Feteva-i Hindiye

Vedi'a

KİTABÜ'L-VEDÎ'A..

(EMÂNETLER)

1- EMÂNET BIRAKMA VE VEDÎA'NIN MÂNASI, RÜKNÜ, ŞARTLARI VE HÜKMÜ  

Emânet (=Vedîa) Ne Demektir

Vedîa'nın Rüknü.

Delâleten Emanet

Emânetin Şartları

Emânetin Hükmü.

2- EMÂNETİ BAŞKASININ ELİNDE MUHAFAZA ETMEK..

3- EMÂNETTE MUTEBER OLAN VE MUTEBER OLMAYAN ŞARTLAR..

4- EMANETİN ZAYİ OLMASI HALİNDE EMANET BIRAKILAN ŞAHSIN. BUNU ÖDEYİP ÖDEMİYECEĞİ

5- EMÂNETİN BİLİNMEMESİ (= MEÇHÛLİYETİ) 14

6- EMANET BIRAKILAN ŞEYİ GERİ İSTEMEK VE EMANETİN BAŞKASINA VERİLMESİNİ EMRETMEK..

7- EMANETİ GERİ VERMEK.. 19

8- EMANETİ VEREN VEYA ALAN ŞAHSIN AYNI KİMSE OLMAMASI

9- EMANET HUSUSUNDA VAKİ OLAN İHTİLAF VE BU KONUDAKİ ŞEHÂDET 

10- EMANET KONUSUNDA ÇEŞİTLİ MES'ELELER.


KİTABÜ'L-VEDÎ'A
 
(EMÂNETLER)

 

1- EMÂNET BIRAKMA VE VEDÎA'NIN MÂNASI, RÜKNÜ, ŞARTLARI VE HÜKMÜ
 
Emânet (=Vedîa) Ne Demektir

 

Emânet: Emin sayılan veya emin ittihaz edilen bir kimsenin yanında bulunan ve başkasına ait olan maldır.

Vedîa: Bir (veya birden çok) kimseye, hıfzetmesi (= koruması) için emanet olarak bırakılmış olan mal demektir.

îdâ: Bir malın muhafaza edilmesini, başka bir şahsa —sarahaten veya delâleten— havale etmektir.

Buna İdâa ve İstîda'da denir.

Mûdî: Bir malın muhafaza edilmesini, başka bir şahsa havale eden kimsedir.

Buna müstevdi' de denir.

Mûda': Bir malın muhafazasının kendisine havale edilmesini kabul eden kimse demektir.

Buna, vedi ve müstevdi' de denir.

Emânet: Bir kimenin, malını, muhafaza etmesi için başkasına havale etmesi demektir. Emîn (- Doğru, güvenilir) bir kişinin yanına bırakılan mal da emanet edilen şeydir. Kenz'de de böyledir. [1]

 

Vedîa'nın Rüknü
 

Vedianın Rüknü: Emânet veren şahsın, alan şahsa: "Bu malı, sana emânet eyledim." demesi veya bu anlamda bir söz söylemesi yahut bu makamda bir iş yapması; bunun da, kendisine emanet bırakılan kişi tarafından sözle veya fiille kabul edilmesidir. Tebyîn'de de böyledir.

Emânet bazan açık bir şekilde îcap ve kabul ile bazan da açık delaletle  olur.   Emanet  bırakan  şahsın:   "Sana  emanet  bıraktım." diğerinin de: "Ben de kabul eyledim." demesi gibi...

Bırakılan şeyi muhafaza hususu, ancak böyle söylemekle tamam olur. Emanet hakkındaki icap ise, yalnız tamam olur.

Meselâ: Bir adam, kendisinden zoraki bir şey alan şahsa: "Zoraki aldığın şeyi sana emanet ettim." derse; bu durumda gasbeden şahıs, —o şey zayi olursa— gasıb tazminattan berî olur. (= kurtulur.) Her ne kadar, kabul etmemiş olsa bile, —icaptan dolayı— bu böyledir.

Muhafazaya gelince, o kendisine emanet bırakılan şahsın kabuliyle tahakkuk eder. [2]

 

Delâleten Emanet
 

Delâleten Emanet: Bir şeye emânet bırakıldığı zaman, emanet bırakılan şahsın bir şey söylememesi veya emanet bırakan şahıs: "Bu, senin yanında emanettir." deyince, diğerinin susması gibi... durumlarda söz konusu olur. O zaman, emanet vaki olur. Hatta emanet bırakılan zat kaybolsa, bu emaneti tazmin eder. Çünkü; bu emaneti örfen kabul eylemiştir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir. [3]

 

Emânetin Şartları
 

Emanetin çeşitli şartlan vardır:

1) Malın sabit olup, elde olması kabil olan şeylerden olması: Kaçan köleyi, havada uçan kuşu, denize düşen malı emanet koymak

sahih olmaz. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.

2) Emânet bırakan kişinin akıllı olması: Deliden emanet kabul etmek sahih olmaz.

Aklı yetmeyen sabîden (= küçük çocuktan) de emanet kabul edilmez.

Bize göre, emanet bırakan şahsın bülüğa ermiş olması şart değildir. Ticarete izinli olan sabîden emanet kabulü sahihdir.

Keza, emanet bırakan şahsın hür olması da şart değildir: Ticarete izinli kölenin emaneti sahihdir.

Ticaretten men edilmiş sabinin emaneti sahih olmaz.

Keza, emanet alanın da hür olması şart değildir: İzinli kölenin emanet alması sahilidir. Çünkü, sözleşme ahkâmı, onun üzerine de terettüp eder.

Ticaretten men edilmiş kölenin emanet alması ise sahih olmaz. Bedâi'de de böyledir. [4]

 

Emânetin Hükmü
 

Emânetin Hükmü: Emâneti alan şahsın, onu koruması, emanet edilen malın, onun yanında bulunması ve sahibi isteyince, onu sahibine eda etmesidir. Şemnî'de de böyledir.

Emânet bırakılan mal, emaneti olan şahıs tarafından emanet bırakılmaz; ariyet verilmez; icara verilmez; rehin bırakılmaz. Eğer bu şahıs, saydığımız bu şeylerden birini yaparsa, kendisine emanet edilen şeyi tazmin eder.

Bir adamın evine, emri olmadan bir şey bırakılırsa, bu şahıs onu muhafaza etmiyebilir.

O şey zayi olsa, tazmin eylemez. Çünkü, onu korumayı kabul eylememiştir.

Şayet birinin yanına bir şey bırakılır ve bırakan şahıs, yüksek sesle: "Onu koru." der; o şahıs da korumaz ve o şey zayi olursa; —Kabul etmediği için— onu tazmin eylemez. Kerderî'nin Vecizî'nde de böyledir.

Bir meclis ehlinden, bir kişi kitabını veya eşyasını bırakarak oradan kalkarsa, geride kalanlar, kendisine emanet bırakılmış kimseler olurlar. Hatta o bırakılan şey zayi olsa onu tazmin ederler. Çünkü onların  tamamı   muhafızdır.   Bir  mecliste   oturan  şahıslardan  biri kalktıktan sonra, biri daha kalkarsa, tazminat, geride kalanlara aittir. Çünkü   geride   kalanlar   koruyucu   durumundadırlar.    Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir adamın yanında, bir elbise bulunduğunda, başka bir adam, ona: "O elbiseyi bana ver." der; o da, onu verirse, işte bu emanet olmuş olur. Zahîriyye'de de böyledir.

Semerkant ehlinin fetvalarında şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, hayvanını bir hana girdirdiğinde, han sahibi "Nereye bağladın?" der; hayvan sahibi ise: "Orada." karşılığını vererek onu bağlar ve gider; sonra da geri gelir ve hayvanını bulamaz; han sahibi: "Arkadaşın onu sulamaya götürdü." der; fakat götüren şahıs, bu adamın arkadaşı olmazsa; bu durumda han sahibi, o hayvanı tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, hamama girdiğinde, hamam sahibine: "Elbisemi nereye koyacağım?" der; hamam sahibi de: "Şuraya." karşılığını verir; o da, denilen yere elbisesini koyarak hamama girer; sonra, başka bir adam, çıkıp o elbiseyi götürürse; bu durumda hamam sahibi, o elbiseyi tazmin eder. Bu adam, elbiseyi hamamcının göreceği yere koysa ve birşey de söylemese; yine mes'ele hali üzeredir.

Şayet hamamın elbiseliği varsa, tazminat elbiselik sahibine aittir; hamamcıya ait değildir.

Ancak, elbisenin sahibi, bizzat hamamcıya korumasını söylemişse, meselâ: Hamam sahibine, elbise sahibi: "Elbisemi nereye koyayım?" demişse, o zaman hamamcının tazmin etmesi gerekir. Her ne kadar, hamamın elbiseliği olsa bile bu böyledir. Zahîriyye'de de böyledir.

Eğer elbiseliğin sahibi bulunmaz; hamama gelen şahıs da elbise­sini, hamamcının gözü önünde oraya korsa, bu durumda elbisenin hamamcı tarafından korunması gerekir. Zayi olunca da, bu elbiseyi, hamamcı tazmin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, hamama girdiğinde, hamam sahibinin huzurunda, elbisesini oraya kor; başka birisi de hamamdan çıkıp, onu giyer; hamamcı da, o elbisenin, onun olduğunu bilmez; sonra da elbise sahibi çıkar ve: "Bu, benim elbisem değildir," der; hamamcı ise: "Bir adam hamamdan çıktı; o elbiseyi giydi. Ben de onu, onun elbisesi sandım." derse; bu durumda hamamcı, o elbiseyi öder. Çünkü adam, elbisesini oraya muhafaza için koymuştur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

EbûM-Leys'in Fetvâlan'nda şöyle zikredilmiştir:

Bir adam hamama girer ve elbisesini hamamcının gözü önünde oraya kor; sonra da aynı adam çıkar ve hamamcıyı uyuyor olarak bulur; elbisesi de çalınmış olursa; eğer hamamcı oturduğu yerde uyuyor ise, ona tazminat yoktur. Şayet yanı üzerine yatarak uyuyorsa, o zaman, bu i----------"1K««'i ti-jtv.ii-, ^,-w Kfnhıvt'te de bövledir.

Mecmûu'n-Nevâzil'de şöyle zikredilmiştir:

Hamamdan çıkan bir kadın, su kaplarını kız çocuğuna vererek: "Bunu, hamamda kızıma ver." der; hamama geldiği zamanda, kadının kızı, bu kız çocuğuna: "Su ile doldur ve bana getir." der; o da doldu­runca, su kabı kırıhrsa; eğer o kadın, onların anası ise, tazminat gerekmez. Anası, ona ariyet vermiş olsa, yine böyledir.

Şayet muhafaza için kıza gönderdiği halde, o, bu kabı kaybederse; bu durumda tazminat gerekir. Hulâsa'da da böyledir. [5]

 

2- EMÂNETİ BAŞKASININ ELİNDE MUHAFAZA ETMEK
 
Bir kimse, ailesinden olan bir şahsın yanma, herhangi bir şeyi emanet bırakabilir. Kendisine emanet bırakılan şahıs, emanet bırakan şahsın ailesi, çocuğu veya ana-babası olabilir. Ancak, bunun için bun­ların müttehem olmamaları ve dolayısiyle emaneti koruma   hususunda korkulmaması gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir ailenin yanma konulmuş bulunan bir emanetten, o aile sorumludur.

Aile ise, aile reisi ile beraber, bir evde yaşayanlardır. Bu aile ~fetle­rinin nafakası, aile reisinin üzerine olsun veya olmasın müsavidir. Fetâ­vâyi Suğrâ ve Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Mesken ehli için, ancak, aile reisinin karısı, küçük çocukları ve kölesine itibar edilir. Küçük oğul, eğer ailesinden olmaz ise, ona bırakı­lan emaneti baba tazmin etmez. Fakat, bunun için küçüklerin emaneti korumaya kadir olması şarttır.

Koca bir evde, karısı da başka bir evde durur ve bu koca, karısına nafaka vermez; bu durumda da bu kadına emanet bırakılırsa, kocasına tazminat gerekmez.

Köle, ailenin içinde değilse, kü çü k çocuk menzilindedir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir kimse, kölesine, hizmetçisine veya ailesinden büyük oğluna, bir emanet bırakırsa, tazminat gerekmez. Attabiyye'de de böyledir.

Büyük oğul ailenin içinde olmazsa, verilen emanet zayi olunca, bu oğul onu tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.

Bu hususta, ana ve baba, —aile fertlerinden olmaları şart kılınana kadar— yabancı gibidirler. Hulâsa*da da böyledir.

Bir adam, hayvanını başkasının yanma emanet bırakır ve onu, karısına vermeden men eder; bu şahıs ise, o hayvanı kadına teslim eder ve bu hayvan kadının yanında zayi olursa, kendisine emanet bırakılan şahıs o hayvanı tazmin etmez. Muzmarât'ta da böyledir.

Nafakası her ay üzerine vacib olan, fakat evinde oturmayan kim­selerin yanında zayi olan emanti, o ailenin   reisi   tazmin   eder. Attabiyye'de de böyledir.

İmâm Timurtâşî ve İmâm Hatvânî, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

Bir kimse, bir şeyi, —kendi ailesinden olmayan— vekiline veya ailesinden olmayan emin bir şahsa emanet bırakınca, bu şahıslar, —zayi olması halinde— onu tazmin etmezler.

Fetva bunun üzerinedir. Nihâye'de de böyledir.

Çarşı ahalisinden biri,    namaz için dükkanından çıktığında o dükkânında emanetler bulunur ve namaz kılana kadar, o emanetler zayi olursa, dükkan sahibi, onları tazmin etmez. Çünkü o, koruyucudur; zayi edici değildir. Bu durumda, o şey emanet bırakılmış sayılmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, müfaveda veya man ortağına yahut ticarete izinli köle­sine veya evinden ayrılmış bir köleye, bir şeyi emanet verir; o emanet de zayi olursa, yanında zayi olan şahıs onu tazmin etmez.

Keza, ortak olan iki sarraftan birisi, diğerine bir emanet bırakır; o da, bu emaneti kesesine veya sandığına kor; arkadaşı "onu, muhafaza etmesini" söylediği halde, bu şahıs keseyi taşırken, o emaneti zayi olursa; kendisine emanet edilen şahıs, bunu tazmin etmez. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Bir adamın iki karısı ve rjer ikisinin de yanında başka kocadan birer oğlu bulunduğunda, bunlar beraber aynı evde oturmakta olurlarsa, onların zayi eylediği emaneti evin reisi tazmin etmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Emanet bırakacak zat, emanetin suya gark olmasından korkup onu başka bir gemiye naklederse, tazminat yapmaz.

Şayet zaruretten dolayı, emanet malı çıkarırsa (şöyleki: Evinde yangın çıkar; emanet malın yanmasından korkar; veya emanet malı gemide olur ve hırsızın çalmasından korkar yahut buna benzer bir hal olursa)   bu   durumlarda   başka   birine   verdiği   takdirde,   tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şeyhu'l-İslâm Hâher-zâde şöyle demiştir:

Evin etrafını ateş sarınca, orada bulunan emanet malı, başka bir yere nakletmekle tazminat gerekmez.

Ateş evin etrafını sarmamış olsa bile, tazminat gerekmez. Hak olan da budur. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Bu, o malı oradan çıkarmada zaruret olduğu zaman böyledir. Eğer, zaruretsiz çıkarılır ve bu emanet de ikinci elde —ikinci adam, birinci adamdan ayrılmadan önce zayi olursa, bu durumda da hiç birine tazminat yokdur. Bu hilafsız böyledir.

Eğer ikinci adam, birinciden ayrıldıktan sonra zayi olmuşsa, —hilafsız olarak— birinci zat onu tazmin eder.

îkinci zat için ihtilaf vardır: İmâmeyn'e göre tazminat gerekir. tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ise, tazminat gerekmez. Muhıyt'te de bö/.-Jir.

Şayet, önceki zat öderse, emaneti bırakan şahıs, ikinci adama müracaat edemez. İkinci adam öderse, bu ödeyen şahıs, birinciye müra­caat eder. Müzmarât'ta da böyledir.

Eğer emâneti ikinci zat zayi edere, bil icma onu tazmin eder.

Bu durumda emanet sahibi, muhayyerdir: İsterse öncekine, isterse ikinciye tazmin ettirir.

Eğer öncekine ödetirse, o da ikinciye müracaat eder.

Şayet ikinciye ödetirse, o birinicye müracaat edemez. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Emâneti alan zat, zaruretten dolayı, o emaneti, bir yabancıya verir ve "Evinde yangın olduğunu" iddia ederse; Kudûrî: "Beyyinesiz, sözü doğrulanmaz. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavli budur. Ve bu İmâm

Ebû   Hanîfe   (R.A.)'nin   kıyasıdır."   demiştir.   Tatarhâniyye'de   de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Eğer, emanet sahibi, emanet bıraktığı şahıs söylemeden, onun evinin yandığını biliyorsa, diyecek bir şey yoktur. Şayet bilmiyorsa, emanet bırakılan şahsın sözü beyyinesiz tasdik edilmez. Muhıyt'te de böyledir.

Alimlerimize     göre,     emanet,     bir     başkası    tarafından gasbedildiğinde, bu gasıbın yanında zayi olursa, tazmin edilir. Bu durumda, emanet sahibi muhayyerdir: Dilerse emaneti gasbedene ödetir, O zaman, bu şahıs kendine emanet bırakana müracaat edemez. Emaneti bırakan zoraki alana müracaat eder. Tahâvî Şerhı'nde de böyledir.

Camii Kebîr' de şöyle zikredilmiştir:

Ticaretten men edilmiş bir kölenin yanma, emaneten bir mal bırakıldığında bu köle, o emaneti kendisi gibi, başka bir köleye emanet eder ve o mal zayi olursa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, birinci köle azad olduktan sonra, onu tazmin eder. Veya hali hazırda, ikinci köle tazmin eder. Esahh olan kavilde, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, tazmin etmez; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, emariet sahibi hali hazırda, kölelerin hangisine isterse ona ödetir.

Şayet, bu mal, üçüncü bir köleye emanet edilirse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, birinci ile üçüncüce tazminat yoktur. Bunu hali hazırda, ikinci köle tazmin eder.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise, emanet sahibi, onlardan hangi­sine isterse, ona ödetir. Yenâbi"de de böyledir.

Bir adam, karısına bir emanet bıraktıktan sonra onu boşar ve kadının iddeti bitene kadar, o emaneti kocasına geri vermez; bu emanet de kadının yanında zayi olursa, bu kadın onu öder mi?

Bazı müteahhirîn alimleri: "Öder. Çünkü, onu geri vermesi gere­kirdi." demişlerdir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Emânet alan şahsın evi yansa ve bu şahıs o emaneti bir yabancıya teslim etse; tazminatta bulunmaz.

Kurtulduktan sonra, onu sahibine teslim etmez, o emanet de, bu yabancının yanındazayi olursa, bu durumda onu tazmin eder.

Kâdîhân ise: "Tazmin eylemez." buyurmuştur. Füsûlü'l-Imâdiyye' de de böyledir.

Tecrîd*de şöyle zikredilmiştir:

Emaneti alan şahıs, o emaneti, başkasına verir ve verdiğini iddia ederse, sözü tasdik olunmaz. Emaneti veren şahıs, ona yemin verir. Eğer emanet, emanet verilen şahsın evinde ise, onu muhafaza ile mükelleftir. Bu şahıs, emanet sahibinin izni alınmadan, emaneti evinden çıkarırsa, onu tazmin eder. Tatarhâniyy6'de de böyledir.

Emanet bırakılan adam, emaneti başkasının evine bırakır, o da, onu muhafaza ederse, tazminat gerekmez. Hizânetü'I-Müfön'de de böyledir.

Kendine   emanet   bırakılan   adam,   Öleceği   zaman,   emaneti komşusuna bıraksa ve emaneti bırakırken de ailesi fertlerinden hiç kimse olmasa, tazminat gerekmez. Mültekıt'te de böyledir.

Kendisine emanet bırakılan adam, evini birine icara verir; bırakı­lan emanet de o evde bulunur ve bu evin anahtarı her ikisinin de elinde olursa, emanet zayi olunca, onu tazmin eder. Hulâsa'da da böyledir.

Bir adam, emaneti karısına veya kölesine, —güvenilir kişiler olduğu için— bırakırsa, bu durumda, o emaneti tazmin etmez. Şayet bunlar,   güvenilir  kişiler  değilse,  o zaman emaneti   tazmin   eder. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adam, içersinde emanet bulunan dükkanına, kölesini oturtur; o emanet de oradan çalınır; sonra da bu kölenin efendisi, emanetin bir kısmını kölenin elinde bulursa, efendi o köleyi satar. Eğer bunun böyle olduğuna dair beyyinesi varsa, isterse kölenin bedelini alır; isterse satışı bozar. Eğer beyyinesi yoksa, emanet bırakan şahıs, o efendiye yemin verir. Eğer yemin ederse, sözü sabit olur. Şayet yemin etmezse, burada iki yön vardır: Eğer müşteri efendiyi doğrularsa, efendinin sözüne inanılır. Eğer inkâr ederse, emanet sahibi, emanetini efendiden alır. Hizânetü'l-Müftîn'nde de böyledir.

Şehrin valisi, nehrin kenarını kazdırdığında, bir adam da, oraya birşey bıraksa, o zayi olunca, oraya bırakanın malı olarak zayi olur. Mültekıt'te de böyledir.

En doğrusunu bilen Allah'u Teâlâ'dır. [6]

 

3- EMÂNETTE MUTEBER OLAN VE MUTEBER OLMAYAN ŞARTLAR
 

Emanet sahibi, bir adama: "Bu emaneti, şu evde muhafaza eyle." der; kendisine emanet verilen şahıs da, o emaneti başka bir evde muha­faza ederse; bu durumda istihsanen tazminat gerekmez. Kıyasda ise, tazminat gerekir.

Keza, emanet bırakan adam: "Emaneti, şu odaya koy." der; adam da emaneti başka bir odaya korsa, tazminat gerekmez.

Şayet: "Kesene (= cüzdanına) bırak." der; o da, başka bir kesesine bırakırsa, yine tazminat gerekmez. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.

Emanetin sahibi, emaneti bırakacağı adama:    "Bunu kesene bırak."   der;   o   da,   sandığına  bırakırsa,   yine  tazminat  gerekmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Emanet  sahibi,  emanet bırakacağı adama:   "Bunu,  kesende muhafaza eyle; sandığında muhafaza eyleme." veya: "Sandıkta muha­faza eyle: evde muhafaza eyleme." dediği halde, o şahıs evde muhafaza ederse, yine tazminat gerekmez, Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Emanet bırakan adam: "Emaneti şu evde koru." der; emanet bıraktığı şahıs da, o şeyi, mahallenin başka bir evine korsa, tazminat gerekir. Her ne kadar İkinci ev birinci evden mazbut olsa bile bu böyledir. Kitabü'I-Vedia'da da böyledir.

Keza, emaneti veren: "Şu evde muhafaza eyle; şu evde muhafaza eyleme." der; o da daha başka bir eve korsa, tazminat gerekir. Tahâvî Şerhî'nde de böyledir.

Emanet sahibi, emaneti bıraktığı adama: "Emaneti bu beldede muhafaza eyle; başka beldede muhafaza eyleme." dediği halde, o şahıs men edilen yerde muhafaza etmeye çalışırsa, bu durumda tazminat gerekir. Bu.bi'l-ittifak böyledir.

Şayet emanet bırakan şahıs: "Emaneti, şu sandıkta muhafaza eyle; şu sandıkta muhafaza eyleme." der; sandıklar da aynı evde bulunur ve kendine emanet bırakılan adam bu emaneti, men edilen sandıkta muha­faza ederse, bi'1-ittifak tazminat gerekmez. Giyâsiyye'de de böyledir.

Emanetin muhafazası hususundaki şart, mümkün olduğu zaman kıymet ifade eder. İmkân olmadığı zaman, bu şart, bir kıymet ifade etmez. Bedâi"de de böyledir.

Bir adam, diğerine: "Şu emaneti, sağ elinde muhafaza eyle; sol elinde muhafaza eyleme." veya: "Bu emanete sağ gözünle bak; sol gözünle bakma." yahut: "Bu emaneti, Küfe şehrinden çıkarma." veya: "Emaneti evinde, sandıkta muhafaza eyle." derse, onun bu sözlerine itibar edilmez. Timurtâşî'de de böyledir.

Emanet bırakan adam, yer tayin etmez; sadece muhafaza etmesini emreder; emanet bırakılan adam da, yolculuğa çıkarken, emaneti yanına alırsa; eğer yol korkulu ise, —emanet zayi olunca— bi'1-icma emanet tazmin olunur.

Eğer yol güvenceli ise, tazmin etmez.

Şayet emanet bırakılan adam, yola çıkma mecburiyetinde ise, bu durumda, bi'1-icma emaneti tazmin etmez. Gideceği yer, ister yakın, ister uzak olsun farketmez.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, gideceği yer uzaksa, tazmin eder; yakınsa tazmin etmez. Fetâvâyi Attâbiyye'de de böyledir.

Şayet,  —yolculukla beraber— emanet bırakanın emreylediği şehirde, bu emaneti koruma imkânı varsa (şöyleki: Onun emredildiği şehirde, kendisine emanet bırakılan şahıs, kölesini veya effad-ı aile­sinden bir kısmını bıraktığı halde) bu durumda, emaneti yanına alarak yolculuğa çıkarsa, tazminat gerekir.

Eğer gücü yetmez ise (şöyleki: Onun efradı ailesi olmaz veya ailesini de yolculuğa çıkarması gerekirse) bu durumda, emaneti yanına alarak yolculuğa çıkması halinde tazminat gerekmez. Tatarhâniyye'de de hnvledir.

Emanet bırakılan şey, çok miktarda yiyecek olur ve kendisine emanet edilen şahıs, onu alarak sefere çıkar ve bu yiyecek yolda zayi olursa, istihsanen onu tazmin eder. Muzmarât'ta da böyledir.

Bi'1-icma emanet malı ile deniz yolculuğu yapması halinde, ken­disine emanet edilen şahıs, onu tazmin eder. Gayetü'l-Beyân'da da böyledir.

Bir baba veya vasî, sabinin (= küçük çocuğun) malı ile yola çıktığında, o mal yolda zayi olursa, bu şahıs, onu tazmin etmez. Ancak, ailelerini orada bırakırlarsa o zaman tazminat gerekir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Satışa vekil olan şahıs, müvekkilinin emanet malını,  sefere çıkarsa, —zayi olması halinde------şayet emaneti taşıyacak hayvanı ve yardımcısı yoksa—, tazminatta" bulunmaz. Eğer bunlar varsa tazmin etmesi gerekir. Hulâsa'da da böyledir.

Bir adam, başkasına bir emanet verdiğinde, ona: "Bunu karına verme; ben ona güvenemiyorum." veya "...oğluna verme..." yahut "...kölene verme..." der; emanet alan adamın da, bunlardan başka kimsesi olmazsa, bu durumda emaneti bunlara vermesinden dolayı tazminat gerekmez. Eğer bunlardan başka,  ailesi efradı varsa, bu durumda, emanet verenin "verme" dediklerine verdiği zaman, tazminat gerekir. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Emanet veren adam, emaneti bir dükkâna bıraktığında, dükkân sahibi, ona: "Emaneti dükkâna bırakma; ben zayi olmasından kor­karım." dediği halde, bu şahıs emaneti oraya kor ve o, gece çahnırsa, bu durumda dükkân sahibi, onu tazmin etmez.

Eğer dükkândan başka bu emaneti koruyacak yer varsa ve bu ema­neti taşımaya gücü yeterse bu durumda onu tazmin eder. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, diğerine, su verir ve ona: "Bu su ile, benim arazimi sula; başkasınınkini sulama." der; bu adam da önce emredenin arazisini sular; sonra da başkasınınkini sular ve başkasının arazisini sularken suladığı vasıta bozulursa, onu tazmin eder.

Şayet bu araç, ikinci adamın arazisini suladıktan sonra bozulursa, tazminat gerekmez. Hulâsada da böyledir.

Bir kadın, kiracısına: "Eşyalarını evine koyma." dediği halde, o, eşyaları evine bırakır; sonra da bu kiracı bir cinayet işleyp firar eder; onun evindeki eşya da hükümdara çıkartılırsa, Fakıyh Ebû Bekir el Belhî:  "Eğer onun evi kadının evine yakınsa,  kiracısına tazminat gerekmez." demiştir. FetâvâyiKâdîhân'da da böyledir.

Emânet bırakan adamın, emanet bırakılan şahsa bir ücret vermeyi şart koşması caizdir. Ve bu şartı yerine    getirmek    gerekir. Cevâhiru'I-Ahlâtî'de de böyledir.

Bir malı zoraki alan adam, o aldığı malı, bir başkasının yanma ücretle "korumak üzere bıraksa, bu sahihtir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

En doğrusunu bilen Allah'u Teâlâ'dır. [7]

 
4- EMANETİN ZAYİ OLMASI HALİNDE EMANET BIRAKILAN ŞAHSIN. BUNU ÖDEYİP ÖDEMİYECEĞİ
 

NevâzÜ'de şöyle zikredilmiştir:

Emanet bırakılan zat: "Emanet düştü." derse, tazminat gerekmez.

Şayet: "Düşürdüm." derse, onu tazmin eder. (= öder.)

Şeyhu'1-İmâm Zahîrüddin el-Mürğînânî şöyle demiştir: "Bu durumda, kendisine emanet bırakılan şahıs onu iki yönden tazmin etmez: Çünkü emanet olan şey düşmüştür. Bu sebeple onu —emaneti, bırakmadığı müddetçe ve emaneti terkedip gitmedikçe— tazmin etmez."

Fetva da bunun üzerinedir. Hulâsa'da da böyledir.

Şayet,   emanet   bırakılan  şahıs:  "Ben,   emanetin   zayi   olup olmadığını bilmiyorum." derse, yine tazminat gerekmez.

Eğer: "Ben, onu zayi edip etmediğimi bilmiyorum." derse bu durumda tazminat gerekir. Füsûlü'I-Imâdiyye'de de böyledir.

Bir adam, bir elbiseyi dellâla vererek, "onu satmasını" söyler; dellâl da: "Elbise elimden düştü ve zayi oldu, nasıl zayi olduğunu da bilmiyorum." derse Şeyhu'1-İmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl: "Bu durumda dellâla tazminat yoktur. Şayet: "Unuttum; fakat hangi dükkânda unuttuğumu bilmiyorum." derse tazminat gerekir." demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Fetvalarda şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir mücevheri bir başka şahsa, satmak için verdiğinde, onu teslim alan zat: "Ben, onu, kıymetini söylesin diye bir tüccara gösterdim. Ve bu mücevher zayi oldu." derse, durum ne olur?

İbnü'1-Fadl: "Eğer, bu şahıs düştü derse, tazminat gerekir. Şayet çalınmış veya izdihamdan dolayı elinden düşmüşse, o zaman tazminat gerekmez. Havî'de de böyledir.

Kendisine bir emanet bırakılan adam: "Emaneti yanıma koydum; orada unutarak kalktım; emanet zayi oldu." derse, onu tazmin eder.

Fetva da buna göredir. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Şayet: ''Evinin önüne koydum; sonra da unutarak kalktım. O da zayi olmuş." derse duruma bakılır: Eğer bu şey, emanet konulduğu yerde muhafaza edilmeyecek bir mal ise (altun ve gümüş keseleri ve bun­lara benzer şeyler gibi) o zaman, onu tazmin eder; değilse, onu tazmin etmez. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Kendisine emanet bırakılan şahıs: "Emaneti evime (veya bağıma) gömdüm; yerini de unuttum." derse, —evinin (veya bağının) kapısı bulunması halinde— tazminat gerekmez.

Şayet   "evinden  ve  bağından  başka  bir   yere  gömdüğünü  ve unuttuğunu" söylerse tazminat gerekir. Hulâsa'da da böyledir.

Kendisine emanet bırakılan adam, gömdüğü yeri açıklamaz, fakat: "Emanet, olduğu yerden çalınmış." derse, gömdüğü yerin ev ve bağ gibi kapısı olması halinde, o emaneti tazmin etmez. Kapısı yoksa, tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.

Emanet alan adam:  "Emaneti evime koydum; fakat, nereye koyduğumu bilmiyorum." derse, onu tazmin eder. Müzmarat'ta da böyledir.

Emanet alan adam, içinde emanet bulunan evi, muhafaza etmesi için,   bir  başkasına teslim  ettiğinde  bu  evin  kapısı  kilitli  olur  ve meşakkatsiz açılmazsa, emaneti tazmin etmez; değilse tazmin eder. Gunye'de de böyledir.

Emanet gömülmez ve bulunduğu yere de izinsiz kimse giremez ise, —o evin kapısı olsa bile— tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, emaneti evine bırakır ve bu eve çok giren çıkan olduğundan bu emanet zayi olursa, bu emanetin muhafaza edilecek cinsten olması halinde tazminat gerekmez; değilse tazminat gerekir. Gunye'de de böyledir.

Emanet alan adam, emaneti bir köşeye kor ve o şey çalımrsa, onu tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, emaneti bir yere gömdüğünde, onun yanında bir alamet olursa, onu ödemez; değilse öder. Sahraya gömülen emanet, her haliyle ödenir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Emanet alan adama karşı, hırsızlar çıkar; o da bu emaneti bir yere gömüp, korkusundan kaçar, sonra da geri dönüp gelir ve emaneti gömdüğü yeri bulamazsa; şayet oraya bir alamet koyma imkânı var iken bu alameti koymadıysa, onu tazmin eder. Eğer alamet koyma imkânı yoksa, tazmin etmez.

Eğer hırsızlar gittikten sonra, emaneti gömdüğü yere gelmezse, yine bu emaneti tazmin eder. Zahîriyye'de de böyledir.

Emanet alanla veren beraber giderlerken, karşılarından soygun­cular gelir ve emanet sahibi, diğerine: "Emaneti bri yere göm." der; o da gömer; sonra da hırsızlar gider ve emanet sahibi ile emaneti alan, oraya geldikleri halde, gömdüklerini bulamazlarsa, bu durumda hiç şüphesiz emaneti alan ödemez. Çünkü, onu mal sahibinin emri ile gömmüştür.

Bu durumda, emanet alan yalnız olsa idi, cevap şu tafsilat üzere olurdu:

Eğer soyguncular gelip geçerler ve emanet alan şahıs, onu gömdüğü yerden alma imkânı olduğu halde almazsa, bu durumda, emaneti öder.

Fakat soyguncular emanetin gömüldüğü yerde dururlar ve emaneti gömenin orada bekleme imkânı kalmaz ve soyguncuların korkusundan, oradan ayrılır; sonra geri gelir ve emaneti bulamazsa, bu durumda da şu iki hal söz konusu olur:

Eğer korku geçer geçmez, gelme imkânı var iken, gelmediyse, ema­neti tazmin eder; değilse tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Emanet alan adam, fitne zamanında, yıkılmış bir eve emaneti bırakırsa, yerin üzerine koymuş olması halinde onu tazmin eder. Eğer, onu   gömmüşse,   tazminattan   kurtulur.   hızânetü'l-Müftîn'nde   de böyledir.

"Bir adam, başkasının yanına ayakkabıları bırakıp, sonra da onu, ondan istediğinde, bu şahıs: "Ben, ayakkabıların nasıl zayi olduğunu bilmiyorum." derse, tazminat gerekmez." denilmiştir. Sahih olan da budur. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Bir adam, ayakkabılarını başka birine vererek, ona: "Bu ayak­kabıları tamirciye ver." der o da verirse, bu ayakkabılar zayi olduğu takdirde tazminat gerekmez. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adam, dokuz yaşından yukarı bir sabiye (=. çocuğa) insanlara su versin diye bir su kabı verdiğinde, bu çocuk gafletinden dolayı, o su kabını zayi etse, tazminat gerekmez. Gunye'de de böyledir.

Borçlu bir kimse, alacaklısına iki dirhem verdikten sonra, bir dirhem daha vererek: "Dirhemini al." der ve alacaklı, önceki iki dirhemi zayi etmiş olursa, bu iki dirhem, kimin malı olarak zayi olmuş olur?

Şayet, önceki dirhemleri verirken: "Dirhemlerini al." demişse, zayi olan dirhemler, alacaklının malı olarak zayi olmuş olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerine on dirhem vererek ona: "Bunun beş dirhemi, sana bağıştır. Beş dirhemi de yanında emanet olarak kalsın." der; onu teslim alan zat da bu on dirhemin beş dirhemini zayi eder; sonra da geri kalan beş dirhemi de zayi ederse, bu durumda yedi buçuk dirhem tazmin eder. Çünkü, bu hîbe fasiddir. Zira teslim alınan fasid hîbe hükmün­dedir. Zayi  olan beş  dirhemin yarısı  emanettir  (ki bu iki buçuk dirhemdir) ve kendinindir. Zayi ettiğinin tamamı da tazminatı gerektirir. Böyle olunca da yedi buçuk dirhem tazminatta bulunur.

Şayet on dirhemi veren zat: "Bunun üç dirhemi senin; geri de kalanı emanettir." der ve yolda giderken bu dirhemler zayi olursa; bu durumda üç dirhemi öder. Zira o, fasid hibedir.

Eğer bu, ölen bir kimseden vasiyyet olsa idi, o takdirde bir şey ödemezdi. Çünkü muşa olan vasiyet caizdir. Her iki mes'eiede de yedi dirhemi ödemez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerine on dirhem vererek, ona: "Beş dirhemi senin; beş dirhemini de filana teslim et." dediğinde, bu dirhemler zayi olsa; bu şahıs, hîbe olan beş dirhemi tazmin eder; kalanını tazmin etmez.

Şayet, dirhemleri beşer beşer verse ve hangi beş dirhemin de ona aid olduğunu söylemese; alan adam da onları birbirine katsaydı, yalnız hîbe olan beş dirhemi öder; diğer be.ş dirhemi ödemez idi. Muhıyt'te de böyledir.

Bırakılan emaneti fare yer ve bozarsa, bu durumda emaneti alan

şahıs,  farenin deliğim bilir ve emanet sahibine  "burda fare deliği vardır." diye söylemiş olursa, tazminat gerekmez.

Ancak, bu şahıs fare deliğim bildiği halde emânet sahibine söylemez ve farenin deliğini de kapatmazsa, o takdirde zayi olan emaneti öder. Füsûîü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Seyyidü'I-İmâm Ebû'l-Kasım şöyle buyurmuştur:

Bir adam, yanına emanet aldığında, o emanetin durumu sıcak havada bozulacak cinsten olur ve bozulursa, bu durumda tazminat gerekmez. Zahîriyye'de de böyledir.

"EbûM-Leys'in fetvalarında, şöyle zikredilmiştir:

Emanet bırakılan bir şeyin, bozulacağından korkulur, bu emanetin sahibi de huzurda olmaz ve bu durum hakime çıkarılsa, o şeyin satılması caizdir ve evladır.

Şayet hakime haber verilmez ve o şey bozulursa, onu tazmin etmek gerekmez. Çünkü emaneti emrolunduğu gibi korumak esastır. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet o beldede hakim yoksa, onu emaneti alan zat satar; parasını muhafaza eder. Siracü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Emanete bir noksanlık gelir veya onu fare zedeler, yahut ateş yakarsa, bu durumlarda tazminat gerekmez.

Toplanan emanet süt veya meyve, şehirde veya sahrada bulunup satılamaz ve bozulursa, tazminat gerekmez. Timurtâşrde de böyledir.

Bir adam, diğerlerine hayvanlarını emanet bırakır ve kaybolur, bu hayvanların sütü sağılır ve —şehirde— onun fesada gitmesinden korku-lursa, bu durumda onu, hakimin emri olmaksızın satmak caiz olmaz. Şayet satarsa, tazminat gerekir. Eğer hakimin emriyle satarsa tazminat yoktur.

Fakat şehirde olmaz da yabanda olursa; o zaman onu satmak caiz olur. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

inin vanına bırakılan mesti dükkanına kor; ve bu mest gece çalınırsa, çarşının bekçisi olması halinde, bu şahıs o mesti tazmin etmez.

Şeyhu'I-İmâm Zahîru'd-dîn el-Murğînânî:

"Eğer, o mesti koruyucak bir kimse bulunmaz, çarşıda da bekçi olmazsa, dükkan sahibi tazmin eder." diye fetva verirdi.

Bazı âlimler ise: "Bu hususta örfe itibar olunur." demişlerdir.

Buna göre, koruyucusu olmayan ve bekçisi bulunmayan çarşıdaki bir dükkana emanet bırakmak adet ise, onu tazmin eylemez. Eğer Örf bunun aksisine ise, tazminat gerekir.

Fetva da bunun üzerinedir. Gıyasiyye'de de böyledir.

"Şayet kapısı açık bir dükkanın önüne kor; örf ve adetleri de böyle olursa tazminat gerekmez." denilmiştir.

Elan Buhârâ'da kapısı açık olan dükkanın önüne emaneti bırakmak örf ve adettir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir ayakkabıcı, ayakkabı tamiri yapmak üzere köylere gittiğinde kendisine ayakkabı verilir; o da yükleri ile birlikte, o ayakkabıyı bir adamın evine koyarak beldeye girer ve bu ayakkabıyı bıraktığı evden hırsız çalarsa, şayet o ev, içinde insan yaşayan bir ev ise, tazminat gerekmez.  Eğer bu şahıs,  ayakkabıyı kimsenin oturmadığı bir eve bırakırsa, o zaman, tazmin etmesi gerekir. CevâhirıTI-Fetâvâ'da da böyledir.

Köşker  (==   ayakkabı tamircisi) tamir için aldığı ayakkabıyı giyerse, onu tazmin eder. Ayakkabıları çıkardıktan sonra, bunlar zayi olursa, bu durumda tazminatta bulunmaz. Mültekıt'ta da böyledir.

Kapısı açık olan bir evde emanet alan şahısta bulunan bir emanet zayi olur; o anda da, kendisine emanet bırakılan zat bulunmazsa; Muhammed bin Seleme: "Onu tazmin eder." buyurmuştur.

Eğer ev sahibi, evine bitişik bulunan bağına bahçesine gitmiş ve bu evde de kimse bulunmamakta ise, bu durumda da zayi olan emanetin tazminatından korkulur." denilmiştir.

Ebû Nasr şöyle buyurmuştur:

Şayet evin kapıısu kitlenmiyorsa ve emanet de orda zayi olmuşsa, tazminat gerekmez. Yani evde koruyucu güç yoksa, tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, kendisine emanet edilen bir hayvanı kapısının önüne bağlayıp evine girer; hayvan da orda zayi olursa; bu hayvan görülecek şekilde terkedilmişse tazminat gerekmez.

Eğer görünmeyecek şekilde terkedilmiş bulunur ve o yer de şehir olursa, tazminat gerekir; köy ise, tazminat gerekmez.

Şayet üzüm çubuğuna bağlamış ve sonra gitmişse, bu durumda örfe itibar edilir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir kimse,  kendisine emanet edilen merkebi,  üzüm bağına bıraktığında, bu bağın etrafı duvarla çevrili, kapısı da kitlenmişse taz­minat gerekmez.

Eğer bağın duvarı yoksa veya varda duvar yüksek değilse, o zaman bakılır: Eğer emanet alan kimse, yanım yere koyarak uyumuşsa, merkeb zayi olunca onu tazmin eder. Eğer oturarak uyursa, tazminatta bulunmaz.

Yolculuk esnasında, yanı üzeri yatar uyursa zayi olan eşeği tazmin etmez. Hulâsa'da da böyledir.

Bir kimse,  kendisine  emanet  edilen bıçağı,  ayağına giydiği çizmenin içine korsa, tazminat gerekmez. Bu, onu korumada kusur bırakmaması halinde böyledir. Kın^e'de de böyledir.

Kendisine dirhemler emanet edilen bir kimse, onu ayakkabısının içine bırakır ve o da düşerse; eğer sağ ayakkabısının içine koymuşsa onu tazmin eder; sol ayakkabısının içine koymuşsa tazmin etmez. Çünkü, sağ ayakkabının içine koyulduğu zaman, hayvana binerken düşme ihtimali kuvvetlidir; sol ayak böyle değildir.

Bazıları da: "Her iki halde de tazminat gerekmez." buyurmuşlardır. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Emanet alan zat, emanet dirhemleri elbisesinin koluna veya başındaki sarığına dikse; zayi olunca tazminat gerekmez.

Keza, bu dirhemleri mendiline bağlar; onu da cebine bırakır ve bu dirhemler çalınırsa, tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerine koruması için altın verdiğinde, o şahıs, tüc­carlar gibi, bu altını cebine atsa, tazminat gerekmez. Gunye'de de böyledir.

Emânet akın veya gümüş olduğunda, emaneti alan zat: "Onları cebime   bıraktım;   fakat   zayi   oldu.''   derse   tazminat   gerekmez. Mültekît'ta da böyledir.

Kendisine, dirhemler emanet bırakılan zat, bu dirhemleri cebine koyup, faşıkların meclisine gider; orada da dirhemler çalınır veya kay­bolursa; bazı alimler: "Bu durumda tazminat gerekmez. Çünkü, onu kendi malım muhafaza eylediği yerde muhafaza etmiştir." demişlerdir.

Bazı alimler ise: Bu, aklı zayi olmadığı zaman böyledir. Aklı zayi olduğu zaman, emaneti zayi ederse; onu tazmin eder. Çünkü, o anda emaneti koruma gücüne, sahib değildir." demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Emanet alan şahıs, cebinin yırtık olduğunu bildiği halde, emaneti oraya korsa; onu tazmin eder. (= öder.) Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, emanet aldığı parayı kesesine kor veya takkesine bağlar ve sonra   da   bu   emanet   zayi   olursa,   bunun   ödenmesi   gerekmez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, emanet edilen yüzüğü, küçük parmağına veya onun yanındaki parmağa takarsa; bu yüzük zayi olduğu zaman, onu öder.

Şayet orta parmağına, şahadet parmağına veya başparmağına takarsa, tazminat gerekmez.

Fetva da bunun üzerinedir. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Şayet emanet yüzüğü, yüzük takılı parmağına.takarsa, tazminat gerekmez.

İmâm Muhammet! (R.A.) böyle buyurmuştur. Bazı alimlerimiz de: "Yüzüğü, parmağına takar; kaşını avuç içine çevirirse, tazminat gerekmez." demişlerdir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, yüzüğü kadına emanet ederse, hangi parmağına takarsa taksın —zayi olması halinde— tazminat gerekir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Semerkant ehlinin fetvalarında şöyle zikredilmiştir:

Bir kadın, sabiyye kız çocuğunu, bir kadına emanet ettiğinde, o kadın meşgul iken, bu kız çocuğu suya düşse, kadına tazminat gerekmez.

Muhıyt'te de böyledir.

Bir çocuk, bir şeyi emanet bıraktığında, o şey zayi olursa, bi'1-icma tazminat gerekmez.

Şayet, bu çocuk, bir emaneti zayi ederse, bu çocuğun ticarete izinli olması halinde bi'1-icma zayi olan emaneti öder. Eğer izinli değil ise ödemez.

Ancak velisi izin vermişse işte o zamanda da öder. Bu bi'1-icma böyledir.

Eğer velisinin izni olmadan emaneti kabul eylemişse, ona tazminat yoktur.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'e ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir. Çocuk, o şeyi halde de bulûğa eriştikten sonra da Ödemez.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise, halde ödeme yapar. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.

Emanet bir köle olur; onu da bir sabî öldürse, onun kıymetini, —alimlerimizin tamamına göre— bu sabinin erkek akrabaları öderler.

Şayet öldürmez de yaralarsa, diyetin beşyüz dirhem veya daha fazla olması halinde —yine onun erkek akrabaları— diyetini verirler.

Eğer beşyüz dirhemden az olursa, bu —bütün bilginlerce sabînin— malından ödenir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Ekmek emanet bırakıldığında emanet bırakılan zat onu yerse, tazmin eylemez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir kölenin yanma emanet bırakıldığında, bu emanet onun yanında zayi olsa, bi'1-ittifak ona tazminat     gerekmez. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Şayet bırakılan emaneti, köle kendisi zayi ederse, —ister ticarete izinli olsun, ister ticaretten men edilmiş bulunsun, isterse onu efendisinin' izniyle teslim almış olsun, bi'1-icma tazmin eder. Bu tazminat, o kölenin üzerinde azad olana kadar borç olarak kalır.

Eğer, bu köle ticaretten men edilmiş ve bu emaneti de efendisinin izni olmadan almış ise, halde ödemez; ancak azad edildikten sonra öder. Ancak, bunun için, bu kölenin akıllı ve bülüğa erişmiş olması gerekir.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Kendisii satılır, hali hazırda zayi eylediği emanet ödenir." buyurmuştur. Cevhereıtü'n-Neyyire'de de böyledir.

Emanet bir köle olur; onu da ticaretten men edilen bir köle ölü-dürürse, eğer kasten öldürdüyse, kendisi de öldürülür. Siracü'î-Vehhâc'da da böyledir.

Emanet bir köle, bir cinayet işlerse, efendisi muhayyerdir: İsterse köleyi verir; isterse fidyesini verir. Hızânetü'l-Müftîn' de de böyledir.

Ümm-ü  Veled  ve  müdebber,  her  hallerinde  köle  gibidirler. Siracü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adam, bir emanet bıraktığında, emanet bırakılan şahsın küçük oğlu, o emaneti zayi ederse, onu zayi edenin hal-i hazırda tazmin etmesi gerekir. Mebsût'ta da böyledir.

Mükâtep onu emaneti zayi ettiği an, onu öder. Fetâvâyi Attâ-biyye'de de böyledir.

Emanet bırakılan zat, bu emaneti başının altına kor veya onun üzerine yatarsa, —zayi olunca— tazmin etmesi gerekmez.

Keza, bu şahıs, emaneti önüne bırakarak uyursa, yine emaneti tazmin etmez.

Şemsü'l-Eimme İmam Serahsî bu görücü kabul etmiştir.

Alimlerin çoğu, ikinci durumda: "Eğer oturarak uyuduysa, tazmi­nat gerekmez; şayet yatarak uyuduysa tazminat gerekir." demişlerdir.

Bu, hazer halinde böyledir. Yolculuk halinde ise, ister yatarak, ister oturarak uyusun tazminat gerekmez. Muhıyt' te de böyledir.

Ebû'I-Kâsım'dan soruldu:

— Hayvanın üzerinde bulunan emanet e İbişe, hayvanın üzerinden yola düşer, adam da o elbiseyi alıp altına koyarak uyur ve uyurken de, o elbise çalmırsa ne lazım gelir?

İmâm, şu cevabı verdi:

—Elbiseyi altına koyan adam, onu korum a maksadı ile koymuşsa, tazminat gerekmezi Hâvî'de de böyledir.

Ebû Zerr'in Şerhi'nde şöyle denilmiştir:

İçinde emanet bulunan bir ev yandığında, kendisine emanet bırakılan adam, imkânı olduğu halde onu çıkarıp başka yere koymaz veya bir adama vermez ve bu emanet yanarsa, onu tazmin eder. Timurtâşî'de de böyledir.

Emanet bırakılan şahsın yanında bulunan, emanet çalındığı halde, onun yanında bulunan diğer mal çalınmazsa, bize göre, bu durumda tazminat gerekmez. Kâfî'de de böyledir.

Çamiu'l-Esğâr isimli kitabta zikredildiğine göre EbıVI-Kasım şöyle demiştir:

Yanında emanet bir şey bulunan bir kime, birisi bu emaneti alırken, imkânı olduğu halde, onu men etmezse, onu tazmin eder. Eğer imkânı yoksa, —onu alanın, kendisini dövmesinden korkarsa— o zaman, tazmniat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Kendisine bir emanet bırakılan adam, o emaneti başkasının almasına delalet ederse, onu tazmin eder. Hulâsa'da da böyledir.

Kendisine bir emanet bırakılan şahıs, bu emanetin bulunduğu ahırın kapısını açar veya emanet kölenin bağını çözerse, tazminat gerekir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir. Bir adam, emaneti evinin sahanlığına bırakıp, oranın kapısını bağlar, fakat kilitlemez, kendisi de gider ve bu emanet çalınırsa, o şahıs, bu emaneti tazmin eder mi, etmez mi? İmâm Ebû'l-Kâsım şu cevabı verdi:

— Eğer, kapıyı sıkı bağladı ise tazminat gerekmez; aksi halde taz­minat gerekir. Fetâvâyi Nesefî'de de böyledir.

Bir adam, birisinin yanma bir emanet bıraktığında, emaneti alan şahıs,  o emaneti kendi dükkanına götürüp bırakır ve dükkanının kapısını kapatmadan, sabî bir çocuğu muhafaza için oraya koyarak cuma namazı kılmaya gider ve emanet zayi olursa; Şeyhu'1-İmâm Ebu Bekir Muhammed Bin Fadl: "Dükkanda bırakılan çocuk, eşyayı muha­faza edecek güçte ise, tazminat gerekmez; değilse, tazmniat gerekir." demiştir.

Kadı İmâm Aliyyü's-Sa'di ise: "Her iki halde de tazminat gerekmez. Çünkü, emaneti sağlam bir yere bırakmıştır." demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Yanına emanet bırakılan zat, evinin anahtarını başkasına vererek bir yere gider ve döndüğü zaman da bu emaneti yerinde bulamazsa, bu durumda,  —anahtarı verdiği için— tazminat gerekmez. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adam, elbisesini diğerinin dükkanına emanet bırakır, hü­kümdar da her ay, insanlardan vergi toplamakta olur ve vergi memur­ları, o dükkandan emanet olan elbiseyi alırlar ve bu elbiseyi başkasına rehin olarak bırakırlar ve bu elbise oradan çalınırsa, şayet dükkân sahibi, o emanetin alınmasına mani olmazsa, tazminat gerekmez.

Emanet sahibi onu hükümdarın adamlarına ödettirir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Necmü'd-dîn şöyle demiştir:

Bir kimse, bir bohçanın içerisinde sarılı bulunan bir elbiseyi, birisine emanet eder; o da, o bohçayı başının altına koyup yastık gibi üzerine yatar; sonra da sahibine iade eder; elbisenin sahibi ise: "Bohçanın içinde şu, şu elbiseler vardı. Bir kısmı zayi oldu." derse, bunu isbat etmesi gerekir. İsbat edemediği müddetçe, tazminat gerekmez.

Şayet, emanet bırakılan zat o bohçayı bırakır gider ve zayiat vakî olursa, tazminat gerekir. Muhiyt'te de böyledir.

Bir kimse, içinde marangoz âleti bulunan bir sandığı, bir adamın yanına emanet bırakır; sonra da sahibi gelip sandığını alır ve "aletle­rinden bir kısmının olmadığını" iddia eder; emanet alan adam da: "Ben, senden sandık teslim aldım; içinde ne olduğunu bilmem." derse, bu durumda tazminat gerekmez. Yemin de gerekmez.

Keza, bir kimse, kese içinde, dirhemleri emanet eder, fakat onları tartmaz; sonra da dirhem sahibi, "dirhemlerinin daha çok olduğunu" iddia ederse, bu durumda da yemin gerekmez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir kadın, ücretle, bir erkeğin elbisesini yıkayıp, kurusun diye bu elbiseleri bir yere asar ve bu elbise zayi olursa, kadın, onu tazmin eder (= öder) Hulasa'da da böyledir.

Bir kadın, bir çok insanın elbisesin* yıkar ve kurusun diye bir evin üzerine sererse, şayet o yer elbise sermeye tahsis edilmiş bir yerse,—elbiselerinin zayi olması halinde— kadına tazminat yoktur; değilse tazmin eder. Füsûlü'l-îmâdiyye'de de böyledir.

Bir adamın elinde, başkalarının malı bulunduğunda ona: "Eğer bu mallan vermessen, seni bir ay haps ederim, (veya şiddetle döverim." derse, bu durumda, bu şahsın, o malları, hükümdara vermesi caiz olmaz.

Eğer verirse, tazmin eder.

Şayet hükümdar: "Elini keserim, (veya sana elli kırbaç vururum." derse, o zaman tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Hükümdar, elinde emanet bulunan şahsa: "Eğer elindeki emaneti vermessen, malını telef ederim." der; elinde emanet bulunan şahıs da, onu hükümdara verirse, tazminat gerekir.

Eğer, malından kendisine, kifayet miktarı kalacak olursa bu böyledir. Şayet, hükümdar malının tamamım alacak olursa o zaman mazurdur; tazminat gerekmez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Kendisine Kur'an-ı Kerim emanet edilen bir kimse, o Kur'an-ı Kerimi okurken, zayi etse, onu tazmin etmez.

Rehinin hükmü de böyledir. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Bir kimseye bir takım kağıtlar emanet bırakıldığında, kendisine emanet edilen şahıs, bu kağıtları, bir sandığa koyduktan sonra, bu sandığın üzerine içmek için su bırakır, bu su da kağıtların üzerine damlar vq kağıtlar zayi olursa, tazminat gerekmez. Kmye'de de böyledir.

Kendisine bir emanet bırakılan adam: "Emaneti götürdüm; fakat, nasıl götürdüm bilmiyorum." derse, alimler, bu durum hakkında ihtilaf eylediler.

Esahh olan, bu şahsın o emaneti tazmin etmemesidir. Şayet: Emaneti sattım; parasını aldım." derse, "—Onu yedim." demedikçe— yine tazminat gerekmez. Hulâsada da böyledir.

Emanet bırakılan adam, emanet sahibine: "Onu bana bağışladın, (veya bana sattın.) der; mal sahibi de bunu inkar eder; sonra da bu emanet   zayi   olursa,   tazminat   gerekmez.   Füsûlü'l-Imâdiyye'de   de böyledir.

vanına, . bir   leğeni   emanet   olarak bıraktığında, bu emaneti alan şahıs bu çamaşır leğenini tandırın başına koyup, üzerine birşey bırakınca, bu leğen kırılırsa, duruma bakılır: Şayet, leğeni tandırın üzerine, bu tandırı kapatmak için koymuşsa onu tazmin eder. Âdet olduğu için koymuşsa, tazminat gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.                                .

Bir adam, diğerine bir tabak emanet ettiğinde, kendisine emanet bırakılan şahıs, o tabağı bir kabın üzerine korsa, duruma bakılır: Eğer kullanmak üzere koymuşsa, —o tabak zayi olunca— onu öder. Kul­lanmak için koymamışsa, onu tazmin eylemez.

Bunu anlamanın yolu şudur: Eğer, tabağın üzerine konulduğu şey, su kabı veya un kabı gibi bir şeyse, bu durumda o tabak, kullanmak için bırakılmış sayılır.

Şayet boş bir şey veya ağzı kapanmak istemeyen bir şeyse, o zaman kullanmak için konulmuş olmaz. Muhıyt'te de böyledir..

Emanet bırakılan şahsın elinden, emanet olan şey düşer kırlırsa, onu tazmin eder.

Şayet emanet bırakılan şahıs, "onu, ödünç aldığını" iddia ederse, onu tazmin etmez.

Şayet ihmal ettiği için düşürmüşse, yine ödeme yapar. Zehıyre'de de böyledir.

Fetâvâyi NesefTde şöyle zikredilmiştir:

Bir değirmenci, değirmenin suyuna bakmak için değirmenden çıktığında, değirmendeki buğdaylar çalınırsa, kapıyı açık bırakıp gitmiş olması halinde, çalınan buğdayı tazmin eder. Hulâsa'da da böyledir.

Han bunun hilafmadır.

Herhangi bir yerde, kilit olduğu halde, emaneti alan kimse, o kapıyı açık bırakır; hırsız da gelip bir şey çalarsa,- onu tazmin eder. Kilit olmayan yer böyle değildir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Emanet bırakılan bir hayvan,  hastalandığı  veya yaralandığı zaman, kendisine emanet edilen şahıs, bir başkasına, "o hayvanı, tedavi etmesini"  söyler;  hayvan da ölürse,  bu durumda hayvanın sahibi muhayyerdir:  İsterse, bu hayvanı emanet bıraktığı adama ödettirir; isterse, tedavi ettiren şahsa ödettirir.

Şayet emanet etiği adama ödettirirse, öbür adama müracaat edemez. Fakat, tedavi eden adama müracaat ederse, o takdirde tedavi eden adam, —onun emanet olduğunu bilmiyorsa— o zaman, kendisine, "tedavi etmesini" emreden şahsa müracaat eder. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.

Bir adam, diğerine, dişi bir koyun emanet ettiğinde, o şahıs, bu koyunu, koruma maksadı güderek, kendi koyunları ile çobana teslim eder; bu koyun da çalımrsa, çobanın, Özel olarak kendi çobanı olmaması halinde, bu şahıs koyunu tazmin eder. Kınye'de de böyledir.

Bir adamın, diğerine emanet ettiği bir merkep kaybolduğunda, emanet bırakılan adam, o merkebin sahibine: "Benim merkebimi al; senin merkebini bulup sana teslim edene kadar kullan." der ve o merkep de onun yanında kaybolur; sonra da önceki merkebi, kendine emanet bırakılan kişi bulup sahibine geri teslim ederse; bu durumda ikinci adam, kaybolan merkebi ödemez. Çünkü onun sahibi, o merkebi bu şahsa emanet vermiştir. Hulasa'da da böyledir.

Bir hurmalık, kendisine emanet edilmiş bulunan bir kimse, o hurmalardan koparıp yerse; şayet,-emeği mukabili yemişse, tazminat gerekmez; aksi takdirde, tazminat gerekir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Bir adam, kendine emanet bırakılan hayvana biner ve o da ölürse, onu tazmin eder. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir adam kendine emanet bırakılan elbiseyi giyer çıkarır ve tekrar giyer;  sonra da bu elbise zayi olursa, onu    tazmin eder. Cevâhiru'l-Atalâtî'de de böyledir.

Bir adam kendine bırakılan emanet elbiseyi giyer ve bir havuzda yüzmek için onu çıkarıp bir kenara kor; kendisi suya dalınca da, bu elbise çalımrsa, bu durumda tazminat gerekmez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Şöyle denilmiştir: Burada ihramlı bir kimsenin meselesine delil vardır. Şöyleki: İhramlı bir kimse, dikişli bir elbiseyi giyer, sonra onu çıkarıp sonra da tekrar giyerse; onu giymek kasdı ile çıkarmış olması halinde,  ceza tekerrür eder.  Buna binaen, en uygun olan bundan vazgeçmektir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, emanet bir elbiseyi, kendi elbisesiyle birlikte nehrin kenarına koyarak yıkanmak için nehire girer, nehirden çıkınca da kendi elbisesini giydiği halde emanet edilen elbiseyi orada unutur veya suya aldığı zaman onu çalarlarsa, tazminat gerekir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

İbnü Semâa, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bir adam, diğerine bin dirhem emanet bırakır, o adam da birşey satın alarak, o bin dirhemi verir; sonra da bu bin dirhem, —hîbe edilmek veya kendisinden bir şey satın alınmak yoluyla— bu şahsa geri verilir; bu şahıs da onu emânet edilen yere kor ve bu bin dirhem orada zayi olursa, tazminat gerekmez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R. A.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: Emaneti alan zat, emanet sahibinin emri ile onu, borç yerine verdiğinde, bu şey, zayıf olduğu için, tekrar emanet bırakılan şahsa iade edilir ve sonra zayi olursa, bu durumda tazminat gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adamın yanında, emanet bırakılmış dirhemler, dinarlar veya tartılan, ölçülen şeyler bulunduğunda, bu şahıs, kendi ihtiyacı için, bun­ların birazını sarfederse, sarfettiği kadarını tazmin eder. Geri kalanı tazmin etmez.

Sarfettiği şeyin benzerini, kalana katarsa, o takdirde tamamını öder.

Bu, kendi malını, emanetten kalan şeye katıştırdığı zaman, hangi­sinin kendisine ait olduğunu bilmediği zaman böyledir.

Şayet kendi malını tanırsa, o zaman geride kalan emanet malı taz­minat gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet, emanetin tamamını öderse, o zaman onu satar. Sonradan, emanet sahibi gelerek,, fazla olan bedeli isterse onu tasaddukeder.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir. Ve bu, emanet, satılan cinsten olduğu zaman böyledir.

Şayet emanet bırakılan şey, dirhem olur ve onunla da bir şey satın alırsa, duruma bakılır: Eğer bizzat o dirhemlerle alınmış ve nakden de ödenmiş iset bu güzel bir şey olmaz.

Şayet o dirhemlerle satın alınmışta, başka şey ödenmişse, veya mutlak dirhemlerle alınmışta bedel olarak o dirhemler ödenmişse, kârı helâl olur.

Keza, eğer o dirhemler ile yiyecek satın alır ve bedelini nakden öderse; onun bedelini tazmin etmeden, satın aldığı o şeyi yemesi helâl olmaz.

Şayet mutlak dirhemlerle yiyecek satın alır, sonr-a da o emanet dirhemleri öderse, helâl olur. Mebsût'ta da böyledir.

Onların bir kısmını infak niyetiyle alır ve geride kalana katana kadar da harcama yapmaz, sonra da tamamı zayi olursa, bu durumda tazminat gerekmez. Müzmarât'ta da böyledir.

Bir adam, ağzı bağlı bir keseyi veya kilitli bir sandığı emanet olarak, başka birine verdiğinde emanet alan şahıs, kilidi açtığı halde içinden bir  şey  almaz,  sonra da bu  sandık  zayi  olursa,  tazminat gerekmez. Bedâi"de de böyledir.                                     

Alimlerimiz şöyle buyurmuşlardır:

Bir adam, emanet elbiseyi giymek için veya, başka bir emaneti sar-fetmek için çıkardığında o şey zayi olursa, tazminat gerekmez. Kudûrî Şerhı'nde de böyledir.

Kendisine, birşey emanet bırakılan zat, emanet malını kendi malına veya başka bir emanet malına kattığında, bu karışım ayrılmaz durum da olursa, tazminat gerekir. Siraciyye'de de böyledir.

Bir şeyin, diğer bir şeye katılması şu dört şekilde olur:

1) Seçmesi kolay olacak şekilde katmakdır: Beyaz dirhemleri, siyah dirhemlere katmak veya dinarları dirhemlere katmak gibi...

2) Seçmesi zor olan katışımlar: Buğdayı, arpaya katmak gibi...

3) Cinsleri uymayan şeyleri   birbrine karıştırmak: Zeytin yağını, başka bir cins yağa katmak gibi

Burada, bi'1-icma, hak sahibinin hakkı, inkıtaya uğrar.

4) Cinsi aynı olan şeyleri bribirine katmak: Zeytin yağını, zeytin yağına katmak; dirhemleri, dirhemlere katmak; buğdayı buğdaya katmak gibi...

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, burdada emanet sahibinin hakkı —onun malını aynen seçmek imkânı olmadığı için— zayi olabilir.

Bu takdirde, mal sahibi muhayyerdir: Dilerse, katılan şeye ortak olur; dilerse, kendi malım aynen tazmin ettirir. Müzmarat'ta da böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre,  akıcı olan şeyler birbirine katıldığı zaman, miktarca çok olana itibar edilir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ise, her halde, hak sahibinin hakkı zayi olabilir.

İmâm Muhammed (R.A.): "Her halinde, ortak olur." buyurmuştur. Kâfî'de de böyledir.

Gümüş eridikten sonra birbirine katılırsa, bu da akıcı şeylerden sayılır. Tebyîn'de de böyledir.

Fetâvâyi Attabiyye'de şöyle denilmiştir:

Bir adamın yanında, emanet olarak buğday ve arpa bulunduğunda, o şahıs, bunları birbirine katarsa tazmin eder. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Emaneti, başka bir şeye katan kimse, emanet alanın (karısı oğlu gibi...) r/âlinden olduğunda, tazminat emanet alan şahsa ait olmaz; onu katan şahsa ait olur.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Emaneti başkası katıştırdığı zaman, emanet veren şahsın da, alan şahsın da o şeyi almasına bir yol yoktur. Onu, katan şahıs tazmin eder.

İmâmeyn'e göre, dilerlerse, onu katana tazmin ettirirler; dilerlerse, o karışıma ortak olurlar.

Katan şahsın küçük veya büyük olması müsavidir. Siracü'l- Veh-hâc'da da böyledir.

Katan şahsın, hür veya köle olması da müsavidir. Zehıyre'de de böyledir.

Alimlerimiz şöyle demişlerdir: Emanet şeyi başka bir yiyeceğe: Un^.f.^mı r» çpvin bedelini, sahiplerine vermeden, onu yemesine bir müsaade yoktur.

Şayet, katışan şeyler buğday ile arpa olursa, buğday sahibi katışık buğdayının kıymetini alır; arpa sahibi ise, katışmamış haldeki arpasının kıymetini alır. Siracu'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adam, kendi malını başkasının malına kattığı zaman, o kattığı malın sahibi, katılan şeye ortak olur. Eğer, bunun bir kısmı zayi olursa, bu şey müştereken aralarında zayi olmuş olur. Geride kalanı da müştereken —herbirinin mal nisbeti ne ise ona göre— taksim ederler.

Eğer birinin bin dirhem, diğerinin ise ikibin dirhem ise, geride kalanı üçe bölerler üçte ikisini, iki bin dirhem sahibi; üçte birini de bin dirhem sahibi alır.

Velvâlicî şöyle demiştir:

Bu, dirhemler sahih veya mükessere olduğu zaman böyledir.

Şayet, birinin dirhemleri sahih, diğerinin dirhemleri ise, mükessere olursa, bu durumda, bu şahısların aralarında ortaklık sabit olmaz. Bilakis herbirinin malı ayrılır ve herkes malını alır.

Eğer, birinin dirhemleri sahih ve yeni olduğu halde, bunların içinde bazı kötü dirhemler bulunur; diğerinin dirhemleri ise,, kötü olur ve içinde bazı yenileri bulunursa; bu durumda aralarında ortaklık sabit olur.

Bu durumda, onları nasıl taksim ederler?

Şayet birinin dirhemlerinin üçte ikisi yeni dirhem, üçte biri de kötü (= eski) dirhem olduğunu; diğerinin de üçte ikisinin eski, üçte birinin yeni olduğunu kabul ederlerse; bu durumda tazeleri de eskileri de üçe taksim ederler; herbirisi, dirhemlerinin mikdarı kadarım alır.

Şayet nisbet kabul etmezler ve ne kadarının yeni, ne kadarının eski olduğunu bilmezler, ayrıca her birisi, dirhemlerinin üçte ikisinin yeni, üçte birinin eski olduğunu iddia ederse, bu durumda, herbirisi, taze dirhemlerin üçte birini alır. Çünkü, o noktada ittifak halindedirler; yani her ikisinin de iddiasında da üçte bir yeni mevcuttur; diğer üçte birde ise ihtilaf halindedirler. Ve bunlardan her birisi, onun kendi nefsine ait olduğunu iddia etmektedir. Ö üçte birin yansı, bunlardan her birine verilir. Bu da, tamamın altıda biridir. Bu durumda, herbirinin sözü, kendi elinde bulunan hakkında doğrudur.

Ve bunlardan her biri "sözünün doğruluğu hakkında" diğerine  eder.

Şayet yemin etmezlerse, davadan berî olurlar ve mal onlara» olduğu gibi terkedilir. Şayet yeminden kaçınırlarsa, herbirine üçte birin yarısı hükmedilir; o da tamamının altıda biridir. Keza herbirisi beyyine ibraz ettiğinde onlardan biri yemin ederde, diğeri yeminden kaçınırsa, tamamın altıda birisi olan üçte birin yansı, onun olur. Gayetü'I-Beyân'da da böyledir.

Birbirine katılan iki şeyin, biri buğday, diğeri arpa olduğunda, eğer her ikisi de bir şeyde ittifak ederlerse, netice ittifak ettikleri gibi olur. Şayet ittifak edemezlerse, buğday sahibine buğdayının karışık kıymeti verilir. Arpa sahibine de, arpanın buğdaya katışmadan Önceki kıymeti verilir. Cami de de böyledir.

En doğrusunu bilen, Allah'u Teâlâ'dır. [8]

 

5- EMÂNETİN BİLİNMEMESİ (= MEÇHÛLİYETİ)
 

Kendisine emanet bırakılan zat Ölür ve emanet bilinmezse, bu emanet —sağlığında olan borç gibi— terekesinden alınır. Tehzîb'de de böyledir.

Bu, adam ölüp, emanetin Hali bilinmediği zamanda böyledir. Fakat, varisler emaneti biliyor ve bunların bildiğini maneti alanda bildiği halde onu açıklamadan ölmüşse, bu durumda tazminat gerekmez. Fü-sûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Şayet varis: "Ben emaneti biliyorum." der alacaklı ise bunu inkar eder ve emaneti açıklayarak:  ''Şu şu" der ve:  "Ben- onu bildim; gerçekten o zayi oldu." derse, bu söz doğrulanır.

Eğer emanet yanında olurda, "zayi oldu." der ve fakat varis hırsızı gösterebilirse, tazminat gerekmez.

Şayet, emanet alan şahıs, hırsızı gösterirse, bu durumda da ona tazminat gerekir. Hulâsa'da da böyledir.

Alacaklı ile, emanet alan şahsın varisleri ihtilaf ettiklerinde, emanet veren: "Emanet alan şahıs, emaneti bilmeyerek öldü." der; emanet alan şahsın varisleri de: "Emanet alan, ölürken emanet olan şey bizatihi duruyordu; o belirlidir; sonra da zayi oldu." derlerse, bu durumda alacaklının sözü geçerli olur.

Sahih olan da budur.

Şayet emanet alan şahsın varisleri: "Emanet alan zat, sağlığında emaneti geri verdi." derlerse, bu sözleri beyyinesiz kabul edilmez. Ve malından tazminat vacib olur.

Eğer varisler, emanet alan şahsın, onu sağlığında ödemiş olduğuna dair" beyyine ibraz ederlerse, bu durumda sözleri ve beyyineleri kabul edilir.

Emanet alan zat, emanetten habersiz öldüğünde, varisleri "ema­netin, onun sağlığında zayi olduğunu" iddia ederlerse, bu sözleri kabul edilmez. Fiisûlü'Mmâdiyye'de de böyledir.

Emanet alan zat ölmez, fakat tecennün eder ( = delirir) ve onun da malı bulunur; emanet edilen şey de istenir fakat bulunamaz, varisler de, bu   şahsın   akıllanacağından   ümit   keserlerse,   bu   durumda   onun malından, bu emaneti borçlariırlar.

Bu durumda hakim, deliren şahsa bir veli tayin eder. Bu veli, ema­neti onun malından alır ve hak sahibine verir. Zehıyre'de de böyledir.

Bundan sonra delilikten iyileşir ve "emaneti geri verdiğini" veya "yanında iken zayi olduğunu" iddia eder veya: "Ben ne olduğunu bilemiyorum."  derse ona yemin  verilir ve malına müracaat eder. Yenâbi"de de böyledir.

Bir adam, karısına bir emanet verdiğinde, bu adam ölür ve bu emaneti almış olan kadın:  "Emanet zayi oldu." veya "...çalındı." derse; onun, yeminle birlikte söylediği söz geçerli olur. Bu durumda hiç bir kimsenin yapacağı birşey yoktur.

Şayet, bu kadın: "Kocam ölmeden Önce, ben emaneti ona vermiştim." derse; yine, onun yeminle birlikte söylediği bu sözü geçerli olur. O emanet borç olur; kadın da kocasından dolayı ona varis olur. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

Eğer, bu kocanın emaneti karısına verdiği, ancak sözüyle bilinirse; (şöyleki:  Adam Ölmeden önce,- ona:  "Filanın sana emanet olarak verdiği, bin dirhemi ne yaptın?" denilir; o da:  "Karıma verdim." dedikten sonra ölür; bilahare, bu durum karışma sorulunca bunu inkar ederse; ona yemin ettirilir; başka bir şey yapılmaz.

Şayet ölen zatın terekesi varsa, o zaman o borçtur; kadın da ona varistir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir müdarip: "Müdarabe malını, filana verdim." dedikten sonra..oricinp Hp vanılacak bir sev voktur. Eğer sarraf: "Bana bir şey vermedi." derse; onun, yeminle birlikte söylediği bu sözü geçerli olur. Ona karşı da, ölenin varislerine karşı da yapılacak bir şey yoktur. Hızânetu'l-Müftîn'de de böyledir.

Şayet sarraf, bir şey söylemeden önce ölür müdaribin de ona emaneti verdiği ancak onun sözüyle bilinirse; bu durumda, onun —sarrafa karşı— bu sözü tasdik edilmez. Hulâsa'da da böyledir.

Eğer müdarip sarrafa senetle vermiş veya sarraf kendisi ikrar etmiş olur; sonra da müdarip, bilahare de sarraf —bir şey açıklamadan ölürse, o zaman, bu sarrafın malından alacak olur; onu emanet bırakan şahsa karşı, yapılacak bir şey yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Müdarip ölür, sarraf sağ olur ve bu sarraf: "Ben, müdaribin sağlığında, emaneti ona geri vermiştim." derse; bu durumda onun sözü geçerlidir; o yemin eder ve bir şey gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bırakılan emanetler, —bir açıklama yapılmamış olması halinde— ölüm sebebiyle tazminata çevrilirler.

Ancak, şu üç mes'elede, emanetler tazminata çevrilmezler.

1) Bir vakfın, mütevellisi Ölür; onun aldığı vakıf geliri bilinmez ve bir beyanatı da olmaz ise; ona tazminat gerekmez.

2) Hükümdar gazaya çıkar; ganimet alır; o ganimeti ganimet ehlinden bir kısmının yanma emanet bırakır ve bir beyanatta bulun­madan da Ölürse; yine tazminat gerekmez.

3) Müfaveda ortaklarından birisi ölür; elinde ortaklık malı olur; onu da açıklamaz ise; ona karşı da tazminat yoktur. Fetâvâyi Suğrâ'da da böyledir.

Yetimlerin malını teslim alan bir hakim, bir şey beyan etmeden önce ölürse; bu durumda iki cihet vardır:

Şayet hakim, o malları evine koymuş ve bu malın nerde olduğu da bilinmiyor ise, tazminat gerekir.

Eğer bir topluma verdiği halde, kime verdiği bilinmiyorsa; o zaman, tazminat yoktur. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet hakim:  "Mal benim yanımda zayi oldu." veya "Onu, yetimlere sarfeyledim."  derse; bu durumda hakime karşı tazminat arıklamadan ölürse, tazminat gerekir.

Yenâbi"de de böyledir.

Hişâm'ın Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:

Bir vasi, yanında, bir yetimin malı bulunduğu halde ölür ve bu malın nerede olduğu bilinmez; bu hususta, vasinin bir açıklaması da olmaz ise, bu mal, onun terekesinden tazmin edilir.

Şayet, vasinin, bu malı, bir insana verdiği bilinir, fakat kime verdiği bilinmezse, onu tazmin eylemez. Çünkü, vasinin yetimin malını, bir başkası vasıtasıyla korumak hakkı vardır, tbnü Rüstem'in Nevâdiri'nde, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu beyan edilmiştir:

Şayet hakim: "Yetimin malı, benim yanımda zayi oldu." veya: "Onu, yetime sarf eyledim," derse, tazminat gerekmez.

Şayet hakim, bu açıklamadan ölürse, —emanet alan şahıs gibi— onu tazmin eder. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

Müfâveda   ortaklarından   birine, bir adam, bir emanet bıraktığında, kendisine emanet bırakılan bu zat, bir açıklama; yap­madan ölürse, tazminat gerekir.

Şayet, sağ olan arkadaşı: "Ortağım, onu sağlığında zayi etti." derse, onun, bu sözüne inanılmaz. Zehiyre'de de böyledir.

Müntekâ'da, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu nak­ledilmiştir:

Bir hakim, bir sabî için, bir kesede bin dirhem; diğer bir sabî için de başka bir kesede, bin dirhem alıp, ö iki keseden birisini harcar, ancak bunun hangi sabiye ait olduğunu bilmediği gibi, kalan kesenin de hangi sabiye ait olduğunu bilemezse, bu durumda geride kalan bin dirhemi, bu iki yetim arasında pay eder.

Onlardan her ikisi de büyüdüğü zaman, hakim, her birine infak edileni iddia eder ve yemin ettirir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir adamın yanında, bin dirhem emanet bulunduğunda, iki adam gelerek, onu iddia ederler ve her birisi, "onu, kendisinin emanet bıraktığını" söyler; emanet yanında olan şahıs da: "Onu, bana biriniz emanet bıraktınız; fakat, ben hanginizin bıraktığını bilmiyorum." der; iddia edenler de o bin dirhemi aralarında pay etmek üzere anlaşma vaoarlarsa, bu anlaşma geçerli olur ve dedikleri gibi yaparlar.

Bu durumda emanet alan şahsın, o bin dirhemi, onlara vermeme hakkı yoktur. Bu şahıslar, aralarında birbirlerine yemin ettiremedikleri gibi, emanet alan şahıs da onlara yemin ettiremez.

Fakat anlaşma yapmazlar ve onlardan her biri, "o bin dirhemin, kendisine ait olduğunu iddia ederek, emanet edilen şahıstan almak isterse, bu durumda, emanet alan şahıs, onlara vermez.

Bu durumda, o iki şahıs, emaneti alana yemin teklif eder. Bu şahıs, ikisinden de almadığı hususunda ya yemin eder veya etmez. Almadığına yemin ettiği takdirde, dava düşer. Bunların, bu durumda sulh yapmaları da mümkün değildir.

Bu, İmâm Etiû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, bunlar bu durumda anlaşıp, bu bin dirhemi ortaklaşa alabilirler. Şayet, o ikisinden de almadığı husu­sunda yemin etmezse, bu bin dirhemi ikisine verir ve bunlara bin dirhem de borçlanır.

Şayet, birinden almadığı hususunda yemin etmez de, diğerinden almadığı hususunda yemin ederse; bu durumda, bu bin dirhemi, "almadığı hususunda" yemin etmediği şahsa verir. Diğerine bir şey vermesi gerekmez. Gayetu'l-Beyân'da da böyledir.

Bu durumda, emaneti alan şahıs, "birinci şahıstan almadığı hususunda yemin etmekten" kaçınınca, ikinci şahıs için bu hususta yemin etmedikçe, hakimin, bu bin dirhem hakkında hüküm vermemesi uygun olur.

Şayet hakim, emaneti alan şahıs, yeminden kaçındığı halde, önceki için hükmederse, bu hüküm bundan sonra, ikincisi için de yemin etmedikçe— yerine getirilmez. Bu durumda hakim, ikinci adam için de emaneti alan şahsa yemin ettirir. O şahıs, bundan kaçınırsa, bu bin dirhem de, aralarında pay edilir. Bu durumda, kendisine emanet bıra­kılan şahıs, ikinci bir, bin dirhemi de onlara borçlanır. Kâfî'de de böyledir.

Bu, bizim  alimlerimizin  ihtiyarıdır. Gayetü'l-Beyân'da  da böyledir.

Hüküm verildikten sonra, davalı şahıs, ikinci davacıya yemin veremez. Tebyîn'de de böyledir.

Şayet, elde mevcut olan bin dirhem hakkında, iddiacılardan her biri "benimdir." diye iddia ederler; emanet edilen zat da bu davacılar­dan birini doğrulayıp, emaneti ona teslim ederse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, bu durumda ikinci zatın yemin verme hakkı yoktur.

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu şahıs yemin verebilir. Kâfî'de de böyledir.                                                                   

Fetâvâyi Attabiye'de şöyle zikredilmiştir:

Eğer iddiacılardan her birisi, biner dirhem emanet bırakmış olduk­ları halde, onlardan birisinin emaneti zayi olsa ve fakat, hangisinin emanetinin zayi olduğu bilinmese; onlar iddia etmedikçe dava yoktur.

Eğer onlardan her birisi, "duran bin dirhemin, kendisine aid olduğunu" iddia ederlerse, o zaman, emanet bırakılan zat, onların her-birine yemin eder.

Şayet her ikisi için de yemin ederse, o iki kişi mevcut olan bin dirhemi aralarında taksim ederler. Bu durumda onların, emanet alan şahsa karşı başka bir yolları yoktur.

Eğer ikisi için de yemin etmezse, bu iki kişi, mevcut bin dirhemi alırlar; bu şahıstan beşer yüz dirhem de alacakları olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Kendisine, bir cariye emanet bırakılan şahıs bir açıklama da bulunmadan ölür ve emanet bırakan zat, emanet bırakılan şahsın ölü­münden sonra, bu cariyeyi sağ olarak görürse, bu durumda emanet bırakılan şahsa tazminat gerekmez.

Şayet, cariyenin sahibi, emanet bırakılan şahsın ölümünden sonra, bu cariyeyi sağ olarak görmez ve ölenin varisleri: "Onu, geri verdi." veya: "O sağ iken, cariye öldü." yahut "...kaçtı." derlerse, bu sözleri kabul edilmez. Çünkü onlar, tazmniattan kaçmıyorlar demektir.

Bu durumda, emanet bırakan şahıs, bu cariyenin emanet bıraktığı günkü kıymetini ödetir. Muhıyt'te de böyledir.

Alım-satıma aklı erdiği halde, ticaretten men edilmiş bulunan bir sabiye (= çocuğa), bir adam, bin dirhem emanet bırakır; o çocuk da buluğa erişir ve ölür; emanet bırakılan şeyin de hali bilinmezse, bu durumda, o çocuğun malından tazminat gerekmez.

Ancak, şahitler şehadette bulunarak: "O bulûğa eriştiği zaman, emanet mal onun yanında idi." derlerse, o takdirde, —ölümü sebebiyle— tazminat gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bunağın hükmü de, sabinin hükmü gibidir.

Şayet bunaklıktan kurtulduktan sonra ölür ve emanetin keyfiyyeti bilinmez ise, onun malından tazminat gerekmez.

Ancak şahitler şehadette bulunarak: "O iyileştiği zaman, emânet mal yanında idi." derlerse, o müstesnadır.

Eğer sabî izinli ise, mes'ele hali üzeredir. Şahitler şehadette bulun­madıkça emaneti tazmin eder.

Ticarete izinli olan bunak da böyledir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir  kimse,   ticaretten  men  edilmiş  bir   köleye,   bir  emanet bıraktıktan sonra, bu köleyi efendisi azad eder; azad edildikten sonra da —emanetin halini beyan etmeden— ölürse, o emanet, onun malında borçdur; ister şahitler, "azad olduktan sonra, emanet elinde vardı." desinler isterse demesinler, müsavidir.

Şayet ölürken, elinde hiç bir şeyi bulunmazsa, o zaman, efendisi onu tazmin eder.

Ancak, emanet bizatihi tanınır ve sahibine geri verilirse, o müstes­nadır. Zahîriyye'de de böyledir.

Şayet bir köleye, efendisi emanet kendisine tevdî edildikten sonra, izin verir ve bilahare de bu köle ölürse, tazminat gerekmez. Ancak, şahitler şehadette bulunarak: "O, izin aldıktan sonra da emanet mal yanında idi."  derler;  sonra da bu köle mal bırakarak ölürse, bu durumda, emanetin o maldan tazmin edilmesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerine kar, karpuz veya yaş üzüm emanet edip, ken­diside kaybolur; sonra da kendisine emanet bırakılmış olan şahıs ölünce, emaneti veren adam gelir ve bırakılan emanet de, o adam gelene kadar bekleyecek durumda olmazsa, bu durumda emanet edilen şey, ölenin malında borçtur. Çünkü, emanetin hali belli olmamıştır; belki de emanet bırakılan şahıs, onu telef eylemiştir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Şayet ölen zatın varisleri, "o emanetin, emanet bırakılan şahsın yanında eridiğini"- isbat ederler veya "onun sağlığında, o emanetin bozulduğunu" belgelerlerse, bu durumda, onu terkeden ödemek lazım olmaz. Mültekıt'ta da böyledir.

Bir adam, borçlu olarak öldüğünde, yanında emanet mal veya müdarabe malı yahut vakıf geliri bulunursa, bu malın hak sahibinin kim olduğunun bilinmesi halinde, o, ona verilir. Aksi takdirde,, bu mal, ala­caklılar arasında taksim edilir.

Emanet sahibi, müdarabe sahibi ve ariyet sahibi, bize göre alacaklı­lar menzilindedirler. Mebsût'ta da böyledir.

En doğrusunu bilen Allah'u Teâlâ'dır. [9]

 

6- EMANET BIRAKILAN ŞEYİ GERİ İSTEMEK VE EMANETİN BAŞKASINA VERİLMESİNİ EMRETMEK
 

Bir adam, emaneti ister; diğeri de: "Yarın iste." der; yarın olunca da: "Zayi oldu." derse; bu durumda, bu şahıs mes'ul olur.

Şayet: "yarın iste." dememden önce "Zayi olmuştu." derse, yine tazmin eder. Eğer: "Yarın al." dedikten sonra, "Zayi oldu." derse; —ikinciye değil—, birinciye tenakuzundan dolayı, tazminat gerekmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Emânet  sahibi,  emaneti  istediği halde,  emaneti alan  şahıs, —vermeye gücü yettiği halde— onu sahibine vermezse, bu durumda, o emaneti tazmin eder.

Fakat, hâl-i hazırda, onu alıp da teslim etmeye gücü yetmezse, bu durumda, onu tazmin etmez. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Emânet sahibi, onu istediğinde, emaneti alan: "Şu anda onu hazırlamaya gücüm yetmez." der; bu durumda sahibi de bırakıp giderse; rıza ile gitmiş olması halinde tazminat gerekmez.

Eğer rızasız gitmişse, tazminat gerekir.

Eğer isteyen emanet sahibinin vekili ise, o da tazminat yaptırır. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Emânet sahibi, emaneti alan şahsa: "Bu gün yanında olan ema­neti bana getir." der; emaneti alan da: "Olur" dediği halde, o gün götürmez, o gün geçer ve o günden sonra da bu emanet zayi olursa, bu durumda tazminat gerekmez. Fetâvâyi Nesefî'de de böyledir.

Emanet sahibi emanetini istediğinde, diğeri onu inkar ederse, tazminat gerekir.

İnkardan sonra, emaneti alan şahıs, beyyine ibraz eylese bile bu böyledir. Yenâbi^de de böyledir.

Şayet, emaneti alan, aldığını itiraf ederse, tazminattan berî olmaz. Ancak,  onu sahibine teslim etmekle ondan    kurtulur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Emaneti alan zat, onu, verenin veya vekilinin yanında, inkar ederse, tazminat gerekir.

Eğer onlar yok iken inkar ederse, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre tazminat gerekmez.

Biz de bu görüşü alırız. Yenâbi de de böyledir.

Ecnâs'da şöyle zikredilmiştir:

Yerinden nakledilen emanet, inkar edilirse, bu sebeple ödenir. Şayet yerinden nakledilmez fakat zayi olursa, tazminat gerekmez. Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir?

Emanet ve ariyet yerinden nakledilse de nakledilmese de, inkar sebebiyle tazminat gerekir ..Hulâsa'da da böyledir.

Emânet sahibi, hatırlatmak üzere: "Emanetimin durumu nedir?" diye sorunca diğeri: "Benim yanımda, senin emanetin yoktur." derse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre tazminat gerekmez. Gayetü'I-Bfeyân'da da böyledir.

Düşman sebebiyle inkâr eder; (şöyle ki: Eğer ikrar ederse, telef olacağından korkar ve bu sebeple inkar eder) sonra da bu emanet zayi olursa; tazminat gerekmez. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Emânet bırakan şahıs kaybolur ve bu şahsın kansa, o emanetten nafaka ister; emaneti alan zat da, önce emaneti inkar, sonra da ikrar eder ve: "Gerçekten o zayi oldu." derse; onu tazmin eder. (= öder.)

Yetimlerin vasileri de böyledir.

Yetimlerin velîleri ve komşuları bir araya toplanarak, onların vasi­lerine: "Şu çocuklara, onların mallarından harcama yap." dediklerinde, vasî: "Onların yanımda hiç bir şeyi yoktur." dedikten sonra, bir şeyin varlığını ikrar ederek: "Gerçekten, siz istedikten sonra, o zayi oldu." derse; onu tazmin eder. (= öder) Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, önce emaneti inkar edip, sonra da onu bizzat meydana çıkararak, ikrar eder; o emanetin sahibi de: "Onu yanında emanet olarak bırak." der; o da zayi olursa, şayet, o emaneti onun yanına ken­disinin korumaya gücü yettiği hâlde bıraktıysa ve istemesi halinde, onu kendisi de alabilecek idiyse, o zaman, kendisine emanet edilen şahıs, emaneti tazmin etmekten beri olur.

Eğer emanet sahibi, o emaneti alınca, korumaya gücü yetmiyecek bir kimse olursa, o zaman, önceki adama tazminat gerekir.

Eğer emanet sahibi, diğerine: "Onu müdarabe olarak al." derse, yine o şahsın tazmin etmesi gerekir,                                  

Bunların tamamı, akar ve menkûl de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre tazminat gerekmez.

Halvânî:

Bu hususta İmâm'dan iki ayrı rivayet vardır." demiştir.

Bazı alimler de: "Bi'I-icma inkarı sebebiyle, akarda tazminat gerekir." demişlerdir. Kerderı'nin Vecizi'nde de böyledir.

Emaneti veren şahıs, onu alan şahsa: "Kardeşim isterse, onu ver." der; kardeşi de onu ister; emaneti alan şahıs ise: "Bir saat sonra gel; emaneti sana vereyim." der; bir saat sonra gelince de: "Gerçekten emanet zayi oldu." derse, bu durumda tenakuzdan dolayı tazminat gerekir. Hâvfde de böyledir.

Emanet veren bir şahıs, onu fitne gününde ister; bu emaneti alan şahıs da: "Bu saatta ona ulaşamam." derse; Ebû Bekir: "Bu durumda emaneti alan şahıs, şayet uzakta olduğu için veya dar yerde ve dar vakitte olduğu için, veremedi ise, tazminat gerekmez. Onun sözü geçerli olur. Durum böyle değilse, tazmin eder. (=     öder)" demiştir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Emânet sahibi, eğer: "Emaneti oğluma (veya oğluna) ver; o bana getirsin." der; emaneti alan da öyle yapar ve bu emanet zayi olursa; bu mal sahibinin olarak zayi olmuş olur. Yani tazminat gerekmez. Tatarhâ-niyye'de de böyledir.

Emanet sahibi, emaneti alana: "Emaneti köleme teslim eyle." der; bu köle emaneti isteyince de, adam ona vermezse, onu tazmin eder. Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

Emanet sahibi, emaneti alan şahsa gizlice: "Her kim, emanetin şu alametini sana söylerse, onu, ona ver." der; bir adam da gelerek, o alameti söylediği halde, emaneti alan zat ona inanmaz ve emaneti ver­mezse; bu durumda emanetin zayi olması halinde tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Emanet sahibinin elçisi, emaneti isteyince, emaneti alan şahıs: "Onu getiren şahıs olmayınca, sana vermem." der; sonra da bu emanet çahnırsa, zahiru'l-mezhebe göre, bu durumda o şahıs, bu emaneti tazmin eylemez.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'e göre ise, tazmin eder. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adam, temizlikçiye, talebesi ile bir elbise yolladıktan sonra, bu temizlikçiye birini yollayarak: "Onu, sana getirene yerme." der; onu getiren talebe de, temizlikçiye gelerek:  "Bu elbise, filanındır; sana gönderdi." demezse; bu durumda emaneti alan şahsın ona, o emaneti vermesiyle tazminat gerekmez.

Keza, elbiseyi getiren şahıs, gönderen şahsıiı işlerinin mutasarrıfı ise, yine tazminat gerekmez. Şayet, mutasarrıfı değilse, ona vermekle tazminat gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerine bin dirhem verdiğinde o zata: "Onu, istediğin şahısla, Rey Şehri'nde filan şahsa ver." dedikten sonra, veren adam ölür; bu emaneti alan zat da, Rey Şehri'nde filan adama vermek üzrer o emaneti, başka bir şahsa verir; bu emanet de-yolda zayi olursa, tazminat gerekmez.

Şayet emanet sahibi sağ ise, tazminat gerekir. Yalnız, onun iyalına vermişse, yine tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, diğerine bin dirhem verip, ona: "Bu gün, onu filana ver." dediği halde, emaneti alan şahıs, onu, o gün, denilen o zata vermez ve bu emanet zayi olursa, tazminat gerekmez. Çünkü, öyle yapması vacip değildir. Kerderî'nin Vecizî'nde de böyledir.

Bir şehirli, yol korkusundan, sarığını bir köylüye verip ona: "Sana sarığımı almak üzere kimi yollarsam, ona ver." dediği halde, bu köylü, gelen adama sarığı vermez; günler sona bizzat kendisi getirerek, o zatın evine kor ve sarık da o evde çalınırsa, bu durumda tazminat gerekir mi?

— Evet gerekir. Çünkü, "ver" denilen şahsa, onu vermemek gasp olur.

Ancak, bu köylü, elçi olan zatı yalanlar veya: "Ben, senin o zat tarafından gönderildiğini bilmiyorum." derse, bu men etmek olmaz ve bu durumda tazminat da gerekmez. Hâvî'de de böyledir.

Emaneti veren şahıs, onu alan zata: "Vekillerimden hangisine istersen, emaneti ona ver." der; onun vekillerinden birisi, o emaneti istediği halde, bu şahıs, diğer Vekile vermek için ona vermezse, onun vekillerinden    birisine    vermediğinden    dolayı,    tazminat    gerekir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adama, belirli bir şey verilerek "onu, filana vermesi" söylenir; o filan da gelerek: "Gerçekten filan, bunu sana emanet eyledi." der; o da bu emaneti, o vekile verir ve bu emanet zayi olursa, bu durumda mal sahibi, o emaneti onlardan hangisine isterse ona ödetir. Füsûlü'l- Imâdiyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin yanma bir senet bırakarak, "onu, borçlusuna vermesini" emrettiğinde, eğer üç ay olmadan önce, adam, o borcunu, borçluya öder; borçlu da üç aydan sonra, borcu olan dirhemleri mal sahibine verir; sonra da alacaklı gelerek, senedi isterse; şayet emaneti alan mutavassıt borçlunun, bu borcunu noksansız olarak, alacaklıya vermiş olduğunu iyi bilirse, o takdirde, senedi alacaklıya vermez. Bor­cunu, ister üç aydan önce, isterse üç aydan sonra ödemiş olsun fark etmez. Zira o senedi alacaklıya vermek, zulme yardım etmek olur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kadın vasiyyetnamesini  kocasının huzurunda, başka bir adama   emanet   ederek:   "ölümünden   sonra,   o   yazıyı   kocasına vermesini" söylediği halde, o hastalığından da iyileşerek, vasiyyetname­sini, o adamdan istese; şayet, yazıda kocası için bir mal ikrarı bulunur veya mehirini teslim aldığı yazılı olursa, adam, onu —her ne kadar bu kağıt kadının mülkü ise de— vermeyebilir. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir köle, bir adama bir emanet bıraktıktan sonra kaybolursa, onun efendisinin, o emaneti alma hakkı olmaz. Bu köle, ister ticarete izinli olsun, isterse olmasın; ister kölenin borcu olsun, isterse olmasın farketmez.

Bu, hal, o emanetin kölenin kendi kazancı olduğu bilinmediği zaman böyledir.

Fakat, kölenin kendi kazancı olduğu bilinirse, efendisinin o emaneti alma hakkı vardır. Zehıyre'de de böyledir.

 (İzinli veya izinsiz; borçlu veya borçsuz) bir köle, bir adama, bir mal emanet bırakıp ölürse; efendisinin o emaneti almaya hakkı yoktur.

Ancak, o emanetin, efendinin kendi malı olduğu bilinirse; o tak­dirde, efendi bu emaneti alabilir. Suğra'da da böyledir.

İzinsiz bir köle, bir adama bir şey emanet ettiğinde, efendisi gelerek, o emaneti istediği halde, ona verilmez ve bu şey emanet edilen şahsın elinde zayi olursa, tazminat gerekmez. Çünkü, efendisinin onun emanetini almaya liyakati yoktur.

Bir köle veya cariye, belirli bir malı efendisinin evinde kazandığı para ile satın alıp; onu da bir adama emanet olarak bırakır ve bunun böyle olduğuda bilindiği halde, efendisi o emaneti ister; emaneti alan şahıs onu men eder veya o emanet zayi olana kadar, efendi istemezse, tazminat gerekir. Çünkü o mal, efendinin mülküdür. Ve o, ondan izinsiz olarak emanet edilmiştir; emanet alan şahıs ise gasıp durumundadır. Fetâvâyî Attâbiyye'de de böyledir.

Bir köle, bir ölçek buğdayla bir adamın evine geldiğinde, ev sahibi evde bulunmaz ve onu, ev sahibinin karışma teslim ederek: "Bu, filan efendinin emanetidir. Bunu, senin kocana yolladı." deyip, gider; ev sahibi, eve gelince, kadın durumu ona haber verir; ev sahibi de, kadını kınayarak, kölenin efendisine, "kölesini yollayıp, buğdayı aldırması için." haber gönderir ve emaneti kabul etmediğim bildirir; efendi de cevabında: "Günlerdir yanında kaldı; onu, köleme verme." der ve son­radan da kendisi, onu ister; adam da: "Ben ancak, onu köleye veririm." der; bundan sonra da o buğday, ev sahibinin eşyaları ile birlikte çalımrsa; bu durumda ev sahibi, —kölenin efendisine vermediği için— onu.öder mi, yoksa ödemez mi? Eğer adam, kölenin, onu, efendisinden getirdiğini doğrularsa, vermemiş olmasından dolayı tazmin eder. Şayet onu doğrulamaz ve: "Ben, efendisi mi yolladı kendisi mi getirdi, gasp etti veya başkasının emaneti mi?" bilmiyorum. Onun için vermedim." derse, bu durumda tazminat gerekmez. Fetâvâyi Nesefî'de de böyledir. En doğrusunu Allah'u Teâlâ bilir. [10]

 

7- EMANETİ GERİ VERMEK
 

Bir adam, bi-r emanet getirerek,  emaneti alan şahsın evine koyduğunda, bu emanet zayi olursa, emaneti alan şahıs, onu tazmin eder.

Emaneti veren şahıs, onu emaneti alacak olan şahsın oğluna, köle­sine veya efrad-ı ailesinden birine bırakır; o da zayi olursa, yine tazmin eder.

Kâdî İmâm Ebû Âsim el-Âmirî böyle fetva vermiştir.

Bazı alimler ise: "Ehl-i ıyaline verilen emaneti tazminat gerekmez." demişlerdir.

Müteahhirin ulemâsı ise: "...Tazminat gerekir." demişlerdir.

Fetva da bunun üzerinedir. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Eğer lyâli vasıtasıyle geri verirse, tazminat gerekmez. Tatarhâ-niyye'de de böyledir.

Kendisine bir şey emanet edilmiş bulunan bir şahıs, bu emaneti, kendisiyle birlikte oturmayan (= ıyalinden olmayan) oğlu ile, —bu emanetin sahibine— gönderdiğinde, şayet oğlu, bulûğa erişmişse, taz­minat gerekir. Bulûğa erişmemişse,t azminat gerekmez. Her ne kadar, bu oğul evinde değilse de, onun velayeti altındadır. Emaneti onun eliyle göndermesi başka bir şahsın, icarladığı köle ile göndermesi gibidir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyİedir.

Âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Eğer oğlan buluğa erişmemişse, ona verilmekle —onu muhafazaya aklı yetiyor olması halinde tazminat gerekmez. Şayet muhafaza edemiyecek durumda ise, tazmniat gerekir. Muhiyt'te de böyledir.

Kendsine bir şey emanet edilen zat, emanet sahibine: "Ben emaneti elçimle, sana yolladım." diyerek ehl-i iyalinden bazısının ismini verse meselâ: "Cariyemle yolladım." veya "Kölemle yolladım." dese veya benzeri bir şey söylese, onun bu sözü geçerli olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Şayet, e~ıaneti alan zat: "Onu, bir yabancı ile sana gönderdim ve o sana ulaştı." der; emanet sahibi de bunu inkar ederse, tazminat gerekir.

Ancak emanet sahibi aldığını ikrar eder veya emaneti alan şahıs, onu geri verdiğini isbat ederse; o zaman tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Emaneti gasbeden şahıs, gasbettiği şahsa geri verince, tazmniattan kurtulur. Zehiyre'de de böyledir.

Emaneti alan zat, onu sahibine verdikten sonra, bu emanete hak sahibi olan bir şahıs gelirse, ona tazminat gerekmez.

Bununla beraber, emaneti veren şahıs, emaneti alan şahsa "onu, elçisine vermesini" söyler; o da onu verir ve bu emanet, o elçinin elinde zayi olduktan sonra, ona bir hak sahibi gelirse, işte o zaman bu hak sahibi muhayyerdir: Dilerse, emaneti verene; dilerse alana; dilerse elçiye ödetir. Fetâvâyi Suğrâ'da da böyledir.

Emaneti bırakan kaybolur; hayatı veya mematı belli olmazsa; bu durumda, bu emaneti alan zat, —emanet verenin ölümünü ve varislerini öğrenene kadar— onu devamlı muhafaza eder. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

—Buluntu malın hilafına— bu  durumda,  emanet tasadduk edilmez. Fetâvâyi Attabiyye'de de böyledir.

Emanetin sahibi ölünce, emaneti isteme hususunda varisler dava açabilirler. Mebsût'ta da böyledir.

Emanetin sahibi öldüğünde, malının tamamını kaplayacak kadar borcu olmazsa, bu durumda o emanet, varislerine verilir.

Bu durumda, emanetin, ölen şahsın vasisine verilmesi de caizdir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Emaneti alan zat, onu emaneti veren şahsın varislerine verir ve bu durumda terekede borç bulunursa, bu durumda, emaneti alan şahıs, onu alacaklılara tazmin eder; varislere vermekle ondan kurtulamaz. Hızâ-netü'I-Müfttîn'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allah'u Teâlâ'dır. [11]

 

8- EMANETİ VEREN VEYA ALAN ŞAHSIN AYNI KİMSE OLMAMASI
 

İki kişi dirhemleri veya dinarları, elbiseleri, hayvanları yahut köleleri, bir şahsa emaneten koyduktan sonra, onlardan birisi gelerek, emanet bırakılan şeyden hakkını isterse; ikisi bir olmadıkça, hakkını alamaz.

Hakkını alamayan şahıs, hakime şikayet etse bile, hakim, emaneti alan şahsa, onun hissesini vermesini emretmez

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

İmâmeyn ise: "Hakim, onun taksim edilmesini ve o şahsın hisse­sinin verilmesini emreder. Onun hissesinin hazırda olmayan şahsa verilmesi caiz olmaz." demişlerdir. Mebsût'ta da böyledir.

Cami de şöyle zikredilmiştir:

Üç kişi, bir adama emanet bıraktıklarında, bu şahısların ikisi kay­bolursa, hazırda olan kendi hissesini alamaz.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir. İmâmeyn'e göre ise, hazırda olan, kendi hissesini alabilir. Âlimler, şöyle demişlerdir: Bu ihtilaf, emsal sahibi olan şeylerdedir. t (Ölçülen ve tartılan şeyler gibi...)

Bunların haricinde, elbise, hayvan, köle gibi şeylerde, hazırda olan şahsın hissesini alma hakkı bi'1-icma yoktur. Kâfî'de de böyledir.

Eğer emaneti alan şahıs, hazırda bulunan şahsın hissesini verir; o da alan şahsın yanında zayi olur; sonra da diğer şahıslar gelirse, onlar da, emanet yanında olan şahısın elinde bulunanı alırlar.

Şayet o emanet, emaneti alan şahsın yanında zayi olursa, bi'1-icma, emanet olarak zayi olmuş olur. Yenâbi"de de böyledir.

Teslim alınan şey, teslim alan şahsın elinde zayi olursa, geride kalan şeyde, bu, şahıs gaip ile ortak olamaz. Gayetü'l-Beyân'da da böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Şayet emanet alan şahıs, bu emanetin yarısını, hazırda olan şahsa verdikten sonra, geride kalan kısım zayi olur; kaybolan adam da gelirse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Eğer o şey, hakimin hükmü ile verilmişse, bu durumda hiç birine tazminat gerekmez. Ve eğer, hükümsüz vermişse, gelen zat, dilerse, verilenin yarısını veren şahıstan alır. O da alan şahsa müracaat eder. Dilerse yarısını, o emanetin yarısını alandan alır." buyurmuştur. Zehıyre'de de böyledir.

îki kişi, bir emanet verdiği zaman, onlardan birisi, "emanetin tamamının kendisine ait olduğunu" ikrar ederse; onun sözü dinlenmez. Fetâvâyi Attâbiyye'de de böyledir.

Bu durumda, emaneti alan, "emanetin zayi olduğunu" iddia eder veya zalim biri ondan emaneti alır; emanet bırakan iki kişiden birisi de: "Yanında emanet bırakılan şeyden bakıyye kaldı." derse; onun yemin etmesi gerekir.     .                                                        

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) buna nıuhalifdir. O, emanetin onlardan herhangi birine verilme hakkı görmüyor ise de, onlardan birine yemin verme hakkı görüyor.

İki kişinin, ortaklaşa bin dirhemleri olduğunda, onu, birinin yanına bırakırlar; sonra da onlardan birisi, arkadaşına: "Ondan hisseni al." der; o da yarısını alır diğer yarısı ifje zayi olursa, bu durumda alınan yarıya, her ikisi de ortak olurlar.

Şayet alan şahsın aldığı dirhemler zayi olursa, bu durumda o, kalan dirhemleri ortağına teslim eder. Mulnıyt'te de böyledir.

îki kişi, bin dirhemi emanei bıraktıktan sonra, onlardan birisi: "Ortağıma yüz (veya iki yüz) dirhem ver." der; emaneti alan şahıs da verir ve bundan sonra geride kalan. zayi olursa, alman miktar alan şahsın olur. Ortağı, hiç bir şey için ona müracaat edemez.

Şayet: "Yansını ona ver." der; sonra da kalan yarı zayi olursa, bu durumda, bunu söyleyen ortak , diğerine müracaat ederek, aldığının yarısını, ondan alır. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet: "Onun hissesini, ona ver." der; emanet edilen şahıs da verirse, bu durumda verilen, onun hissesi olur. Hatta geride kalan zayi olsa bile, ortağı hiç bir şey için, ona müracaat edernez. Muhıyt'te de böyledir.

İki kişi, bir adama, bin dirhem emanet bıraktıklarında emanet bırakılan adam ölür ve iki oğlu kalır; emanet bırakanlardan birisi de "babası öldükten sonra, oğlu emaneti zayi eyledi." diye iddia eder; diğeri ise: "Ben ne olduğunu bilmiyorum." derse; "oğlu zayi eyledi." diyen şahıs, onun babasının, bu emaneti tazmin etmekten beri kılmış olur. Zira, ona göre, baba ölmüş, emanet bizzat oğluna kalmış, o da bu emaneti zayi eylemiştir. Bu durumda tazminat, oğla gerekir. Onun, baba hakkındaki sözü tasdik olunur; oğlu hakkındaki sözü tasdik olunmaz. Ve oğlan hakkında bir şeyle hükmedilmez. Tatarhâniyye'de de böyledir.

İkinci adama gelince, o ölenin malından beşyüz dirhemini alır. Onun hakkında bir bilgisi olmadığı için, arkadaşı da, onun hissesine ortak olamaz. Muhıyt'te de böyl'edir.

Üç kişi, bir adama, bir malı emanet ettiklerinde, ona: "Hepimiz bir araya toplanmadıkca, bunu hiç birimize verme." dedikleri halde, o şahıs, onların birinin hissesini, kendisine verirse;

İmâm Muhammed (R.A.): —"Kiyasda— onu tazmin eder." buyurmuştur.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.]»'ye göre, —istihsanda— tazminat gerekmez.

Bu, aynı zamanda, İmâm Ebm Yûsuf (R.A.)'un da kavlidir. Fetâ­vâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bu durumda, emaneti alan kimsenin tazminattan kurtulmasının çaresi şudur: Bu şahıs, öncekine verdikten sonra, gelip hakkım isteyen şahsa: "Hasmını da getir; öylece ikinize birden vereyim." der ve önce­kine verdiğini söylemez. Tatarhâniyyte'de de böyledir.

Bir şey, iki kişiye emanet bırakıldığında, bu emanet taksim edilen cinsten olursa; o iki kişi, muhafaza içim, o emaneti aralarında yarı yarıya taksim ederler.

Şayet onlardan birisi, bu emanetin tamamını, arkadaşına teslim eder ve emanet zayi olursa, İmâm Ebû Hanîte (R.A.)'ye göre, teslim eden şahıs, o emanetin yansım tazmin eder. Teslim alan şahıs ise, bir şey tazmin eylemez.

İmâmeyn'e göre ise, teslim eden şahıs tazminatta bulunmaz.

Eğer bırakılan emanet kabil-i taksim değilse, o zaman ikisi de onu korumakla itham edilirler. Teslim sebebiyle, her ikisine de tazminat gerekmez. Bu bi'1-icma böyledir. Tahâvî Şerhı'nde de böyledir.

İki kişi, bir emanet bıraktıklarında, onlardan birisi, emanetin yansını satarsa, satanın şehadeti kabul edilmez. Çünkü akdi bozmuştur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir kimse, bir cariyeyi, iki kişiye emanet bıraktığında, onlardan birisi, bu cariyenin yansını satar; müşteri de hissesi karşılığı, bu cariyeye cima eder ve cariye ondan bir çocuk doğurduktan sonra da, cariyenin efendisi gelirse, bu durumda hem cariyeyi, hem onun mehrini, hem de çocuğun kıymetini alır.

Bundan sonra müşteri, satıcıya müracaat ederek, cariye için verdiği bedeli ve çocuğun kıymetinin yarısını, ondan alır.

Eğer cariyenin efendisi dilerse, cariyenin doğumdan dolayı uğradığı noksanlığı, onu satan şahsa ödetir.

Bu, müşterinin, cariyenin durumunu bilmemesi ve onun hakkındaki bilgisinin yalnız emanet bırakılanların sözünden ibaret olması halinde böyledir.

Bu hususta, kendilerine emanet bırakılan şahısların şehadetleri kabul edilmez.

Fakat, bu cariye, zahire itibarla, müşterinin ümm-ü veledi olur.

Bunun hükmü, iki kişinin ortak malı olup da, bunlardan birinden çocuk doğuran cariyenin hükmü gibidir. Mebsût'ta da böyledir.

En doğrusunu bilen Allah'u Teâlâ'dır. [12]

 

9- EMANET HUSUSUNDA VAKİ OLAN İHTİLAF VE BU KONUDAKİ ŞEHÂDET
 

Bişr'in   Müntekâsı'nda   İmâm   Ebû   Yûsuf   (R.A.)'ım   şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Bir adam, diğerinde, bir emaneti bulunduğunu iddia ettiğinde, kendisine emanet bırakılan şahıs, onu inkar ettiği hale, iddia sahibi, bu iddiasını belgelediği gibi, kendisine emanet bırakılan şahıs da iddiasını isbat eder ve: "Ben de, kimsenin bir şeyi yoktur," derse, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Şayet, iddia edilen emanet, emanet bırakılan şahsın yanında, mevcut ise, bu bir beraattır. Emanet sahibinin hakkı geçersiz değildir. Muhiyt'te de böyledir.

Emaneti alan zat, onu inkar eyledikten sonra, emanet sahibi, onu belgeler; emanet alan şahıs da, onun zayi olduğunu belgeler; ve emanet veren şahıs:  "Sen, benden emanet almadın mı?" demiş olursa, bu durumda emanet alan şahsın beyyinesi merdûd olur ve tazminat gerekir. Şahitlerin inkardan sonra veya önce şehadette bulunmaları da müsa­vidir.

Bu şahıs, emaneti: "Senin, benim yanımda emanetin yoktur." diyerek inkar eder; sonra da "zayi olduğunu" beyyineler ve bunu inkardan sonra, belgelemiş olursa, işte o zaman tazminat gerekir. Şayet inkardan önce belgelemişse, tazminat gerekmez. Zayi olduğuna dair beyyinesi, mutlak ise yine tazminat gerekir.

Kudûrî'de şöyle zikredilmiştir: Emaneti alan şahıs, hakime: "Emaneti veren şahsa, benim inkârımdan önce, "emanetin zayi olmadığına dair yemin ver." derse, bu durumda hakim, yemin verir; o da bilgisinin olup olmadığına dair yemin eder. Zehıyre'de de böyledir.

Emaneti alan zat, önce, onu iknar eder; sonra da "onu verdiğini" iddia ederek, bu hususta beyyine ibraz ederse, onun bu beyyinesi kabul edilir.

İnkâr eylemeden önce, beyyine ibraz eder ve: "İnkâr hususunda hata eyledim." veya "Onu unuttum." yahut "Onu verdiğimi zannettim; sözümde sâdığım. Ben, emanet almadım." derse, bu durumda beyyinesi kabul edilir. İmâm Ebü Hanîfe (R.A.) ve Ebû Yûsuf (R.A.)'un kıyası budur. Havî'de de böyledir.

Emanet sahibi, emanetini istediğinde, emaneti alan şahıs: "Sen, bana emanet bırakmadın." der; sonra da "onu geri verdiğini" veya "onun, zayi olduğunu" söylerse, sözüne inanılmaz.

Şayet: "Onun, bende birşeyi yoktur." der; sonra da "geri verdiğini" veya "zayi olduğunu" iddia ederse, bu durumda sözü, kabul edilir. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, diğerine, emaneten bir köle bıraktığında, emaneti alan şahıs, onu inkar eder ve,bu köle onun yanında ölür; sonra da emanet bırakan zat,  "emanet bıraktığını" isbat ederek,  o kölenin,  "inkar zamanındaki kıymetini" belgelerse; bu durumda, "emaneti inkar eden kişinin., bu kölenin inkar zamanındaki kıymetini ödemesine hükmedilir.

Şayet, "inkâr zamanındaki kıymetinin ne olduğunu bilmiyoruz. Emanet edildiği zamanki kıymetini biliyoruz." derler ve o değerini söylerlerse, bu durumda hakim, emanet bırakıldığı günün kıymetini hükmeder. Zehıyre'de de böyledir.

Emaneti  alan  zat: "Ben,  emaneti gerçekten  sana verdim." dedikten bir müddet sonra: "Sana vermedim; fakat zayi oldu." derse, bu sözüne inanılmaz ve onu tazmin eder. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Emaneti alan zat: "Gerçekten  ben,  emaneti zayi eyledim/' dedikten sonra: "Hayır, ben, sana geri verdim."     veya "...vehmeyledim." derse; onun sözüne inanılmaz; tazminat gerekir. Bedâi"de de böyledir.

Emaneti alan zat: "Emaneti zayi edeli, on beş gün oldu." Dediği halde, emaneti veren şahıs, "bu emanetin iki gün önce onun elinde bulunduğunu" isbat eder; emaneti alan şahıs da: "Onu bulmuştum; sonra yine zayi oldu." derse, bu durumda,"bu şahsın, o emaneti tazmin etmesi gerekir. Mültekıt'ta da böyledir.

Yanında emanet bulunan şahıs, husumet zamanı: "Onun, benim yanımda bir er'aneti yoktur." der; ondan sonra da: "Onu buldum; fakat zayi oldu/' derse; bu durumda, onu tazmin etmesi (= ödemesi) gerekir. Gayetü'l-Beyân'da da böyledir.

Bir adam: "Filan adamın, bende bin dirhem emaneti vardır:" dedikten sonra: "İkrarımdan sonra, o şey gerçekten zayi oldu." dese; bu şahıs, o bin dirhemi tazmin eder.

Şayet "Yanımda bin dirhemi vardır; zayi oldu." derse, bu durumda onun sözü geçerlidir; tazminat gerekmez.

Şayet: "Yanımda, bin dirhem emaneti vardı; gerçekten zayi oldu." derse yine onun sözü geçerlidir; tazminat gerekmez.

Şayet: "Yanımda bin dirhem emanet vardır." der ve sözlerin de birbirine bitiştirirse; bu, istihsanen tasdik olunur ve bu mes'ele şöyle takdir edilir; sanki bu söz "Benim yanımda, bin dirhem vardı; zayi oldu." demek gibidir. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Emâneti götürdüm; fakat, nereye götürdüğümü bilemiyorum." derse, onun, yeminle birlikte söylediği, bu sözü geçerli olur ve ona taz­minat gerekmez.

Biz de bu görüşü alırız. Fetâvâyi Attabiyye'de de böyledir.

Şayet, önce "Nereye götürdüğümü bilemiyorum." derse, bunda ihtilaf vardır. Sahih olan bu durumda tazminatın gerekmemesidir. Mül­tekıt'ta da böyledir.

Eğer: "Emaneti evimden götürdüm; kendi malımdan birşey git­medi." derse;    —yeminle    birlikte—    onun    sözü    geçerli    olur. Hızânetü'I-Müftm'de de böyledir.

Bir topluluk, bir adama dirhemlerini, —haraçlarını vermek için— emanet ettiklerinde, o şahıs dirhemleri alıp, bir mendile koyarak bağlar ve cebine koyup bir mescide girer; dirhemler düşer ve bu şahsın haberi olmaz; dirhem sahipleri de bu şahsa inanmazlarsa, durumu ne olur?

—Dirhemleri düşürdüğünü isbat etmedikçe, o şahsın sözü kabul edilmez.

Bir adam, diğerine belirli bir şey emanet ettiğinde emanet edilen zât "onun, zayi olduğunu" iddia eder; emanet veren şahıs da, buna inanmaz ve yemin etmesini ister, o da yeminden kaçınsa; yeminden kaçınması, emanetin durduğunu ikrar olur ve bu şahıs, emaneti açığa çıkarana kadar habsedilir veya emanetin olmadığını isbat eder. Cevâ-hiru'l-Fetâva'da da böyledir.

Bir adam, diğerine: "Senden bin dirhem emanet aîdım; fakat zayi oldu." der; diğeri de: "...Zoraki aldın." derse, bu durumda ikrar eden şahıs, onu tazmin eder.

Şayet ikrar eden şahıs: "Onu bana verdin." veya "bana emanet eyledin." der; diğeri de: "Sen, onu zoraki aldın." derse; bu durumda tazminat gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.

Şayet ihtilaf ederler ve emaneti veren şahıs: "Emanettir." emaneti alan şahıs ise: "Hayır borçtur." derse, bu durumda tazminat gerekmez. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Emaneti alan zât: "Bir kısmı zayi oldu." veya: "Bir kısmını borç verdin." derse; bu durumda, —yeminle birlikte— emanet alan şahsın söylediği miktar doğru kabul edilir. Yen âbı'de de böyledir.

Bir adam, diğerine: "Bana bin dirhem borç; onbin dirhem de emanet ver." der; diğeri de verir; sonra da aralarında ihtilaf çıkar ve emaneti alan zat: "İşte şu borcum; gerçekten, emanet zayi oldu." derse; onun —yeminle birlikte— sözü tasdik edilir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Şayet, bir kimse, diğerine: "Benim, senin yanında bin dirhem emanetim var." der; ikrar olunan zat da:  "Yalan söylüyorsun; o benimdir." derse, bu durumda, ikrar olunan zatın sözü geçerli olur. Hulâsa'da da böyledir.

İhtilaf halinde emanet alan zat: "Emanet zayi oldu." veya "Onu sana verdim." der; mal sahibi de: "Hayır, onu sen zayi ettin." derse; bu durumda emaneti veren şahsın sözü geçerlidir.

Keza, bu emaneti alan şahıs, veren şahsa: "Sen, benim iznim olmadan zayi ettin." der; emanet veren de: "Hayır sen veya senden başka birisi zayi etti; hem de senin emrinle zayi etti." derse, bu durumda da mal sahibinin sözü geçerlidir. Bedâi*'de de böyledir.

Mal sahibi ile, emanet alanların varisleri ihtilaf ettiklerinde, mal sahibi: "Gerçekten ölen zat, emaneti açıklamadan öldü; bu emanet, onun malında borçtur." der; varisler de: "O ölürken, emanet aynen duruyordu; onun ölümünden sonra zayi oldu." derlerse, bu durumda da mal sahibi olan alacaklının sözü geçerli olur.

Sahih olan da budur. Zehıyre'de de böyledir.

Bu durumda, bu emanetin ölenin terekesinden ödenmesi gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şayet varisler: "Ölen zat, emaneti ölmeden önce ödedi." derlerse; bu sözleri, beyyinesiz kabul edilmez. Ve bu varisler, o emaneti ölenin terekesinden öderler. Çünkü, o bilgi vermeden ölmüştür.

Eğer varisler, ölenin, "ölmeden önce, emaneti ödediğini" isbat ederlerse; bu kabul edilir.

Şayet ölen, haber vermeden ölür; varisler de "onun, sağlığında ödediğini" söylerlerse, bu sözleri doğrulanmaz. Füsûiü'l-imâdiyye'de de böyledir.

Camimde şöyle zikredilmiştir:

Emaneti alan zat, mal sahibine: "Emanetinin bir kısmını aldın." dedikten sonra, emaneti alan bu zat ölür ve geride kalan miktar bilinmez; bu durumda mal sahibi; "Ben birşey almadım." der; emaneti alan şahsın varisleri de: "Sen, dokuzyüz dirhem aldın; geri de yüz dirhem kaldı." derlerse, onların bu sözleri tasdik edilmezler.

Bu durumda mal sahibine: "Muhakkak sen, aldığım ikrar eyle ve geride kalana da Allah adına yemin et." denilir. Çünkü emaneti alan şahsın, "mal sahibinin emanetin bir kısmını aldığını" ikrarı caizdir. Zira o, mu'temendir. İşte bunun için, şayet emanet sahibi,, emanetin tamamını ikrar ederse, ikrarı caizdir ve sahihdir. Sonra da aralarında ihtilaf çıkar ve emaneti alanın varisleri ile, mal sahibi görüş ayrılığında bulunur; alınan şeyin ne kadar olduğu hususunda anlaşamazlar ve mal sahibi, bir miktar aldığını söylerse, onun sözü geçerli olur. Serahsî'nin Mal   sahibi:   "Yüz   dirhem   aldın."   dediği   halde,   vaisler: "Dokuzyüz dirhem aldın." derlerse, bu durumda, mal sahibinin yemin ederek söylediği söz geçerli olur. Çünkü o, ziyadeyi inkar eylemektedir. Kâfi'de de böyledir.

Şayet mal sahibi, emanet alan şahıs sağ iken ve Ölümünden sonra: "Ben, emanetimin bir kısmını almıştım." derse, onun yeminli olarak söylediği bu sözü geçerlidir ve ikrarına göre muamele yapılır.

Eğer, emaneti alan zat sağlığında: "emaneti sahibine verdim; ancak, bir kısmım harcadım, (veya zayi ettim.)" derse; bunun miktarı hakkında onun —yeminli olarak söylediği söz geçerlidir. Yenâbi"de de böyledir.

Şayet, emaneti verenin ölümünden sonra, emaneti alan zat: "Ben emaneti vasiye verdim." derse; yeminle birlikte söylediği bu söz geçerli olur; tazminat yapmaz.. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir şahıs emanet bir malı, emanet alan şahıstan gasbeder; o da zayi olur ve mal sahibi, onu gasbeden şahsa ödetmek isteyince, emaneti alan kimse: "Gerçekten, o, onu bana vermişti; fakat yanımda zayi oldu.'* der; mal sahibi de: "Bilakis, onun yanında zayi oldu." derse; bu durumda, mal sahibinin sözü geçerli olur. Tatarfıâniyye'de de böyledir.

Emanet alan şahıs, emaneti verene: "Sen, emaneti bir yabancıya verdin; sonra da o bana verdi; o da benim yanımda zayi oldu." der; mal sahibi de bunu yalanlarsa, bu durumda mal sahibinin sözü geçerli olur emanet alan şahıs onu tazmin eder. Beraatını iddia etse bile, tasdik edilmez. Ancak beyyine ibraz ederse o müstesnadır. Yani, o zaman, tazminat gerekmez. Çünkü beyyine ibraz eylemiştir ve bu beyyine taz­minatı kaldırır.

Keza, emaneti alan: "Ben, onu sana, yabancı ile geri yolladım." der ve emaneti veren şahıs, bunu inkar ederse, bu durumda da şahsın sözü geçerli olur. Füsûlü'Mmâdiyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerine bir emanet verip, bu emaneti veren şahıs kay­bolur; sonra da gelip emaneti ister; emaneti alan şahıs ise: "Sen emrey-ledin, ben o emaneti senin ailene ve çocuklarına harceyledim." der, mal sahibi de: "Ben öyle emreylemedim." derse, bu durumda, bu mal sahibinin sözü geçerli olur; diğeri, onu tazmin eder. Muhiyt'te de böyledir.

Keza emaneti alan şahıs iddia ederek: "Onun emriyle, ben, o emaneti fakirlere sadaka olarak verdim." veya "...filana bağışladım." derse, yine onu tazmin eder. Mebsût'ta da böyledir.

Emaneti alan şahıs, bu emanet maldan, mal sahibinin borcunu öderse, onu tazmin eder. Her ne kadar, borç emanetin cinsinden olsa bile bu böyledir.

Bazı alimler: "Bu durumda tazminat gerekmez." buyurmuşlardır. Muhtar    olan    görüş    de    —bazı    alimlere    göre—    budur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Emaneti alan zat, mal sahibine: "Sen, emaneti filana vermemi söyledin." der; mal sahibi de bunu yalanlarsa, tazminat gerekir. Ancak, emaneti alan şahsın, bu hususta beyyinesi veya yemini olursa tazminat gerekmez. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Mal sahibi, emaneti alana emrederek: "Emaneti, olduğu gibi filana ver." der; emaneti alan da: "Ben, ona verdim." karşılığını verir; o adam ise: "Ben, senden bir şey almadım." der; mal sahibi de: "Ey emaneti alan zat, sen emaneti ona vermedin." derse; bu durumda —tazminattan beraat hakkında— emaneti alan şahsın sözü geçerlidir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir   adam,   diğerine,   bin   dirhem   emanet  verir,   sonra  da: "Gerçekten ben, onu senden alması için, filana söyledim; bilahare de onu yasakladım." der; emaneti alan zat da: "Filan adam bana geldi; ben de emaneti ona verdim." der o filan ise: "Ben gelmedim ve almadım." derse; bu durumda emaneti alan zat, ondan berî (= kurtulmuş) olur. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, emaneti alan şahsa karşı, beyyine ibraz ederek, "mal sahibinin,  emaneti almasını söylediğini"  söyler ve bunu da vakıtla kayıtlar; sonra da emaneti alan zat, beyyinesi ile "emaneti veren şahsın, onu vekâletten azleylediğini" haber verirse; onun bu sözü, doğrulanır.

Keza, bu şahıs "vekâlet şahitlerinin köle olduğunu" söylerse, yine sözüne inanılır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Emanet sahibi: "Ben, sana köle ve cariye emanet eyledim." der; emaneti alan da: "Sen, bana yalnız cariye emanet eyledin; o da zayi oldu." derse; bu durumda mal sahibi olan zatın iddiasını beyyinelemesi halinde emaneti alan şahıs, kölenin kıymetini tazmin eder.

Şeyhu'l-İslâm şöyle buyurmuştur:

Hakim şahitleri dinler ve kölenin kıymetini hükmeder. Şahitler köleyi vasfeder; hakim de o tarife göre, ona bir kıymet takdir eder. Şayet şahitler tarif edemezlerse, bu durumda hakim, iddia sahibinden, onun kıymeti hakkında beyyine ister. Ve şahitlerin şehadetini kabul etmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğer bir adama, bir cariye; başka birisi de bir köle emanet ettiğinde, sonradan bu şahıslardan her biri "cariyenin kendisine, kölenin ise diğerine ait olduğunu" söyler; emaneti alan şahıs da: "İkiniz de, bana yalnız şu cariyeyi emanet ettiniz." der ve yemin ederse, bu durumda emanet bırakan şahıslar o cariyeye ortak olurlar. Fetâvâyi Âhû'da da böyledir.

İki kişinin birisi, bir köleyi; diğeri de bir cariyeyi bir adama emanet bıraktıktan sonra, her biri, "kölenin kendisine ait olduğunu" iddia ederek cariyeyi emanet eylediklerim inkar ederler; emanet bırakı­lan zat da, "cariyenin onlardan birisine ait olduğunu" ikrar eder; ken­disi için ikrar olunan zat da, onu doğrular ve kendisine emanet edilen zat: "Ben, köleyi hanginizin emanet eylediğini bilmiyorum." derse, bu durumda cariye, ikrar olunan şahsa verilir. Köleye de ikisi ortak olurlar.

Sonra da, emanet edilen zat, ikisine de "köleyi, kendi yanma emanet etmedikleri hakkında" yemin verir.

Bundan sonra da bu köleyi, bu iki şahsa, —yarı yarıya— tazmin eder. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adamın yanında, bir cariye ile bin dirhem bulunduğunda, iki adamın her birisi, "onları, emanet bıraktıklarını" iddia ederler; emanet edilen zat da: "Bunların hanginize aid olduğunu bilmiyorum." der ve onlara karşı, yemin de edemese, cariye ile bin dirhemi, iddia sahipleri yarı yarıya alırlar ve emanet edilen zat, başka bin dirhem ile başka bir cariyenin kıymetini, o iki adama öder. Serahsî'nin Mnhıytı'nde de böyledir.

Emanet edilen zat, emanet eden şahsa: "Sen, o emaneti bana bağışladın." veya "Bana sattın." der; emanet sahioi de bunu inkar eder; sonra da o şey zayi olursa, emanet alan şahıs onu tazmin etmez. ( = ödemez) Hulasa'da da böyledir.

Bir adam, diğerine dirhemler emanet ettiğinde başka bir şahıs gelerek: "Beni, sana, emanet sahibi yolladı; emaneti bana vereceksin." der; diğeri de emaneti ona teslim eder ve bu emanet onun yanında zayi olur; sonra da bu emanetin asıl sahibi gelerek, adam yolladığını inkar ederse; emaneti alan şahıs onu tazmin eder.

Şayet emaneti veren zat, elçi yolladığını doğrulayıp, tazminatı şart koşmazsa; bu durumda müracaat edemez.

Eğer, adam yoladığını yalanlar Veya ne doğrular ne de yalanlar ve emaneti alan şahıs, diğerine vermiş olursa, tazminat gerekir. Ve emaneti alan şahıs, onu verdiği adama —kefalet hükmü sebebiyle— müracaat eder. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet emaneti alan zat: "Ailemden filanın eliyle, emaneti sana geri verdim." der; emaneti bırakan şahıs da bunu inkar ederse; bu durumda, emaneti alan şahsın —yeminle birlikte— söylediği söz geçerli olur. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Bir kimse, başka birinin yanına, bir takım tunç kaplar, emanet etti; aradan bir müddet geçti; adam altı adet kabı emanet sahibine geri verdi; emanet sahibi de:  "Yedincisi nerdedir?" dedi; emaneti alan: "Ben, bilmiyorum; bana altı mı yoksa yedi kap mı bıraktın? Bunun zayi olup olmadığını da bilemiyorum." veya "Bir adamın gelerek, onun tamamını aldı mı, almadı mı, bilmiyorum. Sana götürüp götürmediğini de bilmiyorum." derse, bu şahıs tazminat yapmaz. Fetâvâyi Nesefî'de de böyledir.

Bir adamın, diğerinin yanında, emanet bin dirhemi bulunduğunda, emaneti alan şahısta da, emaneti bırakan şahsın bin dirhemi bulunur; emaneti alan şahıs, bin dirhemi, emaneti verene verir; sonra da aralarında ihtilaf çıkar ve mal sahibi: "Ben, emaneti aldım; alacağım olduğu gibi duruyor." der; emaneti alan da: "Hayır, ben borcum olan bin dirhemi verdim; emanet ise zayi oldu." derse; bu durumda emaneti verenin sözü geçerli olur. Zira ihtilaflarına itibar edilmerz. Çünkü, bin dirhem —hangisi olursa olsun— sahibine ulaşmıştır. Ancak ihtilaf zayi olan hakkındadır. Mal sahibi, onun emanet olduğunu iddia ediyor. Ve bu durumda onun sözü geçerli olur. Muhıyt'te de böyledir.

En doğrusunu bilen, Allah'u Teâlâ'dır. [13]

 

10- EMANET KONUSUNDA ÇEŞİTLİ MES'ELELER
 

Şayet, emanet edilen şey köle veya cariye olur ve onu da emanet alan şahıs kasden öldürürse; bu durumda kısas yapılır.

Hataen öldürmüşse, bu şahıs fidye verir. Eğer, bu cariye ümm-ü veled veya müdebbere ise; efendisine kıymetini öder.

Emanet alan şahıs: "Bana, filan emanet eyledi; belki de filan emanet eyledi." derse, bunu, ikinci şahıs emanet etmiş olur. Tatarhâ-niyye'de de böyledir.

Bir adamın, diğer adamda yüz dirhem alacağı olduğunda, bu ala­caklı şahsın yanında diğerinin yüz dirhem emaneti bulunur ve yanında emanet olan zat: "Ben emaneti alacağıma karşılık misilleme yaptım." der ve dirhemler yanında durmakta olur veya onu almaya kadir olacak kadar, yakınında bulunursa, bu caizdir ve o misilleme sahih olur.

Şayet yakınında değil ise, —ona müracaat etmedikçe— misilleme sahih olmaz. Hulâsa'da da böyledir.

Emaneti alan bir kimse, yanında bulunan emaneti inkar ettikten sonra; kendi malından, emanet verenin yanına, —aynı seviyede bir emanet bırakırsa; diğerinin, onu —giden emanetine bedel olarak— misilleme yapma hakkı vardır.

Eğer mal alacak olur ve onu da borçlu inkar eder; sonra da onun mislini emanet bırakırsa; alacaklı onu misilleme yapabilir.

Şayet cinsinin haricinde bir şey emanet ederse; işte onu tutup, misil­leme yapma hakkı olmaz. Mebsût'ta da böyledir.

Bir    adamın,    diğerinin    yanında,    bin    dirhem    emaneti bulunduğunda, başka birine de bin dirhem borcu olursa; imkan bulursa, emaneti alacağına karşılık olarak alır. Şah an M a da böyledir.

Bir adam, diğer bir şahsın yanına, bir köleyi emanet olarak bıraktıktan sonra, emanet bırakan şahıs emanet bırakılan şahsa, bir köle bağışlar; bu köle de hazırda olmazsa, bu durumda, emanet bırakılan köleyi onun yerine kabul etmek caiz olur.

Şayet bağışlanan bu köleye, bir başkası sahip çıkarsa, bu durumda, bu adam muhayyerdir. İsterse, o kölenin bedelini, bağışlayandan alır; isterse, o köleyi, bağışlanan şahıstan alır. Zehıyre'de de böyledir.

Müntekâ'da îbnü Semâa İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'in şöyle buyurduğunu zikretmiştir:

Bir adamın yanında, diğer bir adamın bin dirhem emaneti olduğunda, emanet sahibi, emanet bıraktığı adama: "Bu emanet, senin, benim üzerimde olan hakkına karşılıktır." der ve bu emanet de zayi olursa; bu durumda zayi olan bu mal, emanet alan şahsın malı olarak zayi olmuş olur. Mebsût'ta da böyledir.

Emanet veren şahsın, bu emanetini, emanet alan şahıs zayi ederse, onu dava eder ve emanetin kıymetini ödetir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir   adamın   yanında   emanet   veya   ariyet   yahut   sermaye bulunduğunda bir başkası, bu şahıstan onu zoraki alırsa; bize göre, onun davacısı bu şahıs olur. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, bir cariyeyi, diğer bir şahsa emanet bıraktığında, bu cariyeyi, bir başka adam ondan gasbeder ve bu cariye gasbeden şahsın elinde kalırsa; bu durumda, kendisine emanet bırakılan şahıs gasbeden şahsa, onu, —hakimin hükmü ile veya hükümsüz olarak— ödetir ve onun kıymeti emanet alan şahsın yanında kalır.

Bu cariye meydana çıkınca, efendisi muhayyerdir: Dilerse, bu cariyeyi; dilerse, kıymetini alır.

Eğer cariyeyi alırsa, gasbeden adam, emanet bırakılan şahsa müra­caat ederek, verdiği kıymeti —eğer duruyorsa— ondan geri alır. Şayet durmuyorsa, mislini alır.

Emaneti alan şahıs, tazminat yapınca, —eğer, gasıptan, bu cariyenin kıymetini aldığını ikrar ederse— cariyenin sahibine müracaat eder. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, diğer birine emanet bıraktığında, bu emanet zayi olur ve sahibi onu isteyince, "onun zayi olduğunu" iddia ederek: "Gerçekten zayi oldu." der; mal sahibi de, bunu inkar ettiği halde, emaneti alan şahıs, onun zayi olduğuna dair yemin edemez ve mal sahibine yüz dirhem verir; sonra da bu emanet, başka bir şahsın yanında meydana çıkar ve emanet alan zat, onu dava ederek, verdiğini alırsa, duruma bakılır: Eğer, yüz dirhemi onlardan birinin sözüyle geri verirse, verir. Eğer emaneti veren:  "Emanetin kıymeti yüz dirhemdi." der ve bu hususta beyyine ibraz ederse; dava emaneti alana göre olur. Fakat ema­neti alan zat, emanetin bedeli olan yüz dirhemi emanet elinde olan zata vermişse, ondan o yüz dirhemi alıp, malı sahibine verir. Çünkü o, ona malik olmayı sevmiştir.

Şayet emaneti alan zat: "Emanetin kıymeti yüz dirhem idi." der ve bu hususta yemin ederse; da'va emanet sahibinedir. Cevâhiru'l-Fetâvâ'da da böyledir.

Şayet, emaneti alan zat, emanet sahibi yok iken onun ve hakimin izni olmaksızın, bu emanet için bir harcamada bulunursa, bu durumda, o, bu masrafı teberru etmiş olur. Sirâciyye'de de böyledir.

Eğer işi hakime çıkarır, hakim de ondan beyyine ister ve "ema­netin bizzat yanında olup olmadığını ve emanet sahibinin huzurda bulunup bulunmadığını sorar; emaneti alan şahıs da bu hususlarda beyyine izhar ederse; emanet edilen şeyin icara verilecek ve geliri harca­nacak bir şey olması halinde, hakim, emaneti alan şahsa, "onu icara vermesini" emreder.

Eğer, emanet edilen şey, icara verilmesi mümkün olan bir şey değilse; o zaman, hakim, "bir gün, iki gün, üç gün, mal sahibinin gel­mesi ümidi ile —onun malından harcama yapmasını" emreder. Bundan fazla harcama yapmasını emretmez. Bilakis onu satıp, bedelini yanında tutmasını söyler.

Hulasa olarak: Hakim, emanet hakkında en münasip olan ne ise, onu emreder. Ve mal sahibinin hakkını gözetir.

Eğer hakim, öncedende vehleten (= birden bire) emaneti satmasını emreylemiş olsaydı, buda caiz olurdu. Fakat, emaneti alan zat, onu satmasaydı; onu, olduğu gibi emanet sahibine borçlu olurdu. Emanet sahibi gelince de, ona müracaat ederek, hazır ise bu emanetini alırdı. Eğer emanet hayvan idi ise, hayvanın kıymetini alır; fazla bir şey iste­mezdi. Köle idiyse, bu durumda kıymetinden fazla isteyebilirdi. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinden, —dirhem cinsinden— elli dirhem borç istediği halde, diğeri —yanlışlıkla— altmış dirhem verir; borç alan da, —vermek üzere— o on dirhem fazlalığı alır ve o da yolda zayi olursa, on dirhemin altıda beşini tazmin eder. Çünkü, o miktar borçtur; kalanı ise, emanettir.    (Altıda    beş    olunca,    altmışta    elli    dirhem    olur.) Siracü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Esahh olan da budur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Keza, aldığının bir kısmı zayi olsa, yine altıda beşini öder. Fetâ-vâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, yanlışlıkla, diğerine elli dirhem borç yerine, altmış dirhem verir; borç alan da bunu bilir ve o on dirhemi, geri vermek üzere alır; o da zayi olursa; onun altıda beşini öder. Çünkü, elli dirhemi borç, kalanı emanettir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinden yirmi dirhem borç aldıktan sonra, ona yüz dirhem vererek: "Yirmi dirhemini borcum olarak al; kalanı da emanet kalsın." der; o da öyle yapar, sonra da, yüz dirhemden yirmi,dirhemini verir; bilahare mal sahibi, kırk dirhem daha vererek: "Bunu da diğerine kat." der; o da öyle yapar; sonra da bu dirhemlerin tamamı zayi olursa bu durumda o şahıs sonraki kırk dirhemi ödemez; kalanını öder. Hızâ-netü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, diğerine on dirhem vererek: "Beş dirhemi borç; beş dirhemi emanet." dediğinde, şayet bu dirhemler zayi olursa; borç olan beş dirhemi öder; emaneti ödemez. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Hişam, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bir adamın, diğerinde bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu şahıs ikibin dirhem vererek: "Bin dirhemi alacağının yerinedir; bin dirhemi ise emanettir." der; o adam da onları alır ve emanet olan dirhemler zayi olursa, bu durumda, emanet veren şahıs: "Hakkın zayi oldu." dese bile, tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

« Bir adam, diğerine —her ay, on dirhem almak üzere, alım-satım yapması için, bin dirhem verdiğinde, bu dirhemleri alan şahıs ölür ve ne yaptığı bilinmez; bu şahsın da bir kölesi ile elbisesi kalırsa, bunların tamamı borç olur.

Keza, bir kimse, ziraat için tarla verdiğinde, tohumu ondan veya diğerinden olur ve bu ziraatçı da Ölür; ziraat ise hasad edilir ve tohumun kim tarafından verildiği de bilinmezse, İmâm Muhammed (R.A.) "Bu mezrüatın kıymeti veya buğdayın bedeli, öldüğü gün ne idi ise, ölenin derekesinden alınacak şey de odur. Yenâbi"de de böyledir.

Bir adam, başka bir insanın yanına bin dirhem emanet bıraktıktan sonra, emanet bırakan bu zat, bu bin dirhemi, emanet eylediği adama, borç olarak verirse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "O, emanet bırakılan şahsın elinde durduğu müddetçe borç olmaz; emanet olur. Hatta bu, emanet verenin eline geçene kadar zayi olursa, tazminat gerekmez. Aslı emanet olanın tamamı böyledir." buyurmuştur.

Keza, emanet alan şahıs, onun saHibine: "İzin ver de,, bu emanetle bir şey satın alayım veya onu satayım." derse; güvenilir kişi olduğu için, o yine emanettir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

İbrahim bin Rüşt em, İmam Muhammed (R. A.)' in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir adam diğerine yüz dirhem verdiğinde bunu alan şahıs, veren şahsa ikibin dirhem verecek: "Bu senin malındır; al." der; o da bunu alır ve-alınan zayi olur; alan şahıs ise aldığının kaç dirhem olduğunu bil­mezse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Bu durumda, alan şahsa bir şey gerekmez." buyurmuştur.

İmameyi! ise: "Bu şahıs, yüz dirhemi Öder." buyurmuşlardır.

Bir adam, diğerine, sermaye ederek, birşeyler alıp satsın diye, bin dirhem yolladığında, para kendisine gönderilen şahıs, onu simsara verir; o da bununla eşya satın alır; sonra da sahibine yollarsa; bu eşyanın yolda zarara uğraması halinde tazminat gerekmez.

Şayet, bu bin dirhemin sahibi: "Sermayedir." dememişse, mes'eîe hali üzre kalır ve onu tazmin eder. Ancak simsar, hâl-i hazırda bir şey almışsa tazminat gerekmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Necmü'd-dîn Nesefî'den soruldu:

— Bir  adam,  Türkistan'dan    kalkıp    Semerkand'a   gitmek istediğinde, bir başka adam, ona kâr'ı kendisinin olmak üzere, bir şeyler almak için, sermaye verir; bu adam gidip bir şeyler satın aldıktan sonra, —çabuk dönemiyeceği için— başka bir adamla ve kendine ait bazı mal­larla birlikte, o bidâa malını da sahibine verilmek üzere, Türkistan'a yollar ve götüren adam, yolda konakladığı yerde, o malı bu adamın elinden zulmen alırlarsa, müstebdi' o sermayeyi öder mi?

İmâm:

— "Evet öder." buyurmuştur.

Bir adam, borçlu olarak öldüğünde, bin dirhem terkeder, bir de oğlu kalır ve bu oğlu: "Bu bin dirhem, emanettir." der ve "babasının yanında, filanın emaneti olarak durduğunu" söyler; o filan da gelerek, onu iddia eder; alacaklılar da buna inanırlar ve:  "Bu bin dirhem filanındır." derlerse, o zaman hakim, "o bin dirhemin, alacaklılara verilmesini" hükmeder; emaneti olduğu iddia edilen şahsa hükmey-lemez.

Hakim alacaklılara hükmedince, emanet bırakan zat, onlara müra­caat eder ve —onların ikrarı sebebiyle— emanet dirhemlerini onlardan alır. Müdârabe, bidâa, ariyet, icare ve rehinde vedia, emanet verilen şey gibidir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, bir şahsa, bir emanet bırakıp, kaybolur; oğlu da, "babasının öldüğünü"  belgeleyerek,  "kendisinden başka da varisi olmadığını" söyleyip, bu emaneti alır, sonra da babası sağ-salim gelirse, bu emaneti oğluna veya şahitlere ödetir. Emaneti alan şahıs ödemez.

Şayet gasbedilmiş olsaydı, onlardan her biri, bu emaneti öderdi. Füsûlü'Mmâdiyye'de de böyledir.

Kaybolan ]?ir adamın karısı, hakime gelir; kocasının babasını da getirir ve kaybolan kocasının, "babasının yanında, emaneti olduğunu" iddia  ederek,   o  maldan  nafaka  isterse;   Şeyhu'!-İmâm  Ebû  Bekir

Muhammed bin Fadl: "Eğer kocanın babasının elinde, dirhemler veya kadına harcanacak nafakaya elverişli şeyler yahut giyilecek elbise bulunur ve baba da emanetin olduğunu ikrar ederse; kadının, bu durumda talepte bulunma hakkı vardır. Hakim, o babaya, "emaneti kadına vermesini" emreder. Baba, hakimin hükmü olmadan o emaneti kimseye veremez.

Eğer baba, hakimin emri olmadan, bu emaneti bir başkasına verirse, onu tazmin eder. (= öder)

Şayet baba, emanetin yanında olduğunu inkar ederse, onun sözü geçerli olur ve ona yemin verilmez. Eğer, emanet nafakaya elverişli değilse, aralarında husumet olmaz.

Eğer kaybolan adamın, başka bir adamda alacağı bulunur ve borçlu bunu ikrar ederse, bu alacak da emanet menzilindedir. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.

Bir adam, diğerinin yanına beşyüz dirhem emanet bıraktığında, emaneti alan şahıs, onun üçyüz dirhemini sarfedip, ikiyüz dirhemini geri verir ve "emanetten hiç bir şey habseylemediğine yemin ederse, onun bu sözü geçerli olur. Ve bu şahıs yemininden hanis olmaz. Hulâsa'da da böyledir.

Şayet emanet bırakılan şey, cariye olur; emanet edilen zat da, ona cima eder; ondan da bir çocuk doğarsa; doğan bu çocuk, cariyenin asıl sahibinin malı olur. Ve bu durumda, cariye kendisine emaneten bırakı­lan şahsa had yapılır. Çocuğun nesebi, ondan sabit olmaz. Ancak, emanet bırakılan zat, onu satın aldığını iddia ederse, o takdirde had ( = ceza) sakıt olur ve bu durumda, onun mehrini borçlanır. Mebsût'ta da böyledir.

Emanet bırakılan şey cariye olduğunda, kendisine emanet bırakı­lan zat, onu nikahlarsa; bu nikah, faşid bir nikah olur.

Şayet ona cima yapmışsa, mehri, sahibine vermesi gerekir.

Eğer kiraya vermişse, kira kendisinin olur.

Bu cariyeyi emanet alan zat, onu geri verir; sonra da o cariyeye bir hak sahibi çıkarsa, onu tazmin eylemez. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Bir cariye emaneten bırakıldığında, kendisine emanet edilen şahıs, bu cariyeyi, bir başkasına nikahlayarak ondan mehrini alır, bu cariye doğum yapar ve kıymeti noksanlaşır; sonra da, bu cariyenin efendisi gelip, onu ve çocuğunu alırsa, nikah fasid olur. Nikah fasid olunca da, mehrini alır ve emanet alan zat cariyenin doğumu sebebiyle noksanlanan kıymetini —eğer, doğan çocuk, bu noksanlığı karşılamıyorsa— tazmin eder.

Şayet, bu cariyedeki noksanlık, doğum sebebiyle olmaz da, cima sebebiyle olura, o zaman, kendisine emanet edilen şahıs, onu tazmin eder.

Şayet doğan çocuğu, kendisine emanet edilen şahıs zayi etmişse, onun kıymetini tazmin eder. Mebsût'ta da böyledir.

Emaneti alan zat, bu emaneti satıp müşteriye teslim ederse, bu satış caiz olur.

Bu durumda emaneti veren şahıs, bu emaneti, onu emaneten alan şahsa ödetir.

Bu, zahiru'r-rivaye'cte böyledir. Zehıyre'de de böyledir.

Emanet bırakılacak şey kılıç olur ve kendisine emaneten bırakıla­cak şahıs da, onu alarak, haksız yere bir kimseyi öldürmek isterse, bu durumu bilen kimse, sahibini, o kılıcı emanet olarak vermekten men eder. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Kadı Bedîü'd-dîn'den soruldu:

— Bir adam diğerinin yanma, bir yazı bıraktıktan sonra, ölürse, bu yazıyı, ölen adamın varisleri isteyebilirler mi?

İmâm şöyle buyurdu ki:

—   Hakim,  o yazıyı varislere vermesi için emaneti alan şahsa cebreder

Bir adam, diğerine bir senet emanet bırakır ve "bazı hakların sahiplerine verilmesini" söyledikten sonra ölür; varisler de borcun bir kısmını inkâr ederlerse, bu durumda senet kendine emanet edilen zat, bu senedi saklar. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Ebû Bekir, bir suâle cevaben şöyle demiştir:

Bir adam; diğerinde, emaneten bin dirheminin olduğunu iddia ettiğinde, diğeri bunu inkar eder ve daha sonra iddia olunan adam, bu bin dirhemi, bir başkasının yanına kor; iddia eden de, "bin dirhem alacağının olduğunu" belgelediği halde, "iddia eylediği bin dirhemin geri verileceğini*' belgeleyemezse, bu durumda kendisine bin dirhem verilen şahıs, onu, bu şahsa vermez. Havî'de de böyledir.

Bir adamın, diğerinin yanında, bir emaneti olduğunda, emaneti yanında bulunduran şahıs, emanet sahibine:  "Ben, senin emanetini Kabe'de, filan gün verdim." der; emanet sahibi de, —beyyinesi ile—: "Sen Kabe'de değil de Kûfe'de verdin." derse; onun bu sözü, kabul edilmez.

Şayet, bu şahsın "emaneti alan şahsın, onu Kûfe'de verdiğine dair veya bunu ikrar ettiği hususunda beyyinesi olursa, sözü kabul edilir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir adam, diğerine bir inek emanet ederek:  "Sen, ineklerini otlatmaya yollarsan, benim ineğimide yolla." der, bu adam da, o ineği, kendi ineklerini göndermeden, otlatmaya yollar ve b*u inek zayi olursa, bu durumda tazminat gerekmez. Kınye'de de böyledir.

Bir adam,  diğerinin kısrağını elinden zorla aldığında,  kısrak elinden alman şahıs: "Ben kısrağımı, sana emanet bırakıyorum." der; sonra da bu kısrak, gasbeden şahsın elinde zayi olursa, bu durumda tazminat gerekmez. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Bir adam, Kirman Şehrinden, îsfehan Şehrine gitmek isteyen bir adama,   kâr'ı   kendine  olmak  üzere,   sermaye  verir, bu adam da İsfehan'dan, Kirman'a döner ve: "Sermayeyi İsfehan'da bıraktım." derse, bu durumda   tazminat   gerekmez. Cevâhiru'l-Ahlâtî'de   de böyledir.

Dört kişi, birlikte yolculuğa çıktıklarında hep birlikte yemek yer, hep bir yerde yatıp kalkarlar ve bunlardan birinin yanında, bir adamın emanet  parası  bulunur;   bu  kimse,   o  paranın  bulunduğu  elbiseyi, arkadaşlarının yanına kor ve bu para zayi olursa, bu durumda onu tazmin etmek gerekmez.

Keza, bir kimseden sermaye alan şahıs, hamama gider ve bu ser­mayeyi, birlikte yeyip içtiği ve uyuduğu dört kişinin yanına bırakır ve bu sermaye çalınırsa, bu durumda da tazminat gerekmez. Çevâhiru'l-Ahlâtî'de de böyledir.

Kendisine  emanet bırakılan  şahıs,   emanet  sahibine:   "Ben, ziraatçılığa    gidiyorum;    emanetini    komşunun    evine    bırakmak istiyorum." der; mal sahibi de onu: "Koy." der ve o da oraya koyup tarlaya gider ve geri dönerek komşudan emaneti tekrar alıp evine geti­rerek bırakır bu emanet de evinde zayi olursa, onu önceki emanet bırakı­lan şahıs mı öder? Yoksa tazminat gerekmez mi?

Bu durumda tazminatın gerekmemesi uygun olur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adamın yanında, içinde hoşa gitmeyen yazı bulunan bir kitap bulunduğunda, sahibinin hoşuna gitmese bile, bu şahıs onu düzeltebilir. Mültekıt'ta da böyledir.

Bir adam, diğerinin yanma, üzerinde isminin bulunmadığı bir senet bıraktıktan sonra, ismi yazılı bir senet daha getirir; şahitler de o ismin, bu adama ait olduğunu söylemezlerse, bu durumda hakim, ona yazısını, şahitlere göstermesini" emreder ve o senedi, iddia sahibine vermez.

Fetva da bunun üzerinedir. Fetâvâyi Attâbiyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerine gelinin başı üzerine saçmak üzere dirhemler verirse, kendisine dirhemler verilen şahıs, bundan kendi nefsi için birşey ayıramaz. Şayet o dirhemleri saçarsa, veren şahıs bunları ondan almaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Aynı adam, bir başkasına, "kendine —bunun için— emanet edilen dirhemlerin saçılmasını" isteyerek ona verirse, kendisi saçılan bu paralardan alamaz. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Düğünde, gelinin başına şeker saçması emredilen bir adam, o şekerden, nefsi için ayıramaz. Başkasına da saç diye veremez. Verse bile, onun saçtığından alamaz.

Fetva da bunun üzerinedir. Gıyasiyye'de de böyledir.

Garib bir şahıs, bir adamın evinde öldüğünde, onun, bilinen bir varisi olmaz, beş dirhemlik de bir terekesi kalır; ev sahibi de fakir olursa; o beş dirhemi, kendisi için alabilir. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.

Bir adamın, diğerinde bin dirhem alacağı olduğunda, alacaklı, borçluya: "Onu, filan adamla gönder." der ve getiren adamın elinde, bu alacak zayi olursa, borçlu olanın malı olarak zayi olmuş olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, o emanetle sefere çıkması caiz olan bir yere, bu ema­netle birlikte yolculuğa çıkarsa, bu durumda o emanetin nakil ücreti, emanet sahibine ait olur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir kimse, cinsleri muhtelif olan şeyleri emanet ettikten sonra, kendisi kaybolur ve ölür; kendisine emanet bırakılan zat da, emanet bırakan bu şahsın, oğlunun mürahıka bir kızından başka bir varisini bulamazsa, —bu kız emaneti korumaya muktedir olsa bile— bu ema­neti, ona vermesi halinde, emaneti yanında bulunduran şahıs ta'zir olunur.

Kınye'de de böyledir.

Efendisinin evinde iki bilezik kazanan bir cariye satın alındığında, bu cariye iki bileziğini, —efendisinin izni olmadan— bir kadına emanet bırakmış olur ve bu e"manet de zayi olursa, bu durumda tazminat gerekir. Çünkü, bu bilezikler efendisinin malıdır. Onun izni olmaksızın emanet bırakamaz. Böyle yaparsa gasbeylemiş olur. Fetâvâyi Nesefî'de de böyledir.

Emaneti alan zat, bu emaneti, onu kendisine verenin izniyle bir başkasına verir veya izni olmaksızın verdiği halde, sonradan mal sahibi buna izin verirse; bu durumda emaneti alan şahıs, ondan berî olmuş ( = kurtulmuş) olur. Hulâsa'da da böyledir. [14]

 

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/111.

[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/111-112.

[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/112.

[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/112-113.

[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/113-115.

[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/116-121.

[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/122-125.

[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/126-145.

[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/146-153.

[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/154-160.

[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/161-163.

[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/164-167.

[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/168-177.

[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 9/178-188.

 

Günün Sözü

" Kabir azâbının çoğu idrardan (sakınmamaktan)dır. (Hadîs-i Şerif—Ahmed b. Hanbel)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.