Hay hattını kaybettik, fay hattı devrede

 Nasıl bir gençlik?

Milenyum’a(!) girme telaşı,
bizler hariç herkesi sarmışken,
zihinlerde daima yerini koruyan bir soru var:
Nasıl bir gençlik? Bu ulusu, bu tarihi sırtlayacak gençlik hangi özellikleri benliğinde bulunduracak?
Bir zamanlar Ulubatlı Hasan’ın İstanbul Surları’na diktiği sancağı, bu saatten sonra nasıl bir zihniyet taşıyacak?

AÇIK DAVET

Yaşlılar dünyanın çivisi derler. Hakîkaten; yaşayan tarih özelliğine sahip, yegâne nîmettir onlar... Tabi kıymet bilene! Onlar da bir zamanlar gençtiler. Hangi yaşam sahnesinde, hangi oyunu ortaya koydular bilinmez ama, artık genç değiller ve yaşam sahnesinde yerlerini gençlere devretme zamanı geldi. Evet, ne kadar halleri ve tavırları beğenilmese de, yeni nesil farklı düşünüyor, bu kabül edilmesi gereken bir gerçek.
Milenyum’a(!) girme telaşı, bizler hariç herkesi sarmışken, zihinlerde daima yerini koruyan bir soru var: Nasıl bir gençlik? Bu ulusu, bu tarihi sırtlayacak gençlik hangi özellikleri benliğinde bulunduracak? Bir zamanlar Ulubatlı Hasan’ın İstanbul Surları’na diktiği sancağı, bu saatten sonra nasıl bir zihniyet taşıyacak? Nasıl?..

Biz yanıtlayalım. Öylesine günübirlik yaşayan, içindeki cevherden, damarlarındaki taşıdığı kanın asaletinden haberi olmayan, “öylesine” bir gençlik... Başka türlü izah eden varsa buyursun. Anlayamıyoruz, halk arasında: “müslümanın aklı başına geç gelir”, ya da “müslümanın aklı, cahil aklı” şeklinde, neredeyse tabu halini almış bir takım düşünceler var. Þaka ya da gerçek, yeri geldiği zaman bu şekilde nazire yapılıyor, biz ne yapıyoruz? Þakadır diye gülüp geçiyoruz! Bir defa bile konuya ciddiyetle yaklaşıp “neden bu böyle” diye soran kimseyi duymadık. Belki de kızmayı bir kenara bırakıp olaya farklı boyuttan yaklaşmak gerekiyor. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali. Ortada bu tür sözlere çanak tutacak ne oldu ki, insanlar bu şekilde bir fikre saplanıp kaldılar?
Zamanın birinde bir baba evladına: “Sen adam olmazsın” diye sitem etmiş. Gel zaman, git zaman çocuk büyümüş, serpilmiş, adam ise yaşlanıp küçülmüş, kaderin cilvesiyle o çocuk, okumuş ve kaymakam olmuş; hem de kendi beldesine. Makâmına varınca, ilk işi adamlarına emir vermek olmuş: “Gidin babamı getirin”. Adamlar gitmişler ihtiyar babanın yanına, bakmışlar ki ihtiyarın yürüyecek dermanı bile yok. Bu durumu kaymakama haber vermişler: “Efendim babanız aciz, yürüyemez”. Bunun üzerine kaymakam bir daha emir vermiş: “Tutun kolundan getirin”. Bu yanıt üzerine adamlar şaşırıp kalmışlar ama yapabilecekleri hiç bir şey yok.

Nihayetinde ihtiyar baba, kaymakam evlâdın huzuruna çıkarılır. Herkes evladın, babasının ellerine sarılıp ellerini öpeceğini zannederken, babasını karşısında gören oğul, mağrur bir şekilde ayağa kalkmış ve şöyle demiş: “Nasıl, bak okudum kaymakam oldum”. Evladının bu davranışı karşısında baba şu veciz cevabı vermiş: “A evladım! Ben sana okuyamazsın değil, adam olamazsın demiştim”.
Bu örneklemeden sonra, bilmiyorum daha fazla izah etmeye gerek var mı?
Biz meyil verdik, biz sebep olduk. Körü körüne, aslı astarı olmayan şeylere itikat ettik. Okumadık, okutmadık, bu ikisini seven de olamadık. Neticede yine kendimiz ettik, kendimiz bulduk. İnsanın yetişme sürecinde, eğitimin önemi kaçınılmaz ama, hayatî değildir. Nice kendini yetiştirmiş, toplumda söz sahibi olan insanların mevcut olduğu gibi, yüksek öğrenim görüp kaldırım arşınlayan, kaldırım mühendislerinin sayısı da az değildir.
 

ASLOLAN KENDİNİ BİLMEK

Kendini bilen, asıl eğitimin; insanın kendisini bilmesinden başladığını ve kendisine bahşedilmiş olan iman nîmetinin farkında olması gerektiğinin bilincinde olan kişi, zaten ilmi bakımdan yolunu yarılamış sayılmaz mı? O halde;
Nedir bizdeki şu diploma hastalığı?
Yaş 18, 20, 25;
Evlisiniz, bekarsınız, ağabeysiniz, ablasınız, anne ya da babasınız, hiç önemli değil. Yapılacak o kadar çok şey var ki; taş değil, toprak da değil, nihayetinde insanız.
Yani Allah’ü Tealâ’nın yeryüzündeki halifesi.
O halde;
Yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımız var. Bugün üzerinde rahat rahat gezindiğimiz toprağın altına, yarın “yatay geçiş” yaptığınız zaman sorarlar adama:
Ne yaptın? diye. Sizde dersiniz ki:

HAY HATTINI KAYBETTİK FAY HATTI DEVREDE...

 

2000’li yıllar, bilginin ve hızın birleştiği yıllar olacak, bu hepimizin malümu. Bilgisayar, artık üç yaşındaki çocuğun oyuncağı gibi bir şey. O kadar yaygın ve bir o kadar ihtiyaç halinde. Dolayısıyla telekominikasyon; yediden yetmişe tüm insanlığın, tüm dünyanın gündeminde. Nasıl olmasın ki? Oturduğumuz yerden dünyanın sıcak gündemini takib edebilir, haber alıp gönderebilirsiniz. Yazılı, görsel, aklınıza ne geliyorsa, yorulmadan zahmetsizce elinizin altında. Hakîkaten doğru ve yerinde kullanıldığı zaman, şükredilecek bir nîmet, adeta bir can damarı. Bu can damarının koptuğunu bir düşünelim. Belirli bir süre için, faks, telefon, bilgisayar, televizyon ve benzeri hiç bir şey yok. Haberleşme tam anlamıyla felç olmuş durumda. Son derece gelişmiş bir medeniyetin ortasında, dünyadaki gelişmelerden bîhabersiniz. Gözünüz, kulağınız ve her daim elinizin altında olan bu dünya nîmetleri ile alâkanızın bir an için bile olsa, kesildiğini düşünmeniz, içinizi daraltıyor mu, daraltmıyor mu?

 

 

Dünya ile bağlantınızı kaybettiniz, geçmiş olsun...
Peki ya Rabbınızla olan bağlantınız, Rabbınızla aranızdaki bağlantı nasıl? O’nu ne kadar anladınız ve anladıklarınızın ne kadarını fiiliyata döktünüz? Aranızdaki bağlantı ne kadar sağlam ve istikrarlı? Dışarıdan bakıldığında, islam nişanlarından hangisi üzerinizde mevcut? Öyle bir zamana geldik ki, beş vakit namazını kılana neredeyse, “Evliya” gözüyle bakıyoruz. “Bu zamanda beş vakit namazını kılıyor, ne kadar takva!” diyebiliyoruz. Bu, şuna benziyor: “Aa! yemek yiyor, ne kadar olağanüstü!”. Bir insanın yemek yemesi ne kadar olağansa, bir müslümanın beş vakit namazını kılması da o kadar doğaldır, bunu idrak edemiyoruz.
İslamiyette “reform” yapıla yapıla, sünnetlerden taviz verile verile, dinimizin temel taşlarını yerinden oynattık; biz, bize benzemiyoruz. Ne aslımıza benziyoruz, ne benzemek istediğimiz şeye... Biz kimiz peki? Aslımız, neslimiz, ceddimiz kim? İmamHatip’ler elden gitti. Kur’an Kursları elden gitti.

 

 

Camilerde cemaat yok, onlarda elden gidecekti; Rabbım “Fay” hattını devreye soktu. Neden? Çünkü; laftan anlamadık, “Hay” Hattını kaybettik...
Kuluna karşı, bir annenin evladına karşı gösterdiği şefkatten kat kat fazla rahmet ve sevgi gösteren Hak Tealâ, bizi böyle bir ikazla salladı ki, “uyanalım” diye. Bazıları hâlâ uyumakta ısrarlı... Bakar körlerden. Tüm olanlara rağmen, kâinat kitabını okumamakta inat edenlerden, 7.4’den ders almayanlardan bahsediyorum. Bu satırların hepsi; zihinleri medeniyyet! şırıngasının çağdaşlık morfiniyle uyuşturulmuş, asimile edilmek istenen müslümanlara hitab ediyor. Dünyaya nâm salmış, adaletle hükmetmiş; şerefli bir neslin, şerefli torunlarına hitab ediyor...
Herkes kendi muhasebesini yapsın. Amerikan dizilerinden fırlamış, Amerikan fotokopisi evlatlar mı yetiştiriyorsunuz? Yoksa, Fatih Sultan Mehmed’e torun mu? Bunu ayırd etmek lâzım önce. Karar verdikten sonra, niyyet ettikten sonra, Rabbım emeklerimizi boşa çıkarmaz inşaallah. Bilenle bilmeyenin, inananla inanmayanın farkının iyice ortaya çıkmaya başladığı, duaya en çok ihtiyacımız olan şu günlerde, artık “uykuyu kabire bırakalım”. Olanları hepimiz kendi nefislerimizden bilerek, mülkün gerçek sahibinden “özür” dileyelim. “Hay Hattı”mızı sağlam, ihlaslı ve istikrarlı olarak tekrar kuralım...

 

 

Nurcan METE

 

Telif Hakkı © 2025 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.