine iktidâ etmemiz [uymamız, tâbi olmamız] vâcibdir. Kurtuluş yolu, ancak bu imamların gösterdiği yoldur. Ancak bu yola uyanlar kurtulur. Nefslerine uyup, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere kendi düşüncelerine göre mâna verenlere uyanlar felakete sürüklenir. En'âm sûresinin doksanıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, onlara doğru yolu gösterdi. Onların yoluna iktidâ et!) buyuruldu. Kendilerine hidâyet verilenler, mezhepsizler değil, mezhep sahibi olan yüce imamlardır.
Suâl: Kendilerine itaat etmemiz emrolunan Ülül-emr, müctehid olan imamlar olduğuna inandım. (Ehl-i zikr) denilen âlimler de bunlardır. Bunları taklîd etmemiz de vâcibdir. Bunların belli birini mi, yoksa hepsini mi taklîd etmek lâzım olduğu nerden anlaşılmaktadır? Bir işin dört imamdan herhangi birine uygun olması kâfî olur mu?
Cevap: İki veya üç yâhut dört imamı birlikte taklîd etmek mümkün değildir. Çünkü, dört imamın ictihâdlarının birbirlerine uymadığı çok iş vardır. Bir işi yapmaya biri vâcib, diğeri ise haram demiştir. Meselâ, deriden kan çıkınca, İmâm-ı a'zam, abdest bozulur dedi. İmâm-ı Şâfi'î bozulmaz dedi. Erkeğin derisi, kadının derisine değince, imam-ı Şâfi'î, ikisinin de abdesti bozulur dedi. İmâm-ı a'zam ise, ikisinin de bozulmaz dedi. İmâm-ı Mâlik ile imam-ı Ahmed bin Hanbel arasında da böyle ihtilâflar vardır. Böyle ihtilâflı olan işlerde, meselâ İmâm-ı a'zama uysa, diğerlerine uymamış olur. Diğer imamlara uygun yapan da, bu işte İmâm-ı a'zama uymamış olur. Böyle bir işi, dört mezhebe de uygun yapmak imkânsız olduğu gibi, üç imama ve iki imama birlikte uyarak yapılamıyacak işler çoktur. Böyle [ihtilâflı] işler, ancak bir imama uyarak yapılabilir.
Suâl: Bazı işleri bir imama uyarak, başka işleri de, başka bir imama uyarak, daha başkalarını da, üçüncü imama uyarak, başka işleri de, dördüncü imama uyarak yaparsak, dört imama da uymuş oluruz. Buna ne dersiniz?
Cevap: Böyle yapmak, dîni oyuncak yapmak olur. Helâl ve haram ortadan kalkar. Bu ise, memnû'dur. Haramdır. Müslimdeki hadis-i şerifte, (Münâfık, iki koç arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider. Bir ötekine gider) buyuruldu. Buhârîdeki hadis-i şerifte de, (İnsanların kötüsü, iki yüzlü olanlardır. Bazılarına bir yüz ile, başkalarına, başka yüz ile görünür) buyuruldu. Bunlar, Tevbe sûresinin otuzsekizinci âyetinde bildirilen kimselerdir. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Nesî, küfürde ziyâde olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helâl sayarlar. Başka sene ise, bu ayı haram sayarlar) buyuruldu. Yâni, birşeye, bir yıl helâl derler. Başka zamanda haram derler.
İbnül Hümâm, (Tahrîr-ül-üsûl) kitabında ve İbnül-Hâcib, (Muhtasar-ül-üsûl) kitabında ve (Dürr-ül-muhtâr)da, (Bir işi bir mezhebe göre yapmaya başladıktan sonra, bu işi ve buna bağlı olan işleri yapmaya devam ederken, bu mezhebi taklîd etmekten vazgeçmenin memnû' olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir) denilmektedir. [Osman ibni Hâcib-i Mâlikî, 646 [m. 1248] de İskenderiyyede vefât etti.] (Bahr-ür-râık)da (İmâm-ı a'zamı taklîd edenin, hep hanefî mezhebine tâbi olması vâcibdir. Zarûret olmadıkça, başka mezhebe göre iş yapması câiz değildir. Büyük âlim Kâsımın bildirdiği gibi, bir mezhebe göre amel edenin, bu mezhepten ayrılmasının câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmiştir) diyor. [Kâsım bin Katlûbüga Mısrî hanefî 879 [m. 1474] de vefât etti.] (Müsellem-üs-sübût) kitabında diyor ki, (Mutlak müctehid olmıyanın, âlim de olsa, bir [mutlak] müctehidi taklîd etmesi lâzımdır). Bu kitabı Muhibbullah Bihârî Hindî hanefî yazmış, 1119 [m. 1707] de vefât etmiştir.]
İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, [Şa'rânî 973 [m. 1565] de vefât etti.] (Mîzân) kitabının yirmidördüncü sayfasında diyor ki, (Ayn-ül-ülâya yükselmemiş bir âlimin, dört mezhepten birini taklîd etmesi vâcibdir. Taklîd etmezse, doğru yoldan sapar. Başkalarını da saptırır).
İbni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr)ın ikiyüzseksenüçüncü sayfasında diyor ki, (Âmînin mezhep değiştirmesi câiz değildir. Dilediği bir mezhebi taklîd etmesi lâzımdır). Âmî, müctehid olmıyan demektir.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî [Veliyyullah Dehlevî 1176 [m. 1762] de vefât etti.] (İkt-ül-ceyyid) kitabında diyor ki, (İctihâd derecesine yükselmemiş din adamının, hadis-i şeriften anladığı ile amel etmesi câiz değildir. Çünkü, hadis-i şeriflerin mensûh veya tevilli yâhut muhkem olduğunu ayıramaz). İbni Hâcib de, (Muhtasar) kitabında böyle yazmaktadır. Yine Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, (Füyûd-ül-Haremeyn) kitabında, Hanefî mezhebi, mezheplerin en kıymetlisidir. (Buhârî) kitabında toplanmış olan (sünnet-i Nebeviyye) yoluna en uygun olan, bu mezheptir) demektedir.
Dâtâ Genc-i Bahş-i Lâhorî, [Ali bin Osman Dâtâ Gencbahş 465 [m. 1072] de vefât etti.] (Keşf-ül-mahcûb) kitabında diyor ki, Yahyâ Mu'âz-ı Râzî Resûlullahı rü'yâda gördü. Yâ Resûlallah! Seni nereden arayıp bulayım, dedi. (Ebû Hanîfenin mezhebinde) buyurdu. [Yahyâ bin Mu'âz, 258 [m. 872] de Nişâpûrda vefât etti.]
İbni Hümâm, (Tahrîr) kitabında diyor ki, (Bir kimsenin, taklîd ettiği mezhebi, yâni ona uygun iş yapmaya başladığı mezhebi terk etmesinin câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmiştir).
Mevlânâ Abdüsselâm, (Cevhere) şerhinde diyor ki, (İbâdetlerde ve ictihâd ile yapılan işlerde, dört mezhepten birini taklîd eden kimse, böyle yaptığı işi, Allahü teâlânın emrine uygun olarak yapmış olur). [Abdüsselâm bin İbrâhîm Lâkânî Mâlikî, babasının (Cevheret-üt-tevhîd) manzûmesini şerh ederek, (İttihâf-ül-mürîd) ismini vermiş, 1078 [m. 1668] de Mısrda vefât etmiştir.]
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî, (Mebde' ve Me'âd) kitabında buyuruyor ki, (Hanefî mezhebinde, imam arkasında, cemaatin ayakta okumamasının haklı olduğunu, Allahü teâlâ bu fakire bildirdi).
Şâh Abdülazîz-i Dehlevî, (Allahü teâlâya şerîk yapma!) âyet-i kerimesinin tefsîrinde buyuruyor ki, (İtâ'at olunması farz olan kimseler altıdır: Din bilgilerinde müctehid olanlar, turuk-ı aliyye meşâyıhı,...). [Abdülazîz Dehlevî, 1239 [m. 1823] de Delhîde vefât etti.]
İmâm-ı Gazâlî, (Kimyâ-yı saadet) kitabında, emr-i mârufu anlatırken buyuruyor ki, (Taklîd etmekte olduğu mezhebe uygunsuz iş yapmaya, hiçbir âlim câiz dememiştir).
Abdülhak-ı Dehlevî, (Sifr-üs-saadet) kitabında diyor ki, (İslâm dîninin binâsı, bu dört direk üzerine kurulmuştur. Bir kimse, bu dört yoldan birine girerse ve bu dört kapıdan birini açarsa, başka yola geçmesi ve başka kapıya sarılması, abes ve lehv olur. İşlerinin düzenini bozmuş, doğru yoldan ayrılmış olur). Başka bir yerinde buyuruyor ki, (Âlimlerin sözbirliği ve âhır-zamanda müslümanlara en uygun yol, dört mezhepten birini taklîd etmektir. Din ve dünyanın düzeni böyle olur. Herkes, önceden dilediği mezhebi seçer. O mezhebi taklîde başladıktan sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, hiç şüphesiz, birinci mezhebe sû'i zannetmek olur. İşler ve sözler bozulur, karışır. Sonra gelen âlimler, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Doğrusu da budur. Hayr bundadır).
İmâm-ı Kuhistânî (Muhtasar-ı Vikâye) şerhinde, (Kitap-ül-eşribe)den önce diyor ki, (Mu'tezile gibi, hak yolun çeşidli olduğuna inananlar, âmînin [câhilin] mezhepleri dilediği gibi karıştırabileceğini söylediler. Ehl-i sünnet âlimleri, hak te'addüd etmez dedi ve âmînin belli bir imama uyması lâzım olduğunu bildirdiler. (Keşf) kitabı, bunu uzun anlatmaktadır. Her mezhepte mubâh olanları, kolay olanları araştırıp, bunları yapmaya, mezhepleri (Telfîk) denir. Böyle yapan, fâsık olur. Sa'îd bin Mes'ûdün (Tahâvî şerhi) bunu iyi anlatmaktadır). [Muhammed Kuhistânî Hanefî, 962 [m. 1508] de Buhârâda vefât etmiştir.]
Suâl: Mezhepleri (Telfîk) etmenin, din ile oynamak olduğuna inanan ve bir mezhebi taklîde başlayınca, başka mezhebe geçmenin câiz olmadığını kabûl eden kimse, kendi mezhebinin haklı olduğunu söylemez mi?
Cevap: Her mezhepte bulunanın böyle söylemesi için, vesikaları vardır. Burada, Hanefî mezhebine tâbi olmanın daha iyi olacağını gösteren vesikaları bildireceğiz. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit, dört mezhep imamları içinde, Eshâb-ı kirâma en yakın olanı, en âlim olanı, fıkhda en derin olanı, verâ'ı en çok olanı idi. İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî şâfi'î mezhebinde olduğunu bildirdiği hâlde, insâf ile, İmâm-ı a'zamı şöyle tanıtmaktadır: (Ona hiç kimse dilini uzatmamalıdır. Çünkü O, dört imamın en büyüğü, mezhebin ilk kurucusu, senetleri Resûlullaha en yakın olanı, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin yaşayışlarını en çok göreni idi. Her sözü Kitaba ve Sünnete dayanmaktadır. Kendi re'yi, düşüncesi ile hiç birşey söylememiştir). İmâm-ı Şa'rânî gibi büyük bir âlimin (Rabbânî âlim) dediği ve kendi re'yi ile hiçbir şey söylememiştir dediği bir yüce imam için ve talebeleri için, birkaç hadis âliminin (Eshâb-ı re'y) demeleri çok haksız bir isnâddır. Böyle söyliyenleri Allahü teâlâ af buyursun. [İmâm-ı a'zam, 150 [m. 767] de Bağdâdda, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, 973 [m. 1565] de Mısrda vefât etmişlerdir.]
Şâfi'î mezhebindeki büyük âlimlerden ibni Hacer-i Mekkî İmâm-ı a'zamı tanıtmak için ayrı bir kitap yazmıştır. Kitabının ismi (Hayrât-ül-hisân fî-menâkıb-in-Nu'mân)dır. [Ahmed Tahâvî Hanefînin (Ukûd-ül-Mercân fî-menâkıb-ı Ebî Hanîfet-in-Nu'mân) kitabı da meşhûrdur. Tahâvî, 321 [m. 933[ de vefât etti.]
Hanefî âlimlerinden ibni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr) kitabının önsözünde diyor ki, İmâm-ı a'zamın, büyüklüğünün şâhidi, mezhebinin en çok yayılmış olmasıdır. Diğer mezhep imamları, Onun bütün sözlerini senet olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, Onun zamanından, bu zamana kadar, her yerde Onun sözleri ile fetvâ verdiler. Evliyâdan çoğu, Onun mezhebine göre çalışarak kemâle geldiler. Anadolu, Balkan müslümanları, Hind, Sind ve Mâverâ'ünnehr [yâni Türkistân], yalnız Onun mezhebini bilirler. Abbâsî devleti, her ne kadar, cedlerinin mezhebinde idi ise de, kâdîlarının, hâkimlerinin, âlimlerinin çoğu hanefî mezhebinde idi. Beşyüz seneye yakın bu mezhebe göre amel ettiler. Bu devletin yerine kurulmuş olan Selçûkî ve sonra Harezmî melikleri ve büyük Osmanlı devleti hep hanefî idi.
Büyük âlim Muhammed Tâhir sıddîkî hanefî, 981 [m. 1573] de vefât etti. (Mecma'ul-bihâr fî-garâib-it-tenzîl ve letâ'if-il-ahbâr) kitabında diyor ki, (İmâm-ı a'zamdan Allahü teâlânın râzı olduğuna alâmet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırr-ı ilâhî olmasaydı, yeryüzündeki müslümanların çoğu Onun mezhebinde olmazdı).
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî (Mektûbât) ismindeki fârisî kitabının ikinci cildinin ellibeşinci mektûbunda buyuruyor ki, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe, Îsâ aleyhisselâma benzemektedir. Verâ ve takvâ nîmetine kavuştuğu için ve Sünnet-i seniyyeye uyduğu için, nasslardan ahkâm çıkarmakta ve ictihâd yapmakta, çok yüksek dereceye ulaşmıştır. Bazı âlimler, Onun bu derecesini anlıyamadılar. Onun ictihâd ile bulduğu şeyler, çok ince bilgiler oldukları için, Kitaba ve Sünnete uymıyor sandılar. Bu yüce imama, re'y sahibi dediler. Onun ilminin hakîkatine yetişemedikleri, Onun anladığını anlıyamadıkları için, böyle yanıldılar. Hâlbuki, imam-ı Şâfi'î, Onun anladığı bilgilerden, az birşey sezerek, (Fıkh âlimlerinin hepsi, fıkh ilminde, Ebû Hanîfenin talebesidir) dedi. Muhammed Pârisâ, (Füsûl-i sitte) kitabında, (Hz. Îsâ gökten [Şâma] inince ictihâd ve ameli imam-ı Ebû Hanîfenin mezhebine uygun düşecektir) buyurdu. Bu söz, belki yüce imamın Îsâ aleyhisselâma benzerliğini göstermektedir. Ellibeşinci mektûbundan tercüme burada tamam oldu. [Muhammed Pârisâ, Buhârânın büyük âlimi ve büyük Velî olup, 822 [m. 1419] de, Medînede vefât etti.]
Bu ümmetin Âlimlerinin, Sâlihlerinin [Velîlerinin] çoğu hanefî mezhebinde idiler. Mezhepsizlerin böyle bir âlime ve ilmi ile âmile dil uzatmaları ve mezhep taklîd edenlere kâfir sözleri, hattâ (Fıkh kitaplarını okuyan kâfir olur) gibi küstahca konuşmaları, (El-cerh-u a'lâ Ebî Hanîfe) ve başka kitaplarında açıkça yazılıdır. Bu nasipsizlerin, bu büyük ve mübârek imama böyle saldırmalarının sebebi acaba nedir? Bilmiyorlar ki, Ona düşmanlık, bu ümmet-i merhûmeye düşmanlıktır. (Üsûl-i Erbe'a) kitabının, dördüncü kısmında, buraya kadar yazılmış olanların çoğu, mevlânâ mahbûb Ahmed Müceddidî Emretserînin (Kitap-ül-mecîd fî-vücûb-it-taklîd) kitabından alındı.
Altıyüzaltmışbeş 665 [m. 1266] de vefât etmiş olan Ebül-Müeyyed Muhammed bin Mahmûd Hârezmînin toplamış olduğu (Müsned-i kebîr-i imam-ı Ebû Hanîfe) kitabı on nev'dir. Birinci nev'de, İmâm-ı a'zamı medh eden haberler ve eserler bildirilmiştir. [Haber, hadis-i şerif demektir. Eser, sahâbî sözü demektir.] Birinci nev'inde, Sadr-ül-kebîr Şeref-üd-dîn Ahmed bin Müeyyidin Hârezm şehrinde kendisine bildirdiği hadis-i şerifi yazmaktadır. Ebû Hüreyrenin bildirdiği bu hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında Ebû Hanîfe denilen biri gelecektir. O, kıyâmet günü ümmetimin ışığı olacaktır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen bir hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında biri gelecektir. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfedir. O, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen Enes bin Mâlikin bildirdiği hadis-i şerifte, (Benden sonra bir kimse gelir. İsmi Nu'mân bin Sâbittir. Künyesi Ebû Hanîfedir. Allahü teâlâ, dînini ve benim sünnetimi Onun elinde kuvvetlendirecektir) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen haberde, (Size, Kûfe şehrinde gelecek birini bildiriyorum. Künyesi Ebû Hanîfedir. Kalbi ilim ve hikmet ile doludur. Âhır zamanda, (Benâniyye) denilen kimseler, Onun yüzünden helâk olacaklardır) buyuruldu. Mezhepsizler bu hadis-i şeriflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl oldukları iyi bilinmiyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelmiş olanlara kusur olmaz. Bu hadis-i şerifler, (Kütüb-i sitte)de yoktur derlerse, hadis-i şeriflerin sayısı, Kütüb-i sittede bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadis kitaplarında da sahih hadislerin çok bulunduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. Tirmizîde yazılı, Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Îman Süreyyâ yıldızına gitse, Fâris ehlinden biri, onu geri getirir) buyuruldu. Bunun İmâm-ı a'zamı bildirdiği muhakkaktır. (Üsûl-i erbe'a)dan tercüme burada tamam oldu. [Bu kitabı fârisî olarak Muhammed Hasen Cân Serhendî Müceddidî yazmış, 1346 [m. 1928] da Hindistânda ve 1975 de İstanbulda basılmıştır. Hasen Cân, 1349 [m. 1931] de Pâkistân Haydarâbâdda vefât etti.]
İmâm-ı Abdürrahmân Süyûtînin (Dürr-ül-mensûr) kitabında, Hâkimin [Hâkim Muhammed bin Abdüllah 405 [m. 1014] de Nişâpûrda vefât etti.] Abdüllah ibni Mes'ûddan bildirdiği hadis-i şerifte, (Önce inen kitaplar, bir harf yâni kelime idi ve birşeyi bildirirlerdi. Kur'an-ı kerim yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirmektedir: Zecr (yasak), Emr, Helâl, Haram, Muhkem (açık bildirilenler), Müteşâbih (açıkça anlaşılamıyan) ve Misâller. Bunlardan, helâli helâl biliniz! Haramı haram biliniz! Emredilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâye olanlardan ibret alınız! Muhkem olanlara uyunuz! Müteşâbih olanlara inanınız! Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz!) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, vehhâbî kitabının dörtyüzaltıncı sayfasında de yazılıdır. Süriyede Hamâda Sultan câmii hatîb ve müderrisi allâme Muhammed Hâmid, (Lüzûm-ü ittibâ'ı mezâhib-il eimme) kitabında, hanefî mezhebini uzun anlatmakta ve dört mezhepten birine tâbi olmanın vâcib olduğunu isbât etmektedir. Kitap 1388 [m. 1968] de yazılmış, 1984 de İstanbulda ofset ile tekrar basılmıştır. [İmâm-ı Süyûtî 911 [m. 1505] de Mısrda vefât etti.]
Anasayfaya dön | Kapak Sayfası |
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri |