Biz Su Kuşlarıyız!
- Ayrıntılar
- Kategori: Has kalem
- Gösterim: 1495
Hasret; kavuşamayan dertli gönüllerin yangını, gemisini arayan deniz fenerinin ışıltısı…
Yolcuyuz dünyada. Her yolcunun dönüp varacağı bir sıla ve o sılaya duyduğu sonsuz hasret var. Gurbet diyarında her şey sılaya eli dolu dönmeye kurulu. O hasret bizim kılavuzumuz.
Özlemek tabiatımızda var. Belki adını koyamıyoruz ama aslında tâ elest bezmini özlüyoruz. Hakk’ın huzurunda olmayı özlüyoruz. Babamız Âdem’in şahsında bulunduğumuz cenneti özlüyoruz. Çünkü arza indirildik, gurbete yollandık. Kimi insan gurbete niçin geldiğini unutur. Okuyup ailesine, milletine yararlı bir adam olmaya yahut ihtiyaç duyduğu parayı biriktirmeye geldiğini yani gerçek hasretini unutup, yâd ellerde oradan oraya savrulur. Hâlbuki sıla hasretini gönlünden hiç çıkarmadan, gurbette hiç zaman kaybetmeden yapması gerekenleri yapmalı, gurbette eli boş dolaşmadan, sılasına eli dolu dönmelidir. Belki dünya hayatının gurbetlerinde sılaya hiç dönmemek, kendine sılayı, sılaya kendini unutturmak mümkündür. Fakat âhiret sılası biz unutsak da dönüp varacağımız yerdir. Dünya gurbeti ergeç bitecek, her yolcu sessiz gemiye binip dönenin olmadığı sefere koyulacaktır.
O hâlde sılayı akıldan çıkarmak hiç akıl kârı değil. Sılayı özlemeliyiz. Gerçek sılayı özlememek, şeytana ve günaha hasret duymak cehennemi öz¬lemek demektir.
Hakikî vatana duyulan hasret
insanı dünyada gayretten koparmaz, aksine gurbet diyarında daha çok gayrete sevk eder. İşte karıncaya; «Gidemesem bile bu yolda ölürüm!» dedirip, onu dostunun yollarına düşüren bu hasrettir. Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi 90 yaşında İstanbul surlarına getiren, Fatih’e; «Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni!» dediren yine bu hasrettir. Ecdadımızı dilinde Mesnevî, çıkınında bulgur aşı Viyana kapılarına dayandıran bu hasrettir.
Ne zaman ki hasretimizi şaştık, garp ufkunda gözümüzü kamaştıran sahte parıltılar bize gerçek sılamızı unutturdu, o demden beri gurbet elde şaşkın dolaşan zavallılara döndük.
“Yayılıp otlayan kuzu gibi, halkın canı da hem yer hem de kendisini yerler. Kuzu otlayıp yayıldıkça, kasap yani cehennem; «O bizim için otlayıp semiriyor.» diye sevinir. Sen de yiyip içmede, cehennem gibi oburluk ediyorsun, ama farkında olmadan kendini cehennem için semirtmektesin. Asıl kendi işini, vazifeni düşün! Sen dünyaya sadece mezardaki kurtLara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin. Bir gün de hikmet çayırında, fazilet otlağında otla da, o aydın ve güçlü gönül sevinsin, gelişip güzelleşsin.”
Hazret-i Mevlânâ çok güzel bir benzetme ile dünyada insanın hâlini, tavuk kümesinde yetişen bir kaza benzetir ve ona şöyle seslenir:
“Seni kümesteki tavuk, kanadının altında yetiştirdi. Sana dadı gibi o baktı. Ama sen kaz yavrususun. Senin anan hakikat deryasının kazı idi. Fakat sana bakan, seni büyüten dadın, bu toprağa mensuptu, bu toprağın kulu idi ve bu kuru toprağa tapardı.
Senin gönlünde denize karşı duyduğun özlem, canındaki o huy, o deniz sevgisi sana anandan gelmiştir. Gönlünde kuruluğa, şu kuru toprağa, dünyaya olan istek de seni büyüten dadından geliyor. Dadıyı bırak; çünkü onun niyeti kötüdür. Sen dadıyı şu kuru toprakta bırak da yürü, kazlar gibi mânâ denizine dal! Eğer senin tabiatının anası seni sudan korkutursa, sen korkma; denize doğru koş! Sen kaz gibi, hem karada hem de denizde yaşayabilirsin. Sen kokmuş kümesli tavuk değilsin!”
“İnsan denilen şu varlık, topraktan yaratılmış bedeni ile yeryüzüne düşmüş, yeryüzünde dolaşır durur. Hâlbuki rûhu ile güzelim gökyüzünde dolaşmada.
Ey oğul! Biz hepimiz su kuşlarıyız; bizim dilimizi tam olarak ancak deniz bilir.”
Evet, gerçek mahiyetimizden, esas yurdumuzdan habersizlik ne kötü! Toprağa, dünyaya saplanmak ne acı!
İşte gençliğin hâli: Þarkıcıları, futbolcuları bilen nice gencimiz Peygamber’inin ismini bilmiyor. Bir şarkıcı, futbolcu; imza günü yap¬tığında herkes birbiriyle yarışıyor. Saatlerini hattâ günlerini ona harcıyor. Onların afişlerini duvara asıyor, onları dinliyor, onlar için gerekirse kavga ediyor. Yani onlara hasret ka¬lıyor. Kendini umursamayan sadece sömürenlere hasret duymak, diğer yanda Hâlık’ına, Ebedî Rahmet Rehberi’nden habersiz olmak, o çağrıya duyarsız kalmak ne acı!
Milletin geleceği demek olan gençlik adına endişe etmek için pek çok sebep var. Fakat ümitsizliğe asla yer yok!
Çünkü bugün de doğru şahsiyetlere, doğru adreslere, doğru istikametlere hasret kalan, hürmetini Mevlâ’ya ve O’nun sevdiklerine, nefretini günaha gösteren gençler var. Bugün bu gençleri yetiştirmeyi kendine dâvâ edinen eğitimcilerimiz de var. Bugün çocuğunun doğru yola girmesini isteyen anne-babalar da var. Bugün muhteşem ecdadının hasretini hatırlatmayı kendine dert edinmiş gönüllüler de var.
Bu ülke bizim, bu millet bizim. Onların dünya ve âhiretini yangınlardan kurtarmak… Bu hasret bizim. Bugün hepimizin kanında bir şeylerin kıpırdaması gerek. İnsan gurbette şaşkın kalmış, sılasından uzak düşmüş gariplere acımaz mı? El uzatmaz mı? İnsanın bunları kendine dert edinmesi, yüreğinin kanaması gerek. Bunları yaşamayan insanlar için Necip Fazıl’ın şu güzel sözü ne kadar yerindedir:
«Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur.»
Gerçek değerinden, hakikî vatanından, rûhundan, yolunun isti¬kametinden habersiz, yanlış hasretlerdeki insan da bu hâliyle basit bir hayvan olmaya râzı demektir.
Gerçek insanlığın yolu, doğru hasretlerden, doğru hasretler için dolu dolu gayretlerden geçiyor. Hakikî vatanımıza iki büklüm rezil bir perişanlıkla değil, elleri-kolları gurbette edinilmiş kazanç ve lütuflarla dönmek niyazıyla
Ali Rıza BUL