Aşkım ve Parantez
- Ayrıntılar
- Kategori: Has kalem
- Gösterim: 1210
Uzun ince bir yolda yürüyorum. Sevdiğime giden yolda…Yürürken, ayağıma incecik bir şeyin battığını farkettim. Ah evet, bir virgüldü bu… Benden önce okuluna giden bir öğrencinin kitabından düşmüş olmalıydı. Ah, şu çocuklar,ilk okumaya başladıklarında virgülleri gereksiz görürler.
Yeni yeni tanıdıkları kelimelerin arasında ayrık otu gibi duran bu tuhaf garip şeyleri pek sevmezler. Yazarken de en çok virgülleri unuturlar.
Hemen cebime attım
bulduğum ilk virgülü… Böylece sevdiğime daha çok şey söyleyebilecektim. Daha
uzun cümlelerle ifade edebilecektim kendimi… Ona iltifat ederken bir çok
güzel sıfatı arka arkaya sıralayabilirdim…
Aralarında virgüller olan güzel sıfatların hepsini ona söyleyebileceğimi
düşününce, sevinçle bağırmak istedim. İçim içime sığmıyordu. “Ne güzel” diye
bağıracaktım ki, boğazım düğümlendi. Duygularımı haykıramadım. Tam o sırada,
elime sıcak bir şey dokundu. Evet, bir ünlem işaretiydi bu! Biraz önce
yoldan bağıra çağıra geçen gençlerin ağzından düşmüş olmalıydı. Ah şu
gençler… Olur olmadık yerde ünlem kullanırlar. Ağızlarında sakız gibi
çiğnerler ünlemleri. Heyecanlarını ünlemlerin sivri uçlarına asarlar. Ben de
kulağıma küpe yaptım bulduğum iki ünlemi. Artık haykırabilirdim aşkımı.. Hep
tek düze konuşmak yerine, heyecanlarımı sevgi sözlerine yükleyebilirdim.
Yürümeye devam ettim. Kendimden emindim. Bütün sorularını cevaplamış, bütün
şüphelerini gidermiş bir yetişkin olarak adımlıyordum tozlu yolu. Derken,
saçlarıma bir şeylerin takıldığını farkettim. Elimle çekip aldım. Bunlar
soru işaretleriydi. Biraz önce altından geçtiğim ağacın dallarından bulaşmış
olmalıydılar saçlarıma. Avucumda karınca gibi kıpır kıpır dolaşıyorlardı.
Hemen avucumdan atmak istedim. Yolun kenarında akan dereye doğru savurdum.
Ama nafile.. Avucuma yapışmışlardı. Avucumdan fırlatabildiklerim de pıtırak
gibi elbisemini orasına burasına yapışıverdi. Etrafıma baktım. Benden önce
bir bilge yürümüş olmalıydı bu yoldan. Düşünceli ve sessiz bir bilge. Soru
işaretlerini herkesin başının değebileceği bir ağaç dalına takmış olması
bilgece bir işti. Oysa benim soracak bir şeyim yoktu sevdiğime.. Çaresiz,
soru işaretlerini alıp saçlarıma taktım yeniden. Öyle ya, belki sevdiğim
sormak isterdi. Sevgililerin soru sormasının nedeni, sorunun cevabını
bilmemeleri değildir. Cevabı bir kez daha duymak içindir. O halde sevdiğime
hediye edebilirdim soru işaretlerini. Defalarca, “Beni seviyor musun?” diye
sorması için. Ben de her soru işaretinin olduğu yerde aşkımı bir defa daha
ifade edebileceğim. Evet, evet, bundan eminim. Soru işaretlerinin hepsini
ona hediye edeceğim.
Yürümeye devam ettim. Sürprizlere alışık olmalıydım. En azından
şaşkınlıklarım için benim de birkaç soru işaretine ihtiyacım olacaktı. Az
sonra, yüzüme küçük ve serin bir şeylerin dokunduğunu hissettim. Sanki
gökten düşüyor gibiydiler. Gözlerimi kaldırdığımda bulutlar dikkatimi çekti.
Hayır, yağmur yağmıyordu. Parmağımın ucuyla yokladım: ‘İki nokta üstüste’
işaretiydi bu! Bulutların arasına saklanmış olmaları son derece anlamlıydı.
İnsanlar yıllardır bulutların önüne ‘iki nokta üstüste’ koyarak
beklemişlerdi yağmuru, karı ve doluyu. Hep şöyle düşünmüşlerdi meselâ:
“Bulut: yağmur yağacak.” Ya da şöyle düşünmüşlerdi: “Bulut: kar yağacak.”
Yeryüzünde pek az insan ‘iki nokta üstüste’yi işine yarar görüyordu. Çünkü
‘iki nokta üstüste’yi kullanmak için ara sıra durup düşünmek gerekiyordu.
Soru işaretinin yanına yerleştirdim özenle… Bak, bu işime yarayabilir diye
düşündüm. Bazen sözlerimin sebebini, davranışlarımın gerekçesini açıklamam
gerekebilirdi: ‘İki nokta üstüste’yi yanımdan ayırmamalıyım.
Az sonra yol kenarında bir ağacın dibinde unutulmuş bir ‘üç nokta’ gördüm…
Benden önce buradan geçmiş biri düşürmüş ya da unutmuş olmalıydı. Noktalama
işaretleri içinde yetişkinlerin en az ihtiyaç duyduğu ‘üç nokta’ydı. Çünkü
‘üç nokta’ susmak için gerekiyordu. Öyle sıradan susmalarda değil, düşünceli
suskunluklarda lazım oluyordu… Bu yüzden bolca ‘üç nokta’ bulabilirsiniz
yollarda, kaldırımlarda. Çünkü düşünceli suskunluklar ya bebeklerin işidir
ya da gün görmüş yaşlıların… Aradakiler ancak konuşarak anlaşabileceklerini
sanırlar. Oysa, bazen susmak ve ‘üç nokta’nın müsaade ettiği derin boşlukta
göz göze bakışmak binlerce sözcüğün söylediğinden fazlasını söylerdi. Birden
içim ısındı ‘üç nokta’ya… Dilimin altında erittim… “Sus… Sus ki, söz bakışı
bulandırır” diye okumuştum bir keresinde.… “Sus…” dedim yüreğime…
Biraz ilerde bir çiçeğin üzerindeki tırnak işaretlerini görünce
heyecanlandım. Susmak kadar konuşmak da güzel olabilir diye düşünmeye
başladım. Çiçekler adına “vız vız” konuşan arılar ya da “cırcır” böcekleri
bol bol tırnak işareti bırakırlardı oraya buraya. Bana lazım olur mu diye
düşündüm… “Neden olmasın?” dedim. Benden önce söylenmiş nice güzel sözleri
ben de tırnak içinde sevdiğime söyleyebilirdim. Toplayabildiğim kadar çok
tırnak işareti topladım.
Yolun sonunda bir karınca yuvası dikkatimi çekti. Yüzlerce karınca siyah
noktacıklar taşıyorlardı yuvalarına. Þaşırdım. Elime tırnak işaretini ve
soru işaretini alıp “Neden ben de düşünemedim?” dedim. Söylediklerimin
sonunda nokta olmazsa, kendimi tam olarak anlatamazdım ki:
“Seni seviyorum!”dedim heyecanla.
Yüzüme baktı.
Beni ilk defa görüyormuş gibi şaşkınlıkla cevap verdi:
“Beni seviyor musun?” dercesine baktı yüzüme.
Soru işaretlerimden biri eksildi.
Dilim tutuldu. Bu karşılığı beklemiyordum. Þaşırdım.
“?!”
Uzun bir süre bakıştık.
O kadar uzun bir süre suskun kaldı ki, elimdeki bütün ‘üç nokta’lar tükendi:
“…”
“…”
Her bir ‘üç nokta’ için iki tane tırnak işaretini tüketmek zorunda kaldık.
Böylece başkalarından ödünç alabileceğim güzel sözleri arasına
saklayabileceğim bir şey kalmadı. Kırık dökük cümleler kurmaya çalıştım,
elimde kalan virgülleri kullanarak:
“Sen, ben, sevmek, birbirimizi, ben, sensiz…” Böylece elimde kalan son ‘üç
nokta’yı, tırnakları, virgülleri harcayıverdim.
Kelimeler ipi kopmuş uçurtmalar gibi kafamada oraya buraya savruluyordu.
Son noktayı hemen bu cümlenin sonuna koydum.
Gözlerim önümde mahçup yorgun ve umutsuz biçimde kalkaldım:
Sıcak ve geniş bir tebessümle bana döndü, avuçlarını açtı, gözlerini
gözlerime dikti.
Hayretle gördüm ki, bütün noktalama işaretleri avucunda saklıydı. Söylenmiş
ve söylenecek en güzel sözler dudaklarının arasında bekliyordu. Yaşanmış en
tatlı suskunluklar gözlerinin içinde konuşuyordu.
İlk kez konuşmaya başladı.
“Uzun bir yoldan geldiğini biliyorum…” dedi. Halden anlayan bir hali vardı.
“Görüyorum ki, aşk için en çok ihtiyacın olan şeyi unutmuşsun” dedi.
Þefkatle kucakladı beni. (Bütün benliğimi sardı) Elindeki noktalmaa
işaretlerinin hepsini göğe savurdu. Fısıltıyla konuştu: “Söyleyeceklerinin
hepsini zaten biliyorum. Noktalama işaretlerinin hepsi de bende var… Sende
olması gereken tek şey kocaman bir parantezdir. Kendini o parantez içinde,
bana teslim olmuş olarak getirmelisin.”
Kollarının arasında kendimi kaybetmişim.
Neden sonra ayıldığımda, elimde hiçbir noktalama işaretinin kalmadığını
öğrendim.
Artık aşk için onlara ihtiyacım olmadığını biliyorum.
(Þimdi yana yakıla parantez arıyorum.)
Senai Demirci