Hareketliliğe Övgü
- Ayrıntılar
- Kategori: Hayat-ı İslamiyye
- Gösterim: 1475
“Çalışırken dinlenen bir neslin evladıydık, dinlenirken yorulan bir nesil olduk çıktık.”
İnsan fıtratının İslam’a, İslam’ında insan fıtratına uygun oluşu göz önünde bulundurulursa, insanın saadeti konusunda işe yarar bir formüle ulaşmak mümkündür. Bu böyleyse fert ve cemiyet olarak saadetimiz İslam’ın bir denge dâhilinde yaşamasına bağlıdır.
Âlemde hiçbir varlık boşuna yaratılmamıştır. Her varlığın bir yaratılış maksadı vardır, biz anlasak da anlamasak da bu böyledir. Allah abesle iştigal etmez, her varlığın mutlaka bir yaratılış hikmeti vardır. İstisnasız her varlık bu maksat doğrultusunda tabii olarak faaliyetini sürdürür.
Her varlık vazifesini icra ede ede hayatını tamamlar. Bu, yaratılış hikmeti gereği böyledir. Yaratılmışlar içinde insandır ki, hangi fiili işleyeceği kendi iradesine bırakılmıştır. İnsan diğer canlılardan çok daha yüksek bir yaratılışa sahip olduğundan ne yapacağını, nasıl davranacağını, kendisi belirler. İnsan düşünüp taşınır, kalbini ve vicdanını dinler, neticede şu veya bu şekilde istikamete geçer. Diğer bütün canlılar mecburi bir yönde hayatlarını sürdürürken, insan sanki her kararından önce bir kavşakta durur, hangi yola gideceğini kendi iradesiyle belirler. Onun için de kendi fiillerinden sorumludur. Her bir varlık kendisinden bekleneni yaparken insan da kendine ait vazife ve mesuliyetlerini elbette yerine getirmelidir. Bu hayatın tabii seyrine ayak uydurma ve sürüp giden bir saadettir.
Biz bu yazımızda “çalışkanlık ve hareketliliğin saadetimize katkısı” konusunu dile getirmeye çalışacağız.
Çalışkanlık, hareketlilik derken dünyada ve ahirette yüzümüzü güldüren, hayatımızı kolaylaştıran ve güzelleştiren istisnasız her faaliyeti kastediyoruz.
Dünya üretilerek yaşanan bir yerdir, bu üretim imanî, ilmî, fikrî, maddî, hissî olduğu gibi hizmet üretimi de olabilir. Hangi neviden olursa olsun, insan çalıştıkça ve ürettikçe gönül dünyası şenlenecektir. Boş durmama, çalışkanlık ve üretkenlik “fıtratın yaşanması” olduğundan insana mutluluklar getirecektir. Bir saadet atmosferinden diğerine intikal mümkün olacaktır. Her bir uzvumuz faal duruma geldiğinden bedenimiz sıhhat ve zindeliğe kavuşacaktır. Bu noktada şunu ifade etmeliyiz: “Allah rızası, ilahî ölçüler, denge işin olmazsa olmazıdır.” Sırf kazanma hırsıyla, kapitalistçe bir üretimi kastetmediğimiz gibi, tasvip de etmiyoruz. Bir insan bir heykelden ne kadar üstünse, manevî duygularla yapılan üretim de gaye ve verdiği haz itibariyle kapitalist duygularla yapılan üretimden o derece üstündür. Biri metafiziğe açılma imkânı verirken diğeri dünya sınırlarıyla çevrili madde boyasıyla boyalıdır, ilahî olma vasfı taşımamaktadır.
Sözün burasında bir algılama hatasına düşmemek için bir şeye işaret etmemiz gerekiyor: Dinli imanlı, abdestli namazlı vasat halk, genelde şahsî işlerinde çalışmayı ahirette kendisine faydalı olacak hayırlı bir davranış olarak görmediği gibi, namaz - niyaz gibi ibadetleri, zekât infak gibi insanlık hayrına yapılan harcamaları da dünyada faydası olacak davranışlar olarak görmemekte, saadetine katkısı olacağını düşünmemektedir. Hâlbuki her güzel davranış hayrı, iyiyi ve faydalıyı beraberinde getirmektedir. Binaenaleyh “çalışıp kazanan Allah’ın dostudur”, “insanların en faydalısı insanlara faydalı olandır ” buyuran Peygamber Efendimizdir. Çoluk çocuğumuz için yaptığımız harcamaların, diğer mahlûkata faydalı olmanın sadaka sevabı kazandırdığını ifade eden de O’dur. Esma bint-i Yezid’in sorduğu çok güzel bir soruya cevap olarak:
“Ya Esma! Git ve seni bekleyen kadınlara şunu bildir: Sizlerden herhangi birinizin kocasına güzelce hizmet ve itaat etmesi, onların rızasını kazanması ve arzularını yerine getirmesi, senin erkekler için söylediğin bütün o davranışlara sevap bakımından eşdeğerdir.” demiştir. Bu müjdeyi alan Esma, Hz. Peygamberin söylediklerinden duyduğu sevinçle, tekbir ve tehlil getirerek Rasulullah’ın huzurundan ayrılır. Bu hadis-i şerif, soru kısmıyla beraber başlı başına bir kitap değerindedir.(Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Þemaili, Damla Yayınevi, 7. baskı, İst, 2005, s. 124)
Bu hadis-i şerif göz önüne alındığında dünya işi, ahiret işi ayrımının ne kadar yanlış ve tehlikeli olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Muhammed ümmeti, böyle bir ayrım yerine dünya ve ahiretin güzelliklerini talep etseydi, çift kanatla ne irtifalar kaydederdi. Evimiz, köyümüz, ülkemiz velhasıl tüm müslüman ülkeler maddî manevî bereketlerle dolup taşardı.
Kur’an-ı Kerim’de en çok tekrarlanan amel-i salih kavramı, Allah rızası için yapılan her hayırlı faaliyeti içine almaktadır. İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olan, malın ve servetin en hayırlısı Allah yolunda harcanan, fisebilillah için yapılan harcamaların en hayırlısı da insanların en çok muhtaç olduğu şeyin temini için harcanandır.
Hülasa-i kelam, yaratılmışlar hayrına yapılan çalışmaların tamamı, çalışmayı gerçekleştiren insanın dünya ve ahiret saadetine katkıda bulunacaktır. Burada iki tehlikeye işaret etmeliyiz:
Birinci tehlike, çalışıp kazanma arzusunun, “denge çizgisi”ni aşarak ihtiras boyutuna ulaşması.
İkinci tehlike ise toplum hayrına çalışmalarda ümidin korunamamasıdır. Kazanma hırsı çalışanı dengesizliğe götürecektir. Hâlbuki hem fıtrat hem din-i mübin bir dengeler sistemidir. Dolayısıyla çalışıp kazanma duygusu namazı niyazı ihmal ettirmediği gibi, ailevî ve içtimaî faaliyetleri de ihmal ettirmemelidir. Aşırı bir çalışma temposu, insanı hayatın pek çok güzelliğini göremez hale getirebilir. Güzelliklerden ve yüksek heyecanlardan yoksun bir hayat sıkıcı hale gelebilir, sinirlilik halleri baş gösterebilir.
Denge, bir altın kuraldır, riayetsizlik pahalıya mal olabilir. İkinci tehlike ümitsizliktir. Bilhassa toplumun hayra yönlendirilmesi, insan kalitesinin yükseltilmesi, eğitim öğretim gibi işlerde çalışanlar sağlam kulplara tutunmazlarsa ümitsizlik kendilerine musallat olup ellerini kollarını çözebilir. Þeytanîlerin cirit attığı bir dünyada menfi duyguları müsbete, yanlış ölçüleri doğruya çevirip insanları hayra yönlendirmek kolay bir iş değildir. Bütün iyi niyetli çabalara rağmen, toplum şer güçlerin asıldığı istikamette delibaş koyun gibi alıp başını gidebilir. Kılavuzun sesi, edepsiz ve çılgın kahkahalar içinde kaybolup gidebilir. Yola beraber çıktığımız insanlar gevşeyip “benden bu kadar” diyebilir. Hayatın bin bir gailesi yolumuz üzerine oturup geçit vermeyebilir. Þeytanın gönüllü uşakları güçlü müesseseler halinde karşımıza dikilebilir. Başarı, karlı dağların ardında kalabilir. Karlı dağlar umursamaz bir tavırla bize tepeden bakabilir.
İşte burası gözün yıldığı, iradenin çözüldüğü, ayağın kaydığı noktadır. Bu noktada insanı kuvvetli bir iman ve sağlam ölçüler hayatta ve ayakta tutabilir. Hayrı yaşamaya ve yaygınlaştırmaya çalışan merd-i mümin olarak, hidayet ve tesirin sizi aşan bir şey olduğunu hesapta bulundurursanız “benim görevim sefere çıkmaktır, zafer Allah’ın takdirine bağlıdır” deyip istikrarınızı muhafaza ederseniz yolunuza devam edebilirsiniz. “Sözü insan söyler, tesiri Allah yaratır” der, rahatlarsınız. “Allah Rasulü bile sevdiklerine bile hidayet veremeyecekse…” der üzülmezsiniz. Kurtarmak mümkün olmuyorsa Ashab-ı Kehf misali, ulu divanda kurtulma düşüncesini bir çıkış kapısı olarak kullanabilirsiniz. Müşkül mesele şudur ki, imandan mahrum olanlar mücadelelerini zor şartlarda başarının çok uzak olduğu hallerde nasıl sürdürüyorlar? Bu sualin cevabı zordur diye düşünüyorum.
İnsan bu iki tehlikeden yakasını sıyırırsa hareketlilik, çalışkanlık, üretkenlik, öyle duygular verecektir ki sanki kanatlanıp saadetler içinde güzellikten güzelliğe intikal edip duracaktır. Sürekli yaratan Allah, sürekli üreten kullarına nice mutluluklar sunacaktır. İşin ahiret boyutu ise kaleme ve kelâma sığmayan ihtişamlarla doludur.
İmam-hatip lisesinde bir öğretmen, dersi bitince kafa yorgunluklarını dinlendirmek için okulun bahçesini güzelleştirmek gayesiyle faaliyet gösteriyordu. Kendine bitmez tükenmez faaliyetler buluyordu. Neden bu işlere düşkün olduğunu soranlara, “fıtratım beni zorluyor, ben böyle mesut oluyorum. Dimağ ve gönül yorgunluklarını beden yorgunluklarıyla gideriyorum. Bu toprak işleri benim yorgun kafama, gerilmiş sinirlerime ilaç gibi geliyor, ağrı kesici etki yapıp beni rahatlatıyor” diye cevap verirdi.
“Çalışmak günü kısaltır, ömrü uzatır”, “çalışan arı acı çekmeye vakit bulamaz”. Ne kadar güzel tespitler efendim! “Kitabın tam orta yerinden konuşmak” diye buna denir işte. Cennet-i Âlâ’dan zor dünyalara sürüldükse sürüldük. Ne olmuş yani, oturup ağlayalım mı? Yaratan Allah, bu sürgün diyarında bize lazım olacağını bildiği için çalıştıkça mesut olma duygusu verdi. Bu sebeple Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ”veren el olmayı” teşvik etti. “Veren el” olmak hareketli ve çalışkan olmanın neticesidir. Tembellikten Allah’a sığındı ve sığındırdı. O bizi hareket ve bereket içinde görmek, kanımızı, adalemizi ve sinirlerimizi işler vaziyette tutarak mutlu etmek istiyordu. Bir sporcu, bir dağcı, üretim ve hayrı düşünmese bile kahvede pinekleyen insandan çok daha zinde ve mesuttur. Hareket ve meşgaledir, hayatı cennete çeviren. Toplum “rahatın rahatsızlıkta” olduğunun farkında değilse ne gam. Bizler yüklendiğimiz sorumluluk gereği, doğru bildiklerimizi yaşayarak ve yaygınlaştırmaya çalışarak rıza-yı Bâri’ye ve saadete erebiliriz. Biz çalışkanlıkta cennet sevinci, tembellikte kabir sıkıntısı olduğunu biliriz. Atalet, ne kadar bunalım varsa hepsini başımıza yığar.
Dağ taş, kurt kuş, cümlesi hareket halindeyken bulut, rüzgâr, güneş ve toprak, bir dilim ekmek yememiz için iş başındayken, bizim hareketsizliğimizin ve tembelliğimizin başka bir izahı var mıdır?
Yazar: İDRİS ARPAT
Kaynak: ilkadimdergisi.com