Miftahulkulub

4. BAB

Konusu : Nefis ile suitanî ruh; sülûkün başlangıcından, sülûkün sonuna kadar ayrıntılara girilmeden iki fasılda açıklanır

I. FASIL: Sülûkün başlangıcından, hayret makamına varınca­ya kadar nefis ile sultanî ruhun her bir sıfatta olan halleri, sebeb-i hik­meti, illetleri kemal yönü ile kısa, fakat faydalı bir şekilde açıklanacak.

Kıymetlim, şu da bilinsin ki..
Hak yolcusu bir salik, mürşide inabe ettiği zaman, anasından yeni dünyaya gelen bir çocuk gibidir.
Henüz sülûkün başında olması sebebi ile; o salik yaşlı bir ihtiyar ol­sa dahi, kendisini mürşide teslim edip dost yüzünü görmeye talib olması sebebi ile dünyaya yeni gelen masum bir çocuk hükmündedir. Bu durumu ile, teslim olduğu zatın, manevî çocuğu olur. Bundan sonra, sülük esna­sında; masum çocuk nasıl büyürse, o da öyle büyür. Ama, onun büyü­mesi, masum çocuk gibi açıktan değildir; batındadır. Mürşidin himmeti ile, seyr ü sülûküne devam eder durur; bu durum, ehli olan kimselere göre bilinen bir şeydir.
Durumu anlatılan Hak yolcusu salik; sülûkünü tamamlayıp Fatihası okununcaya kadar, masum çocuk gibi sayılır, tarikatta kendisinin kusuru­na bakılmaz, affedilir.
Bu salik; tecelli ihsan olunup sülûkünü tamam etttiği zaman, ehlüllah derecesine yeni adım atmış olur. O zaman, o salik, tarikatta ergen­lik çağına gelmiştir. Hakikatta ise, dünyaya yeni gelen masum çocuk gi­bidir. Bu durumunda, o kimseden tarikatta bir kusur görülse, sorumlu tutulur; hakikatta kendisinde bir kusur zuhur etse, sorumlu tutulmaz. Zira, hakikatta masum çocuk gibidir; velayet derecesine ilk adımını at­mıştır. Bu vakitte salik, henüz ehlüllah mertebesindedir ki, Allah'a yakın; Allah'ta yok olmak, Allah'ta var olmak sırlarına aşina olmuştur. Bu ha­linde o salik, emmare, levvame, mülhime nefis makamlarının birindedir. Bunun için de çocuk hükmünü taşır, hakikatta oluşan kusurundan ötürü sorumlu olmaz. Zira, levvame, mülhime nefis makamında iken, hayvani ruh, sultanî ruha teslim olmamıştır. Her an, her nefes; sultanî ruh ile nefis mücahede ve muharebe ederler.
Bazan olur ki, sultanî ruh üstün gelir; salike de murakabesinde nur tecellisi, fiiller tecellisi, sıfatlar tecellisi gibi tecelliler ihsan olunur.
Bazan olur ki, nefis, sultanî ruha üstün gelir. Bu durumda da, anla­tılan tecelliler zuhur etmedikten başka, o kimseden hakikat kusuru dahi zuhur eder. Ama bu çeşit kusurlar affedilir. Ama, bu halinde tarikat ku­suru işler ise., yine sorumlu tutulur.
Hakikatta :
—  Kusur..
Tabir edilenler, tarikatta bir şey değildir. Keza tarikatta :
—  Kusur..
Tabir edilen, işler de, şeriatta bir sakıncası olmayan şeyler kabilin-dendir. Şu bir gerçektir ki : Şeriatta küçük sayılan günahlar, tarikatta büyük günahlar arasındadır. Tarikatta büyük sayılan günahlar ise., haki­katta küfürdür. Bu sebeple hakikatta haram işler, tarikatta mubah sa­yılır. O kimseden, bu türlü mubah bir şey zuhur etse, çocukluk halinde olduğu için, bağışlanır; sorumlu değildir.
.Nefisleri levvame, mülhime makamında iken, tarikatı tamamlayıp ehlüllah zümresine katılsalar dahi, kendilerinde velayete adım basmak yoktur. Zira, böyle bir şey, mutmainne nefsi makamına mahsustur. Açık-çası : Ehlüllah, velayet derecesine adım basamaz; taa, onun nefsi, mut-mainneye adım basıncaya kadar.. Buna göre, mutmainne makamına adım basmayan ehlüllah, hakikat yüzünde çocuk sayılır. Şeriattan, tarikattan sorumludur; ama hakikatta masum sayılır. Bunun hikmeti odur ki : Ken­disine velayete ayak basmak ihsan olunmadığı için, her nekadar kusur vaki olsa dahi, cümlesi affolunur. Sebebi ise., nefisleri henüz mutmainne makamına varmadığı içindir. Zira, nefis, mutmainne makamına varmadıkça, sultanî ruha teslim olmaz. Her an ve her saat; sultanî ruhla mu­harebe eder ki; sultanî ruhu aldatsın ve düşürsün. Bundan dolayı, eh-lüllah mutmainne makamına varmadıkça, kalbi mutmain olup ruhanî, safayı tam manası ile bulamaz. Bu yüzden çoğunlukla tereddüdden ve iç eğriliğinden kurtulamaz. Bu yüzdendir ki : Bir kimse, mutmainne makamı­nı bulmadıkça, velayete adım basamaz. Zira :
—  Velî..
Demek, Cenab-ı Hak tarafından, kendisine :
—  İstediğini yapar oldun..
izni demektir. Daha açık bir şekilde, kendisine şu hitap gelir :
— Benim aşık, sadık kullarınla seni velî tayin ettim. Sana gelen kullarımı, ihsan eylediğim tarikattan sülük ettirip zatıma ulaştır.
Bu yüzden bakılınca, nübüvvet ile velayet birdir, hem mutmainneye adım atmak ciheti ile, hem de mana ciheti ile..
Ehlüllahtan biri, velayete adını atmadıkça, kendisine :
— Kâmil..
Denmez; çocuk sayılır. Sebebi ve hikmeti ise., nefis tarafının sultanî ruha ağır basmasıdır. İlleti ise., mülhime, levvame nefis makamında ol­duğu içindir.
Nefisleri mutmainne makamında olan zatlar, velayete adım attıkları için, istediklerini yapanlardan sayılırlar, Bunlarda, zerre kadar hakikat-ta kusur bulunur ise., amel defterine yazılır.
Üstteki manaya göre; mutmainne makamında bulunan bir kimse, razıye makamına ayak basmadan â h i r e t e giderse., yazılan ku­surlardan ötürü sorumlu olur. Bu da şöyle olur :
Kıyamet günü, Cenab-ı Hak, bunları mahşer halkının gözünden uzak bir yere çeker. Kendilerine, fililerinden zuhur eden durumları sorar. Me­selâ, şöyle buyurur :              ,
—  Falan vakit, sen şunu işlemedin mi?. Falan vakit, sen bunu işle­medin mi?.
Böylece, onların ettiklerinin hepsini bir bir sorar. Onlar da, o işleri doğrular ve :
—  Evet ya Rabbi..
Diye cevap verirler. O vakit de, Cenab-ı Hak cümlesini affeder; azap görmeden cennete girerler.
Sorulacak bu sorunun ayrıntıları, ikinci faslın üçüncü kismında açık­lanacaktır; burada kısadan anlatıldı.
Eğer mutmainne makamında vefat etmez de, razıyeye ayak basar­larsa., o vakit, onlara öyle bir hal ihsan olunur ki: Cenab-ı Hak tara­fından gerek nefse keder verecek bir mücahede, gerekse ruha sefa ve­recek bir ilâhî ihsan olsun; onlara göre eşittir.
Kendilerine bir mihnet ve meşakkat, belâ çeşidinden bir şey gelecek olsa; kesin olarak bundan ötürü kedere düşmezler. Kendilerine, safa ve­recek bir ilâhî ihsan zuhur eylese, buna da kesin olarak sevinmezler. Sa­fa ile keder .manevî katlarında bir olur.
O kadar ki, dünya cihetinden ve âhiret cihetinden hiç bir istekleri kalmamıştır; Allah'ın rızası yolunda ömürlerini tüketirler.
Anlatıldığı gibi, razıye makamına sahib olanların, geçmiş ve gele­cek günahlarını tamamen affeder. Bu manayı, Fetih suresinin 1. ve 2. âyetinde alalım :



—  «Biz sana, açık bir fetih yolu açtık. Bu, Allah, senin geçmiş ge­lecek günahlarını bağışlaması içindir.»
Bu âyet-i kerimedeki mana, razıye makamında bulunana hal olur. Ne var ki, sonradan olacak noksanları affetmez, amellerinin yazıldığı deftere yazar: Ancak :
—  Bu hal ile âhirete gidince, o sonraki noksanlardan sorulur mu?. Denirse, şu cevap verilir :
—  Sorulmaz..
Bunun hikmeti de şudur :
Cenab-ı Hakkın her bir emrine, her bir şeye, gerek lütuf, gerek mücahede; cümlesine boyun eğmiştir. Her birini, şeker helva bilmiştir. Ta­mamen razı olarak kabul etmiştir.
İşte anlatılan durumdan dolayı, razıye nefis makamında olanların her nekadar gelecekteki noksanları yazılmış olsa dahi, yine de bu yüzden sorguya çekilmezler. Bunun hikmetine gelince; Cenab-ı Hak'tan kendileri­ne her ne türlü şey gelmiş ise, cümlesini rıza ile kabul etmişler ve kesin olarak Cenab-ı Hak'tan incinmemişlerdir. Hemen hepsini de hoşnut ola­rak kabullenmişlerdir.
Anlatılan razıye makamından sonra, o kimseye merziye sıfatı ih­san olunur. Bu durumda, o kimseden Cenab-ı Hak razı olur; razıye ma­kamında, kendisinin Cenab-ı Hak'tan razı olduğu gibi..
Cenab-ı Hak, o kulunun huylarından, hallerinden, işlerinden, cümle umumî ve özel durumlarından razı olur. Gelecekteki günahlarını affeder. Böylece, o kimse, geçmiş ve gelecek günahlardan yana bağışlanmış olur. Fetih suresinin 2. âyetinde Duyurulan:                           



—  «Bu, Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlaması içindir.»
Manası gereğince, kendisine, masumiyet hil'atı ihsan olunur. Buna göre, marzıye nefis makamına sahib olan zatlar geçmiş ve gelecek günah­lardan sorumlu değillerdir. Zira, böyle olan zatlar, her an ve her nefes, Allah'ın huzurunda, zat tecellisine tecelligâh olmuşlardır. Her nefeste, Cenab-ı Hakkın Yüce zatını müşahede edip konuşurlar. Yaptıkla n hemen her işte, Cenab-ı Hak'tan izin almadıkça, o işe mübaşeret etmezler. Kar­deşleri arasındaki kelimelerini dahi, bir şekil vermeden izinsiz konuşmaz­lar. Bundan dolayıdır ki: Cenab-ı Hak, her an ve her nefeste onlardan razıdır. Kendilerine masumiyet giysisini giydirmiştir. Onlar da mal, ço­luk çocuk, vücud ve bunların benzeri şeylerden tamamen geçtikten başka, öbür âlemde cennette olacak ilâhî ihsanı dahi düşünmezler. Her an ve her nefes, Cenab-ı Hakkın rızasını gözlerler. Kendilerinde zuhur eden cümle yararlı işleri Cenab-ı Hakkın ihsanında yok edip eli boş, avucu açık, aciz naçiz, çaresiz olarak her an ve her nefes, Allah korkusu ile :
—  Güvencemiz sensin ya Rabbi, el-aman..
Diye çağırırlar.
Bu anlatılandan daha ilerisi, safiye nefis makamıdır. Safiye nefis ma­kamında olan zatların makamı ise, havret makamıdır. Bunların hallerini sözle tarif etmek mümkün değildir. Müşahedeleri ise, ruhanî miraçtır. Halleri, her an ve her nefes; zat tecellisinde, Allah'ın zatına dalanlardan olmaktır. Artık, kendi benlikierinden yana bir eser kalmamıştır.
Makamları, hayret makamı olduğundan, kendilerinin yüksek oldukla­rını bilirler.
Ancak, Hakkı müşahedeleri; razıye ve marzıye makamı sahipleri gi­bidir.
Safiye makamı sahipleri, Yüce Zatta dalıp gittiklerinden; beşerî sıfat, kendilerinden alınmıştır. Enfal suresinin, 17. âyetinde Duyurulan :



—  «Attığın zaman, sen atmadın; ancak Allah attı..»
Manasının gerçekleştiği yer olmuşlardır. Onların bu halde huyları :



—  «Allah'ın ahlaki ile ahlak sahibi olunuz; Allah'ın sıfatlarına büi-rününüz.»
Cümlesindeki sırra göre, Allah'ın huylarıdır. Kendilerinden zuhur eden emirler ve yasaklar, her ne olursa olsun, cümlesi kader sırrına gö­redir.
Hayrette oldukları için, kendilerini cümleden aşaği görürler. Cenab-ı Hak'tan izin almadan, bir çöpe dahi yapışmazlar.
Bu işin hikmet yanına gelince., kemal ehli olduklarındandır ki : Her bir şeyin künhüne ve hakikatına vâkıf iken, yine ilâhî emri gözetirler. Kendilerine :
—  Şunu şöyle yap..
Diye bir ilâhî emir zuhur etmedikçe, bir çöpü dahi hareket ettirmez­ler.
Açıkçası; bu safiye nefis makamında olan zatların huyları, işleri, cümle halleri: Şekilsiz olarak, Cenab-ı Hakkın Yüce Zat'ında olur. İnsan suresinin 30. âyetinde buyurulan :



—  «Allah istemedikçe, siz bir şey isteyemezsiniz.»
Sırrına mazhar oldukları için cümle halleri hakikata bir zuhur ye­ridir. Bunun için Hakkın harekete geçirmesi ile hareket eder, sakin tut­ması ile de sakin olurlar.
Bu fasılda sözün özü şudur : Dış yüzleri halk iledirler; iç yüzleri ise, 'Hak ile.

***

NEFSİN MAKAMLARI
II. FASIL: Emmare nefis makamından, safiye nefis makamı­na kadar; nefis ile sultanî ruhun asılları, mertebe cihetleri, tecellileri ye­di kısım olarak açıklanacak..

EMMARE NEFİS
1. KISIM : Emmare nefsi açıklar..
Kıymetlim, bilinmiş olsun ki..
Nefsin mertebeleri arasında ilk başı emmare çeker. Emmare nefse sahih olanlar hayvan gibidirler; belki de daha zorludurlar. Zira, O kim­senin sultanî ruhu, emmare nefsin esiridir. Bu halde kaldıkları için de, pek çoğu, son nefesini imansız verir; sonsuzlara kadar cehennemde ka­lırlar. Bazıları da, son nefesini imanla verir; ama ettiklerinden ötürü, ce­zaya ve azaba lâyık ve müstahak olurlar.
HAYVANİ RUH — SULTANİ RUH
İşbu emmare nefis; cümle kâfir, münafık, fasık olanların nefisleri­dir ki, ona :
—Hayvanî ruh..
Adı verilir.
Anlatılan kimselerin hayvani ruhları; sultanî ruhlarını, bütün bütün esir etmiştir. Onun için çokları, son nefeslerini imansız verir. Böyle bir şeyden Yüce Allah'a sığınırız.
Üstte anlatılandan bilinmiş oldu ki: Âdemoğlunda iki ruh vardır. Onların birine :
—  Hayvani ruh..

CELAL - CEMAL
Tabir edilir ki; bu'Cenab-ı Hakkın celâl sıfatının tecellisidir. Diğerine de:
—  Sultanî ruh..
Adı verilir ki; bu da, Cenab-ı Hakkın cemal sıfatının tecellisidir.
Beden ülkesinde, bu iki padişahın birer veziri, birer de şeyh'ül-is-lâmları vardır. Bu vücud ülkesinde, yönetimlerini onlarla yaparlar.

AKL-I MAAŞ — AKL-I MAAD
Hayvani ruhun veziri, dünya işine bakan akl-ı maaştır. Herhangi bir durumda baş vuracağı yer ise., şeytandır. Danışma meclisini bunlarla kurar ve işini bunlara danışır.
Sultanî ruhun veziri ise, âhiret işini düşünen akl-ı maaddır. Şeyh'ül-islâmı ise, melektir. Danışma meclisini bunlarla kurar ve yapacağı işi bun­lara danışır.
Hayvani ruhun zevki yiyip içmek, giyinip kuşanmaktır. Zahirde in­sana her nekadar lezzet verecek şey varsa., onların cümlesinden safa ve kuvvet bulur; sultanî ruhu alt eder.
Sultanî ruhun zevki ise; zikir, tefekkür, ibadet, ilâhî emirlere itaat edip onları yerine getirmek, ilâhî yasaklardan da kaçmaktır. Batında in­sana ve ruha lezzet veren ruhanî safaya dayanır ve ilâhî emirlere boyun eğer; bu şekilde hayvani ruha üstün gelir. Sözün özü odur ki : Sultanî ruhun, hayvani ruha üstün gelmesi, ilâhî emirleri yürütmekle olur.
İşte üstte anlatıldığı gibi, hayvani ruh ve sultanî ruh; bu vücud ül­kesinde hükümet tahtına kurulurlar. Birinin sıfatı, diğerine ters düşer. Biri, diğerine, bütün bütün zıddır. Bunun için de, daima muharebe ve mü­cadele ederler.
Hayvani ruhun aslı, kendi emmare sıfatıdır. Buna : —Nefis..İsmi verilir. İşbu sıfat, Cenab-ı Hakkın celâl sıfatının zuhur yeridir. Daima, Cenab-ı Hakkın rızasına ters düşen şeylerden lezzet alır ve kuv vet bulur.
Sultanî ruhun aslı, safiye sıfatıdır. Buna :
— İnsan sıfatı..
Adı verilir. Bu sıfat da Cenab-ı Hakkın cemal sıfatının zuhur yeridir. Daima Cenab-ı Hakkın rızası yolundadır; bir adım bile bu yoldan ayrıl­mak istemez.
Anlatılan sebepten dolayı da, vücud ülkesinde birbirleri ile muharebe ederler.
İnsan vücudunda, sultanî ruh, hayvani ruhu alt edemez; hayvani ruh da kendi haline bırakılır ise., emmare sıfatında kalır. Giderekten de, sul­tanî ruhu alt eder. Bu sıfatın sahibi de hayvan gibi olur. Belki de daha alçak olur; dünyasını ve âhiretini yitirir.
Sultanî ruh, hayvani ruhu kendi haline bırakmaz; her an onunla mücahede ve muharebe ederse., o vakit, hayvani ruhu, ister istemez ken­disine bağlar. Her emrine itaatkâr ettiği zaman da, ilâhî emirleri yerine getirir.
Üstte anlatılan kimselerin felah bulacağı umulsa da, yine düşme­lerinden korkulur; zira nefsin hileleri çoktur.
Bu surette ilk anlatılan emmare nefis sahipleridir. Bunlar, tamamen dünya ehli kimselerdir. Zulmanî masiyetle kalbleri kararmıştır. Bunlara öğüt kâr etmez; pek çoğu da son nefesinde imansız gider.
İkinci surette anlatılanlar ise., emmare sıfatlı kimselerdir. Bunlar, âhiret ehli kimseler olup pek çoğu son nefeslerini imanla verirler. Ama, emmarede bulunup yasak işlerin bazılasından kaçınmadıkları için, ceza­yı ve azabı hak ederler.
Tarikat ehlinden emmare nefis makamında olan sülük ehli; kesin ola­rak zikirden ve tefekkürden lezzet bulamaz. Her an ve her nefeste, iç sı­kıntısından, manevî tıkanıklıktan kurtulamaz. Çoğunlukla işleri yasak ar­dan olur. Kürsü dibinde ağlar; tıkanıklıktan kurtulamaz. Çoğunlukla iş­leri yasaklardan olur. Kürsü dibinde ağlar; köçek önünde oynar. Ken­disinden çıkan masiyet, kendisine iyi görünür; bunun için de ne tevbeye gelir, ne istiğfar eder. Eğer bir kimse, kendisine :
—  Sende kötü fililer var; tevbeye gel ve istiğfar et.. Diyecek olsa, ona buğuz eder ve düşman olur:
—  Bende öyle fiiller yoktur.
Deyip o diyene düşman olur. Zikrinde ve fikrinde asla sebat yoktur. Bazan devamlı çalışır; bazan da kendisini bütün bütün nefsanî arzulara kaptırır gider.
Bazı kere ehlüllahın himmeti ile, kendisine pişmanlık gelir; ettiği iş­lere tevbe eder, bağışlanmasını diler. Kendisini de cümle eşyadan alçak görüp :
—  El-aman..                                                                                 
Diye çağırır..
Emmare nefis makamında bulunan bir salik, kâmil mürşid elinde olur­sa., onun kudsî kuvvetinin uğuru ile, kısa zamanda, levvame nefis ma­kamını geçer. Eğer mürşidi noksan olursa., o hal ile kalır; büyük bir uçuruma yuvarlanmasından da korkulur.
Hâsılı : Emmare nefis makamında bulunan bir salike, hiç bir şe­kilde vuslat nasib olmaz; hatta imansız gitmesinden bile korkulur.
Levvame nefis makamında bulunan salikin haline gelince., emmare nefis makamında olan kimsenin hali gibi; çoğunlukla, bundan da masiyet zuhur eder. Ama, hemen aklı başına gelir; tevbe eder, istiğfar eder, nef­sini de ayıplar. Sonunda yine dayanamaz, masiyet işler. Eğer böyle olan salikin mürşidi kâmil olur, yolu dahi ruhanî yol ise., o mürşidin kudsî kuvveti ile, bu salike, levvame nefis makamında iken vuslat ihsan olunur. Bu ihsan da, ruhanî yola mahsustur.
Az yukarıda şöyle anlatıldı-:
—  Emmare nefis..
Tabir edilen hayvani ruh, Cenab-ı Hakkın celâl sıfatının tecellisidir; kendisinden çıkan her bir hal, cemal sıfatına ters düşer.
Sultanî ruh ise.. Cenab-ı Hakkın cemal sıfatının tecellisi olduğu se­bepten dolayı, hayvani ruhtan razı değildir.
Sebebine gelince, hayvani ruhun kendi sıfatı, hayvan sıfatıdır. Bunun için de :
—  Emmare nefis.. Tabir edilir.
Sultanî ruhun asıl kendi sıfatı ise., insan sıfatıdır. Bunun için de ona :
—  Safiye nefis.. Tabir edilir.
Anlatılanlara göre; bir kimse, hayvani ruha tabi olur ve dünya işine yarayan akl-ı maaşın görüşünde hareket ederse., o kimse, hayvan sıfa­tına bürünür. Hatta hayvandan alçak olur. Çünkü, hayvana, ne sultanî ruh verilmiştir; ne de insan sıfatı ihsan olunmuştur.
Eğer sultanî ruha tabi olup âhiret işine yarayan akl-ı maadın görü­şünde hareket ederse., bu kimse, insanî sıfata bürünür. Hatta melekler­den daha şerefli olur. Bunun sebebi ise, kendisinde hayvani ruh varken, ona uymayıp sultani ruha tabi olmasıdır.
Buraya kadar anlatılanlardan bilinen odur ki :
Her bir insanda, hayvani rıılila, sultani ruh iki padişah gibidir. Vü-cud ülkesinde, hükümet tahtında otururlar. Hemen her bir hükümde, birbirlerine de ters düşerler.
Eğer sultanî ruh, hayvani ruhun her bir emrine aykırı hareket ede­rek, her an onunla mücahede ve muharebe ederse., hayvani ruh, derece derece, kendi yaratılışı olan emmare sıfatından geçer; levvame sıfatına bürünür.
Hayvani ruhla, sultani ruhun yaratılışı arasında yedi derece vardır.
Sultani ruh, cümle kemal sıfatları ile sıfatlanmıştır; hayvani ruh ise.. cümle kötü sıfatlarla, düşük huylarla ortaya çıkmıştır. Hayvani ruhun, cümle kötü huylardan kurtulmasına, sultani ruhun halleri ile hallenmesine, sıfatları ile de sıfatlanmasına ve hayvani ruhun, tıpatıp sultanî ruhun ay-nı olmasına yedi derece vardır. Her bir derecede, hayvani ruh, bir mikdar kendi huylarından ve sıfatlarından geçer; sultanî ruhun ahlâkını alır ve sıfatına bürünür. O sıfatların her birinin bir adı vardır; meselâ : Emmare, levvame, muinime, mutmainne, razıye, marzıye, safiye.. Bunlardan biri, hayvani ruhun asıl sıfatı olur ki : Emmaredir; bu da anlatıldı. Onların biri de, sultani ruhun asıl sıfatı olur ki : Safiyedir. Bu sıfatı, sözle açık­layıp bildirmek olmaz. Cenab-ı Kibriya, hangi kuluna ihsan buyurursa.. o değerli zat onu bilir.
Evet, böyle deyip dil tutuldu..
Bundan sonra, aralarında bulunan, diğer beş dereceyi açıklayalım.

LEVVAME NEFİS
2. KISIM : Levvame ve onda olan saliklerin tecellilerini, müşahe­delerini, tenezzül (iniş) hallerinde olan murakabelerini, terakki (yükseliş) hallerini ve yok olmalarını açıklar.
Kıymetlim, şu da bilinmiş ola ki..
Cenab-ı Hakkın ihsanı yaver olup kâmil mürşidin himmeti ve kudsî kuvveti bereketi ile hayvani ruh emmarelik sıfatından çıkıp levvame sı­fatına girdiği zaman; sultanî ruhun bir derece hükmü altına girer, emri­ne biraz ram olur. Bir mikdar, sultanî ruhun sıfatına bürünür. Kendin­den südur eden masiyetlere, pişman olmaya başlar. Ama, eline yine fır­sat geçerse., dayanamaz, yine masiyet işler.
Işbu levvame makamında sırf kâmil mürşidin kuvveti ile sülûkü ta­mam eden saliklerin müşahedeleri nur tecellisi ve nur müşahedesidir; ba­zısının da, nur tecellisi ve sıfatların müşahedesidir. Bu ilâhî ihsanlar ve bu tecelli; terakki halinde zuhur etmez, yainız şeyhini görür. Belki de, Fahr-i Âlem efendimizi müşahede eder; Allah ona salât ve selâm eylesin. Bu surette, onun tenezzülü levvame sıfatıdır; terakkisi ise, mülhime sıfa­tıdır.
O salik, terakki halinde teveccühüne oturduğu zaman; şeyhini ve Pahr-i Kâinat efendimizi müşahede eder, huzur, lezzet alır. Mürakebesin-de ise, niş- tecellisi, nur müşahedesi, sıfatların müşahedesi zuhur eder. Tenezzül halinde, yani : İniş durumunda teveccühe oturursa., yine şeyhi­ni müşahede eder. Mümkün olduğu kadar da, Fahr-i Âlem efendimizi de müşahede edebilir. Ama, terakki, yani : Yükseliş halindeki lezzeti bula­maz; ondaki gibi müşahede edemez. Ama, mümkün olan bir mikdar mü­şahede edebilir.
Hali terakki bulmadıkça da, murakabesinde hiç bir şekilde tecelli bu­lamaz. Zira, o vakit, salikin sıfat hali levvamedir; bu halde iken ona tecel­li olmaz. Çünkü, levvame sıfatı, emmareye yakın bir haldir; bazan pişman­lık gelir; bazan da tevbe istiğfar olur. Bazan da, masiyette bulunur. Bu­nun için, levvame sıfatında bulunan salike, bu sıfatta bulunduğu süre, hiç bir şekilde tecelli olmaz.
Bazı kere, Cenab-ı Hakkın ihsanı ile; mürşidinin himmetini almayı başaran salikin hali terakki bulur. O zaman da, levvame sıfatından mül­hime sıfatına geçer. Bu durumda olan salike bir iç açıklığı gelir; ilâhî sevgi zuhur eder. Murakabesinde ise; nur tecellisi, nur müşahedesi, sıfatların müşahedesi zuhur eder. Ama, henüz mülhime sıfatı kendisine hal ol­madığı için, yine inişe geçip levvameye döner. Bu nur tecellisinde olan zatların yok olmalarına şu isim verilir :
—  Murakabe yok oluşu..
Bunlar, fena bulup yok olmayı murakabe halinde buldukları için; daha açığı : Gerek levvame sıfatında, gerekse mülhime sıfatında bulu­nan salik, niürakebelerden başka vakitte, kendisini ve cümle mevcudatı yok edemez. Bunun içindir kl, bunların fena bulup yok oluşlarına :
—  Murakabe yok oluşu..
ismi verilir. Burada anlatılanı şöyle özetleyeyim :
—  Levvamede, mülhimede olan salikin yok olmasına :
—  Murakabe yok oluşu..
Denir; orada zuhur eden tecelliye de :
—  Nur tecellisi, nur müşahedesi.. Yahut:
—  Nur tecellisi, sıfatların müşahedesi., isimleri verilir. Bu tecellinin kalmasına ise :
—  Allah'ın nuru ile kalmak.
İsmi verilir. Yine bu tecellinin, istiğrakına (dalınmasına) da : — Allah'ın nuruna dalıp gidenler..
İsmi verilir kl, bunların hepsi, ehli olanlarca bilinmektedir. Burada, şöyle bir soru sorulabilir :
—  Bir salik, levvamede veya mülhimede iken, o kimseden iç eğriliği ve tereddüd gidip kalb itminanı hâsıl olmadıkça; mutmainne nefis maka­mına ayak basmadıkça ne şeklide Cenab-ı Hakkın bu kadar tecellisine zuhur yeri olabilir?.
Evet, bunun için şöyle bir cevap verebiliriz :
—  Hak yolcusu bir salikln nefsi, mutmainne makamına ayak basmadıkça, iç eğriliği bütün bütün kalkmadıkça tecelli nerede! onun koku­sunu bile alamaz. Ruhanî lezzetten dahi habersiz olmak, ancak, nefsanî yola hastır. Bilindiği gibi onlar, önce nefsi terbiye ettikleri için, ne-fis mutmainne sıfatına bürünüp salike kalb itminanı gelmedikçe; onlara müşahede sırları, ruhanî safa, zikir tadı zuhur etmez. Ruhanî yolda olan salike gelince., ister levvamede, ister mülhimede olsun; anlatılan biçimde tecelli ihsan olunur. Bunlar, levvame sıfatında olan terakkilerinde, mülhi-me sıtatında bulunan tenezzüllerinde murakabeye oturdukları zaman, Cenab-ı Hak, ilâhî nuru ile tecelli eyler. O tecellide, Cenab-ı Hakkın ilâhî ihsanı yetişir, şalikin nefsi, mutmainne sıfatı ile muttasıf olunca, kendi­sinden levvame ve mülhime halleri kalkar; kalb itminanı hali zuhur eder. İşte o zaman, kendisi ve cümle varlıklar, silinip gider; sadece, Cenab-ı Hakkın ilâhî nuru müşahede edilir. O nurdan da, ilâhî sıfat müşahede edi­lir. Bazılarına, bu tecellide hitap dahi zuhur eder.
Sonra o hal gider; ayıklığa kavuşur; önce kendi nefsi hangi sıfatta idiyse, yine o sıfata döner. Mutmainne hali, kendi makamı olmadığı için, ayık hale geldiği .zaman, mutmainne hali gider, yine kendi sıfatının hali ile hallenir.

MÜLHİME NEFİS
3. KISIM : Mülhime nefis, mülhime nefis makamında bulunan kimselerin, tevbelerinde sebatlı olduklarını; iç eğriliğinden halâs olama­dığının illetini ve tecellilerini, müşahedelerini, terakkilreinin de mutma­inne sıfatı olduğunu açıklar.
Değerli kardeşim, şu da bilinmelidir ki..
Mülhime sıfatında olan salikin hali, levvamede olan salikin hali gibi değildir. Nefsini ayıplayarak tevbeye gelip istiğfar ettiği günahın fırsatı eline geçtikte, kendisini tutamayıp işlemesi vukubulmaz. Zira, nefis, bir derece daha sultanî ruhun hali ile hallenmiştir. Sultanî ruh, Cenab-ı Hak­kin ihsanı ile, mürşidin teveccühü ile hayvani ruha üstün gelir. Onun her tedbirini geri çevirerek, kendi hali ile bir derece daha hallendirmiştir. Bunun için salik, tevbe işinde sebatlı olur. İç eğriliğinden ve tereddütten kurtulur, ama kalbi mutmain olmaz. Bundan ötürü, çoğunlukla, manevî bir tıkanıklık olan inkıbaz içindedir. Bunun illeti de, teslimiyette sebatının bulunmayışıdır.
Bu mülhime sıfatında bnlunan salikin hal tenezzülü (inişi), levvamede bulunan salikin hal tenezzülü gibidir. Tecellisi dahi, levvamede açıklanan şeklide nur tecellisi ve sıfatların müşahedesidir.
Halin terakklsine (yükselişine) gelince., mutmainnedir. O hal zuhur ettiği zaman, salike kalb itminanı hâsıl olur. Teslimiyeti kuvvet bulunca da, hal tereddüdü kendisinden gider. O zaman da, murakabesinde; sıfat­ların tecellisi, zat müşahedesi ihsan olunur. Bir şekil olmadan, honuşma dahi zuhur eder. Bundan da, ruhanî bir safa gelir; iç tıkanıklığından kur­tulur.
Murakabe halinden sonra, ayık hale geldikte; her nekadar kendi­sinden müşahede hali alınsa da, yine iç açıklığı ile, teslimiyette sebat üze­re olur. Ama, mutmainne hali kendi makamı olmayıp sultanî ruhun ağır basması ile zuhur ettiği sebepten, yine bir taraftan hayvanî ruh geldikte mutmainne sıfatından mülhime sıfatına döner.
Mutmainne hali, kendisine sıfat oluncaya kadar, bu salikin tenezzülü mülhime, terakklsi de mutmainne olur.

MUTMAİNNE NEFİS
4. . KISIM : Mutmainne makamını, mutmainne makamında olanla­rın şeriat emirlerinden sorumlu olduklarını, bütünüyle tereddütten ve iç eğriliğinden kurtulduklarının sebeb ve hikmetini açıklar.
Değerli kardeşim, bilinmiş ola ki..                         
Mutmainne sıfatında bulunan zatlar, halleri itibarı ile tereddütten, iç eğriliğinden kurtulmuş, tam manası ile teslim olmuşlardır. Kalb itmimanı, kendilerine mülk olmuştur. İçten ve dıştan müşahede edip dinledikleri şeyleri tereddütsüz kabul ederler. Bu kabul ettiklerinde de sabittirler. İnandıklarına öyle inanırlar kl; cümle âlem bir olup :
— O iş öyle değildir..
Deseler, bunların dediklerine asla bakmazlar. Kesin olarak, kendile­rine bir şüphe gelmez, itikad ettikleri şeyde dururlar.
Bunun sebep ve hikmetine gelince., şöyle açıklayabiliriz : Sultanî ruhun mücahedesi, mürşidin teveccühü ile; hayvanî ruh, sultanî ruhun sıfatı ile bir derece daha sıfatlanır, o sıfatı da kendisine hal edinir.
Anlatılan sebepten ötürü, hayvanî ruh, öncekl huylarından geçer; sultanî ruhun güzel huyları ile güzel huy sahibi olur.
Bu zatların hal tenezzülleri, yine mutmainne olur. Bu halde iken, mü­şahedeleri, mülhime sıfatının terakki hali gibidir.
Bunlar, her ne vakit murakabeye otursalar, kendilerine tecelli ihsan olunur.
Bu makamın tecellisine, şu isim verilir :
—  Sıfatların tecellisi, zat müşahedesi,.
Bu tecellinin, yok olma sayılan, fena haline ise :
—  Sıfatlarda yok olma..
İsmi verilir. Var olma sayılan bekasına ise, şu isim verilir :
—  Allah'ın sıfatlarında beka, Allah'ın zatını müşahede..
Bu makamın dalgınlığı sayılan, istiğrak haline ise, şu isim verilir :
—  Allah'ın sıfatlarına dalmak, Allah'ın zatını müşahede.. Bu durumlar, ehli olan kimselerce bilinen şeylerdir.
Bu mutmainne sıfatına bürünen zatlar, her ne vakit murakabeye otursalar, anlatıldığı gibi, tecelli hâsıl olur; bir durum çizilmeden, konuş­ma yapılır.
Bu zatlara :
—  Velî..
İsmi verilir. Dolayısı ile, cümle ehlüllah, mutmainne makamına adım attıkları zaman, hakikatta buluğa ermiş olurlar.
Bu durum, daha önce, I. fasılda dahi anlatıldı. Orada da anlatıldı-ğına göre; bu yola ilk giren bir salik, sülûkünü tamam edinceye kadar, tarikatta masum sayılır, kusuru affolunur; ettiğinden sorumlu tutulmaz. Taa Fatihası okunup sülûkünü tamam edinceye kadar şeriat yönünden zuhur eden kusurları soruhır; ama tarikat cihetinden zuhur eden kusur­larından dolayı sorumlu olmaz. Şeriatta buluğa ermiştir; ama tarikatta masum çocuk sayılır. Sülûkünü taman edip Fatihası okununcaya kadar tarikattan yana kusuru, affolunur, sorumlu tutulmaz. Bundan sonra sa-lik, ehlüllahın adım attığı yere adım attığı zaman, tarikatta dahi, buluğa ermiştir; ama hakikatta masumdur. Taa, mutmainne sıfatına ayak basıncaya kadar.. Bu durumda, şeriattan-, tarikattan yana kusurları için so­rumludur. Oralardaki kusurları ve isyanları, sevapları ve günahları ya­zan melekler tarafından yazılır; kıyamet günü de onlardan yana sorguya çekilir. Ama, hakikattan yana kusuru silinir, yazılmaz.
Her nekadar sülûkünü tamam edip nur tecellisine zuhur veri olmuş ise de; levvamede veya mülhimede olduğu için, mutmainne sıfatı kendisine hal olup kalb itminanı kendisine ihsan olunup kalbi satfiyet bulmadıkça-o salik, hakikatta çocuk mertebesinde sayılır. Bu manayı anlatmak için, şöyle demişlerdir :                                                                         
— Salikin sonu, ehlüllahın başlangıç noktasıdır.
Anlatılan surette, bir salik sülûkünü tamamladıktan sonra, uygun olduğu şekilde, murakabe yok olmasına kavuşup kendisine nur tecellisi ih­san olunmazsa, o salikin haline :
—  Sülük tekmili..
İsmi verilir; açıkçası : Ehlülahtan olmaz. Ehlüllahtan olanlar dahi, mutmainne nefis makamına ayak basıp da o sıfat kendilerine mülk olma­yınca, onların hiç birine :
—  Velî..
ismi verilmez. Zira, velayette adım atılacak yer, mutmainne sıfatı olup :
—  Allah'ın rıza derecesi..
Demektir. Bundan ötürü, ehlüllahın cümlesi, mutmainneye ayak bas­tıkları zaman, hakikatta ergenlik çağına gelmiş olurlar. Kendilerinden nok­sanlık halleri kalkar; kâmilliğin başlangıç halleri zuhur etmeye başlar.
Anlatılan hale gelen bir zatın düşmesinden artık korkulmaz. Zira, günbegün, onun kemali artar. Hayvani ruh dahi, sultani ruha üç derece daha yaklaşır. Sultani ruhun sıfatlarına bürünüp kendisine teslim ol­muştur.
Artık, her halde, sultani ruh, üstün gelmektedir. Hayvani ruhu, ken­disine bağlamıştır. Cümle emrini de ona yaptırır. Bunun için, bu hale eren bir kimsenin düşmesinden korkulmaz; gün gün yüksek dereceler alma yolundadır.
Bir salik, mutmainne sıfatına bürünmedikçe; hali nekadar ileride' olursa olsun, yine de hakikatta çocuk mertebesindedir. Defalarca anlatıldi ki : Böyle birinde kalb itmimanı yoktur; tereddütten ve iç eğriliğin­den, sair kötü huylardan kurtulamamıştır. Bunun için, çocuk hükmünde olup haklkattan yana kusuru sorulmaz; taa, mutmainne sıfatına bürü-nünceye kadar.. Anlatıldığı şekilde, kendisine o güzel haller ihsan olun­duğu zaman, hakikatta dahl buluğa ermiş olur. Bundan sonra, kendisin­den şeriat, tarikat, haklkattan yana bir kusur zuhur edecek olursa o sa­atte, amel defterine yazılır. Enbiya suresinin 23. âyetinde buyurulan :



—  «O, yaptığından sorumlu olamaz; ama onlar, ettiklerinden sorum­la olacaktır.»
Mana uyarınca, yaptıklarından bir bir sorguya çekilirler. Ancak, bunların sorguya çekilmeleri bir başka olur. Şöylekl :
Cenab-ı Kibriya, bu kullarını mahşer halkının gözlerinden gizler. Giz­li bir yere çekip orada, bir şekil olmadan, bir durum çizilmeden onların işledikleri kusurlarını bir bir sayar. Sonra da her birine şöyle buyurur :
—  Ey kulum, dünyada iken, benim o kadar ilâhî ihsanım oldu ki; onlar sayıya hesaba gelmezler. Bu kadar ihsanım olmuşken, bu kusur­ları neden işledin?. Bilmiyorduysan, bilene sorman gerekmez miydi?.
Bu hitab üzerine, cümlesi secdeye kapanırlar; derler ki :
— Evet ya Rabbi, bu kusurları biz işledik. Bir kimseden sorup işin hakikatini da öğrenmedik. İsyan bizimdir. Ya Rabbi, artık sen bilirsin. Şanına yakışanı yap.
Bunun üzerine, şu ilâhî hitap zuhur eder, Yüce Hak, kereminden şöy­le buyurur :
—  Ey kullarım, sizi affettim. Gidin, makamlarınızda zevk edin, sa-faya dalın. Bundan sonra, sizin için korku ve hüzün yoktur. Varın, arş-ı âlâmda makamlarınıza oturun. Bundan başka, daha nice nice iltifatlar zuhur eder.                                                               
Yunus suresinin, 62. âyetinde Duyurulan :



—  «Haberiniz olsun, Allah'ın veli kullarına korku yoktur; onlar mahzun da olmazlar.»
Müjdeyi alırlar.
Ancak, bu ilâhî iltifat zuhur edinceye kadar, o öyle mahcub olurlar ki; anlatılması mümkün değildir :
—  Ehlüllah masum değildir..
Demeleri de, bu manaya dayanır. Mutmainne sıfatına bürünen zat­ların, suyu üfleyerek içmeleri gereklr. Bu temsili anlatma, ziyade içti­naptan ve inkıyaddan kinayedir.
Âl-i lmran suresinin 54. âyetinde buyurulan :



— «Allah, mekredenlerin hayırlısıdır.»
Mana doğrultusunda, Cenab-ı Hakkin ilâhî mekrini, akıllar ve fikir-ler idrâk edemez. Her makamda, kuluna, ilâhî bir imtihanı vardır; hikme­tinden sual olunmaz. Daima kullukta olmak gerekir. İlâhî emirler ne ise, onu yerine getirmelidir.
Mutmainne sıfatında olan zatlar, hakikatte ergenlik çağına gelmiş­lerdir; bu yüzden kendilerine velayet ihsan olunur.
Bunların iniş halleri, daha önce anlatıldı. Yükselişleri sayılan te­rakkilerine gelince., razıye sıfatında olur.
Bazı kere mürşidin himmeti ile kendisinin de çalışıp gayret etmesi ile Cenab-ı Hakkın ilâhî ihsanına zuhur yeri olur. Hayvanî ruh, sultanî ruha bir derece daha yaklaşır, teslimiyeti kuvvet bulur. Bu halde iken, Hak yolcusu salike; Cenab-ı Hak'tan gelen gam, sürür, mücahede, safa,
Cenab-ı Hak'tan gelen benzeri her ne şey varsa., cümlesine razı olur. Ama, bu rızası, zoraki bir rıza değildir. Kendisine zehir yedirseler, şekerli hel­va gibi yer, kesin olarak, kendisine bir isteksizlik gelmez, geleceğini de düşünmez. Geçim için kesin olarak elem çekmez; Cenab-ı Hakka tam ma­nası ile teslim olur. Daima, Allah'ın rızasını gözetir. O anda, kendisine :
— Allah rızası için canını ver..
Deseler, o anda, boynunu uzatır durur. Dünya ve içindekilerden; âhi-ret ve içindekilerden zerre kadar maddî bir gayesi yoktur :                ..
— Allahım, tüm gayem sensin; isteğim rızandır.
Sözünde, doğrudur.                                                                             
Kendisine, ihsan Olunan tecelli, yine sıfatların tecellisi,-zatın müşa-hedesidir. Ama, tenezzül halindekl tecelli ile, bu tecelli arasında çok fark vardır. Her nekadar ikisi de, sıfatların tecellisi olsa dahi, yine fark çok­tur. Ehli olanlar, bu manayı anlarlar.
Bu makamda, bazı zatların hakikatlari üstün gelirse., kendilerine zat tecellisi zuhur eder.
Bu makamda bulunan zatların daimî olan halleri, nur tecellisi ve sı­fatların müşahedesidir.
Bu makamda bulunan bir kimse, gezip yürüdüğü yerlerde, oturup sohbet ettiği halde, isterse, nur tecellisi olur ve sıfatların müşahedesi zuhur eder. Her ne vaklt murad edip murakabeye oturmuş olsa, anlatılan şekilde zat tecellisi, sıfatlanın müşahedesi zuhur eder. Her ne vakit, Haz-ret-i Fahr-i Âlem Resulüllah efendimize ve diğer nebilere ve resullere, ev­liyaya ve kutuplara teveccüh eylese; hangisine teveccüh etmiş ise, ruhanî yoldan onunla görüşür, konuşur. Hangi ülkeye teveccüh eylese, o ülkeyi olduğu gibi görür. O yerde olanlara, ruhaniyette görüşüp sohbet eder; hallerine de vâkıf olur.
Melekût keşfi, ceberut keşfi, bunların benzeri keşifler ihsan olundu­ğundan başka, ruhani miraç dahi ihsan olunur.
Kalbleri keşfetmek, halleri keşfetmek bunlara göre daha kolay bir iştir.
Burada anlatılan sıfatlara bürünen kimseye, bir kimsenin kalbine vâkıf olmak, haline vâkıf olmak çok kolaydır.
Burada açıklanan vasıflar, mutmainne sıfatının terakki halleridir kl, o terakki de razıye sıfatıdır.
Bir kimseye, mutmainne sıfatı hal olduğu ve ondan da terakki ihsan olunduğu zaman; anlatılan durumlar, çoğunlukla zuhur eder. Bu sıfat, kendisine hal olmadığı zaman da, bazan iniş hali zuhur eder. O zaman, mutmainne sıfatına bürünür.
Üstteki cümleyi, şöyle özetleyebiliriz :
—  Mutmainne sıfatı ile muttasıl olan zatlar, iniş hallerinde mut­malnne ile sıfatlanırlar; yükseliş hallerinde ise, razıye ile hallenirler.
5. KISIM : Razıye makamının sahiplerine sürür ile kederin eşit olduğunu, tenezzüllerini, terakkilerini, tecellilerini, bunlara ilâhî ihsan olan mahviyet hil'atını, iç zenginliğini açıklar.
Değerli kardeşim, şu da bilinmiş olsun ki..
Burada anlatılacak razıye makamı sahipleri, gâh yükselişte, gâh inişte bulunup zikirlerine, fikirlerine sebatlı bir şekilde devam ederler. Bu durumlarını sürdürürlerse., hayvani ruh, sultanî ruhun hali ile bir de­rece daha hallenir. Bunun oluşuna alâmet odur ki : Daha önce, hayvani ruha kötü görünen, güç gelen şeyler, güzel görünmeye ve kolay gelmeye başlar. Bundan sonra, anlatılan tüm işler, kendisine hal olur; Cenab-ı Hak'tan kendisine ne gelir ise., hemen her gelene tam manası ile razı olur, yanında kederle sürür eşit olur. Anlatılan sebepten ötürüdür ki; razıye sıfatına :
—  Razıye.. İsmi verilmiştir.
Razıye sıfatı ile muttasıl olan zatların iniş halleri üstte anlatıldığı gibidir. Terakkileri ise., marzıye makamıdır.
Bunun alâmeti de odur ki; kendisinin devam ve sebatı ile, mürşidinin güzel teveccühü ile, Cenab-ı Hakkın lütuf ve keremi ile kendisine her ne gelecek olsa o gelen şeylerin hemen hepsine razı olur. Her ne zaman bir ilâhî denemeye tabi tutulacak olsa :
—  Bu, bize ilâhî bir ihsandır..
Deyip gönülden kabullenir. Onun böyle etmesi ile, Cenab-ı Hak ta­rafından tarifi olmayan bir şekilde, bir imtihan mührü ile mühürlenir; kendisine zat tecellisi, zat müşahedesi ihsan olunur. Bu müşahede halin­de kendisine şöyle buyurur :
—  Kulum, ben senden razıyım, sen de benden razı mısın?.
Bu üstün hitaptan sonra, geçmiş günahlarının affedildiğini, bizzat kendisi müjdeler. Bu müjde verişinin belli bir keyfiyeti yoktur; zatına has bir durumdur.
Anlatılan terakki halinde nekadar durabilirse.. hemen her gün mu­rakabesinde, kendisine zat tecellisinin müşahedesi ihsan olunur. Geçmiş günanlarının bağışlandığı müjdesini de alır.
Ancak, bu anlatılan hal, kendisinde meleke durumunda olmadığı için, yine inişe geçip razıyeye dönebilir; bazan razıyede, bazan da marzıyede olur. Gerek yükselişinde, gerekse inişinde bu makamda iken, kendisine bir başka hal daha ihsan olunur. Şöylekl : Kendi tercihleri olmadan, razıye makamında olan zatlar, gelecekte olacak bir iş için hiç bir hayale dayalı ümide düşmezler. Geçmişte olup biten işler için de gama kedere bo­ğulmazlar. İster dünya cihetinden olsun, ister âhiret cihetinden; hiç bir gayeleri kalmaz :



—  Allahım, tüm gayem sensin; isteğim rızandır.
Derler ki, bu deyişlerinde gerçekçidirler. Bundan başka, kendilerini, varını yetirip iflâs eder gibi, Allah'ın güvencesi altında görürler. Güven yurdunda, rıza kapısında :
—  Zatına güveniyoruz, el-eman..
Derler.
Bu razıye. makamında bulunan zatlara, Cenab-ı Hak bir mahviyet rütbesi ihsan eder. (Yani : Hil'atı..) O rütbeyi giyen zat, nekadar ilâhî iltifat zuhur ederse etsin; cümlesini ilâhî ihsan bilir. Kendisini de, bir taş veya bir ağaç gibi görüp şöyle der :
—  Yaptığım zikirde ve fikirde, benden zuhur eden ibadet taatta, ba­na gelen ilâhî ihsanlarda asla bir girişimim yoktur. Bunların, hepsi, kar-şilıksız bir ilâhî ihsandır. Ben âciz, taş cinsi gibi bir şeyim; hiç bir işe de
yaramam. Bu ibadetleri yaptıran, bunca ihsanları karşılıksız veren Cenab-ı Hak'tır. Bu görünenler benim halim değildir; cümlesi, ilâhî ihsandır.
Onların her biri böyle deyip varını yitiren bir müflis durumuna gi-rerler. Tıpkı, zengin bir tüccar gibi, bir kırmızı altına muhtaç olur. Ak­ranı arasmda, emsali arasında, ne şerefi kalır, ne de itibarı.. İtimad edip dayanacağı bir şeyi de kalmaz. İşte hali anlatılan tüccar, eli eteği, her bir taraftan kesildikten sonra, ne hal kesb ederse., bu zatlara öyle bir hal, Allah tarafından hil'at olarak giydirilir.
İç âlemi nekadar mamur olursa olsun, kendisine nekadar ilâhî iltifat ihsan olunursa olunsun; her an, her nefes anlatıldığı gibi, ilâhî ihsanların zerresini dahi, kendisine mal edip görmez. Sanır ki : Bütün ibadeti si­linmiş, kendisi de masiyet deryasına dalmıştır. El-eman diyarında, rıza kapısının açılması için, devamlı :
—  Zatına güveniyoruz, el-eman..
Diye yakarır durur.
Dünya cihetinden olan özel ve genel işleri Cenab-ı Hakka ısmarlar. Bunun sonunda öyle bir iç zenginliği ile zengin olur kl : Anlatılması mümkün değildir. Meselâ : Ceplerinde darının tanesi bulunmasa, asla hatırlarına bir şey gelmez; bundan başka, gönülleri, bin kese altına sahip gibi durur. Bunun için :
—  Ehlüllahın zenginlikleri..
Tabir edilir. Razıye sıfatı makamında olan zatlara, anlatılan hal bir meleke olur. Bu makamda, çok çok ilâhî iltifat vardır. Hatta, bazı zatlara, rıza kapısı açılır; zat tecellisi dahi zuhur eder.
Bu yoldaki, eğer kabiliyetli, ilticası ağır basan biri ise., mutmainne sıfatı makamında rıza kapısı açılır; bazan zat tecellisi dahi zuhur eder. Ama, onunla hallenmediği için; gerek mutmainnede, gerek razıyede ol­sun; bazan terakki hallerinde rıza kapısından içeri girip zat tecellisi, zat müşahedesi ihsan olunur. Herhangi belli bir şekli olmadan :
—  Kulum, ben senden razıyım, sen de benben razı mısın?.
Şeklinde ilâhî bir kitap ihsan olunur. Biraz da ilâhî iltifata nail olur.
6. KISIM : Marzıye nefis makamına, alâmetlerini, masumiyet hil'-atını, derecelerini; bu makamda bulunanlara ihsan olunan ilâhî tecellileri, ilâhî iltifatları, terakkl hallerinin safiye makamı olduğunu açıklar.
Değerli kardeşim, şu da bilinmiş olsun ki..
Anlatılan razıye halleri, bir zata meleke olup da Allah korkusunda ve mahviyette devamlı ve sebatlı olursa., kendisine ihsan olunan ilâhî imtihanlarda sadakat mührü ile mühürlenir ve öyle bir derece verilir ki : Cümle huyları imtihana tabi tutulup huyların en güzeilerine sahip olur; bu yüzden her bir huyuna bir doğruluk mührü vurulur ve sonunda, masumi­yet hil'atı kendisine giydirilir.
Üstteki cümlenin daha açık ve özlü manası şudur :
Hali anlatıldığı gibi olan zatın cümle huyları, işleri, sözleri, halleri Allah'ın rızasına uygunu olur; tüm emirleri yerine getirmek, kendisine bir hal olur. Hakkın tahriki ile davranır, onun durdurması ile de durur.
Anlatılan hallerin bir zata ihsan olunması, o kimsenin merzıye sıfa­tına bürünmüş olduğuna delildir.
Böylelikle de, hayvani ruh, sultanî ruhun hali ile bir derece daha hailenin sultanî ruhun bütün görüşünü kabul eder ve her bir emrine gö­nül hoşluğu, ile girer. Bu makamda, sultanî ruhla, hayvani ruh birbir lerinden hoşnutturlar; aralarında düşmanlık, korku, ürkmek gibi bir hal kalmamış, birbirleri ile ülfet etmiş, birbirlerini sevmişlerdir.
Ve., bunların, birbirlerinden razı ve birbirlerinden hoşnut olmaları dolayısı ile, bulundukları bu makama :
—  Marzıye sıfatı makamı..
Demişlerdir.
Bu makamı bulmuş olmanın alâmeti odur ki; bu makamda bulunan kimseye, yükseliş halinde, anlatılan haller birer meleke olur. O kimseden devamlı zuhur eden bu hallerdir.
Durum anlatıldığı gibi olduğu zaman; Cenab-ı Hak o kimseye müek-kel olan kiramen katibin meleklerin eilerinden bu zatın amellerinin ya­zıldığı defteri alır. Geçmiş ve gelecek, büyük küçük, en küçük yanılma­ya varıncaya kadar cümle kusurlarını affeder. Masumiyet hil'atı giysisini de giydirir. O klmsenin iyiliğini ve kötülüğünü yazan meleklere de hitab ederek şöyle buyurur :
—  Bunca zamandır, bu kulumun hizmetine sizi vermiştim. Şimdi, bu kulumdan ben razıyım; sizler de razı mısınız?.
Bu hitab üzerine, onlar da şöyle şehadet ederler :
—  Ya Rabbi, bizler bu kulunun hizmetine gireliberi, zerre kadar rızaya aykırı hareket etmedi; bizleri de üzmedi. Bunun için, ondan kat kat razıyız.
Onların bu şehadeti üzerine, Cenab-ı Hak, şöyle buyurur : — Ey meleklerim, ben de, sizi o hizmetten kurtarıyorum. Bu kulum­dan ebedî rıza ile razı oldum. Siz de buna şahid olun.
Bundan sonra, o kimsenin diğer hizmetlerine müekkel olan melek­lerin cümlesine hitab ederek, ebedî rıza ile o kimseden razı olduğunu bil­dirir ve cümlesini buna şahit tutar.
Bunun üzerine, o zattan cümle insan, cin, melek, hayvan, zahirde ve batında nekadar varlık varsa., cümlesi de ebedî rıza ile o kimseden razı olurlar. O her kimse; zahirde elinden ve dilinden ve cümle işinden hiç bir kimse incenmez :



—  «Müminler uyumludurlar, yumuşak başlıdırlar. Çekilen bir deve misalidir; bir yere bağlanınca boyun eğer. Sarp kaya üzerine çökertilme­si istense, çöker.»
Hadis-i şerif indeki mana, onun için gerçek hal olur. Her kimin ya­nına varacak olsa; o, kendisine elinde olmadan saygı gösterir, ikram eder.
Daha sonra, Cenab-ı Hak, bizzat hiç bir şekilde anlatılamayan Yüce Zatı ile tecelli edip şöyle buyurur :
—  Kulum, ben senden razıyım; sen de benden razı mısın?.
Bu türlü, ilahî iltifatla birlikte, o kimsenin günahtan arınmış bir masum olduğunu, bilinmeyen bir şekilde o kula müjdeler. Daha başka nice ihsanlar eyleyip rıza kapısından içeri alır; belli bir yerde zat tecellisi ve zat müşahedesi ihsan eyler.
Ve., o kul, anlatılanlar dışında daha nice nice ihsanlara zuhur yeri haline gelir.
işaret edilen ilâhî ihsanların yolu açılıp merzıye sıfatı kendisine me­leke olan zatlara, her günün teveccühünde rıza kapısı açılır. Belli makam­da; zat tecellisi, zat müşahedesi ihsan olunur. Orada, neler olduğu bilin­meyen sonsuz ilâhî sırların ihsanından başka, hemen her gün, günahtan arınmış bir masum olduğu müjdesi ihsan olunur; bilinmeyen bir şekilde bizzat bu yoldaki müjdeyi alır.
Bu makama sahib olanlar, her ne zaman isteyip teveccühe otursalar, anlatıldığı gibi ilâhî ihsanlara zuhur yeri olurlar.
Bunların ayık hallerinde, kendilerine gelen, .sıfatların tecellisi ile zat müşahedesi olur. Tıpkı, Hazret-i Ebu Bekir'in buyurduğu gibi; Allah ondan razı olsun :



—  Her neyi gördümse, ondan önce Allah'ı gördüm.
Böylelikle, daima gezip yürüdüğü yerlerde, Cenab-ı Kibriyanın ilâhî sıfatlarını müşahede eder. O ilâhî sıfatlar yolundan da, Yüce Zatını mü­şahede eder.
Bu makamın sahipleri, her ne zaman isteseler belli bir durum çizil­meden, Cenab-ı Hak ile konuşurlar. Bu, ehli olan zatlara malumdur. Ni­tekim, bu manada şöyle demişlerdir :



—  Değerliyi, ancak değerli olan bilir.
Bunca, ilâhî ihsan, kendilerine hemen her gün gelirken, yine de, şu âyet-i kerimenin hükmünce, Cenab-ı Hakkın mekrinden emin olmazlar :



—  «Allah'ın mekrinden! güven mi duyuyorlar?. Halbuki, Allah'ın mekrinden, büyük bir zararı göze alan topluluktan başkaları güven du­yamazlar.»
A'raf suresinin 99. âyetinde buyurulan bu emir gereği; her an ve her nefeste, Allah'ın güvencesi altında bulunan bir müflis gibi kendile­rini ilâhî huzurda bulurlar ve iâihî mekirden ötürü, sarsılıp heyecana ka­pılırlar, tir tir titrerler :
—  Zatına güveniyoruz, el-eman ya Rabbi..
Diyerek yakarırlar. Bunun için de, cümle dış hallerini pâk şeriata uy­gun hale getirirler. Zerre kadar da şeriattan ayrılmazlar. Kendilerinden, mubah çeşidinden zerre kadar bir şey çıkacak olsa; büyük günah çıkmış gibi ciğerleri yanar. Bu yüzden yakalarını yırtar, temenni ve niyaza ge­çerler.
Anlatılan hal, öyle bir haldir ki; Cenab-ı Hak tarafından hemen her gün, nekadar masumiyetleri bildirilirse bildirilsin, ilâhî rıza, bizzat konuşma müjdesini nekadar alırlarsa alsınlar, asla kendilerini güven için­de hissetmezler; Allah'ın mekrinden daha fazla korkmaya başlarlar. Zira, bu hal içinde bulunan zatlara güven duygusu muhaldir. Geçip gittikleri her bir makamda, bir başka korku vardır. Burada, insanın kemali de, kor­kusuna göredir.
Emmare mertebesinden başka; nefsin her bir mertebesinde, bir. baş­ka türlü korku vardır; meselâ : Taklit korkusu, cehennem korkusu, ma-siyet korkusu, rıza korkusu, Allah korkusu, kemal korkusu.. Bu isimler, yerine göre verilir.
Emmare nefis makamında korku yoktur. Bu sıfat makamında olan kimse, Cenab-ı Hak'tan emin olur; asla aklına korku gelmez. Bunun için­dir ki : Emmare makamında olanların pek çoğu, son nefesini imansız verir.

KORKULAR
Üstte anlatılan korku isimlerini sırası ile açıklayalım.
1. Taklit korkusu Levvame sıfatında olanların korkusudur. Bu sıfatta olan kimseler, her nekadar Cenab-ı Hak'tan korksalar da, güven duyguları, korkularından üstün gelir. Bu yüzden tevbelerinde sebat ede­mezler. Bazan son nefesi imansız verenleri de bulunur.
2. Cehennem korkusu : Mülhime sıfatında olanların korkusudur. Bu sıfatta olanların korkusu, güven duygularından ağırdır. Bunun için, bunlar tevbelerinde sebatlı olurlar. Ama, bu türlü korkudan Allah razı de­ğildir. Çünkü, bu türlü korku, cehennem azabından ve cennet arzusundan gelmektedir. Kaldı ki, bu türlü korku, ehlüllaha da yakışmaz. Bundandır ki, ehlüllah, son nefesin iyi kapanması için :
—  Zatına güveniyoruz, el- eman ya Rabbi..
Diye yakarırlar.
Bu mulhime sıfatında dahi, bazan nefsin hilesine kapılıp son nefesi­ni imansız veren olur.
Nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız.
Bu cehennem korkusuna :
—  Nefsanî korku..
Dahi derler. Bu korkunun altında cehennem vardır; cennet arzusu da yoktur.
3. Masiyet korkusu : Mutmainne makamında bulunanların korku­sudur. Bu türlü korkudan dahi, Yüce Allah razı değildir. Zira, Allah'ta ve Allah için bir korku değildir; sırf masiyet korkusudur. Ama, mülhimede olduğu gibi, cennet arzusu bulunmayan, cehennem korkusu da değildir. An­cak :
—  İlâhî emirleri yerine getiremeyip giydirilen velayet kisvesini le-kelendirirsem..
Şeklinde bir korkudur. Aynı zamanda, masiyetten de çok sakınmak korkusudur. Bundan başka, Yunus suresinin 62. âyetinde Duyurulan :



— «Haberiniz olsun, Allah'ın velî kullarına korku yoktur; onlar mah­zun da olmazlar.»
Mananın gerçeğine uymak kaydı bulunduğundan, bu korku dahi, Al­lah'ta ve Allah için değildir. Bu korkuyu duyan kimsenin, her nekadar muradı, Allah rızasını elde etmek olsa dahi, anlatılan kayıtlar altında ol­duğundan, nefsini korumak için korku duymaktadır; bu türlü korkudan da Allah razı değildir. Zira, korkunun, sadece Allah rızası için olması ge­rekir. Bu korku, kemal ehlinin de korkusu değildir; hatta kemalin ek­sikliğine bile işaret sayılır.
4- Rıza korkusun Bu korku da, razıye makamında olan zatlara has bir korkudur. Bu zatlar :
—  Eğer Allah'ın rızasını bulamazsan halim neye varır?.
Diyerek korkarlar.
Bu korku, mutmainne makamında olduğu gibi, hakikat kusurların­dan korkudur; kemal arzusu için değildir.
Bunlar, 'cümle arzularından geçmişlerdir; gelecek için de bir emel beslemezler, geçmişin de derdine düşmezler. Cenab-ı Hak tarafından ken­dilerine gelen hemen her şeyi, gönül rızası ile kabul ederler. Bu halde iken de, bir kusur işleyip :
—  Cenab-ı Hak benden razı olmaz ise, halim neye varır?.
Diye korktukları için, bu türlü bir korku duyanların korkusuna :
—  Rıza korkusu..
İsmi verildi. Bu korku da, Allah korkusu değildir. Zira, bu korkunun altında :
—  Rızada kusur edersem..
Kaydı vardır. Allah için, Allah'ta bir korku olmadığı için, kemal ehline has bir korku dahi değildir.
5. Allah korkusu : Bu da, marzıye makamında olanların korkusu­dur. Dünya ve âhirete dair hiç bir arzuya dayanmadan korkarlar. Bu korkuya :
—  Allah korkusu..
İsminin verilmesi de bunun içindir. Sebebi de : Maddî hiç bir kay­da tabi olmadan ve sırf Allah için olmasıdır.
Bu sıfatta bulunan kimselerden her an ve her nefeste Cenab-ı Hak
razıdır; kendileri de; her nefeste Cenab-ı Hak'tan razıdırlar. Bunlara
göre, sürurla keder eşittir; varlıktan yana, kendilerinde hiçbir eser kalmamıştır.

Al-i İmran suresinin, 14. âyetinde :



— «insanlara; kadınlardan, oğullarından, üst üste yığılmış altın ve gümüşten, salma güzel atlardan, sürüden, ekinden yana şehvet sevgisi süslendi.. Halbuki bunlar, dünya yararına şeylerdir.»
Sayılan dünya yararına olan altı şeyin hiç birine karşı, içten sevgi­leri kalmamıştır. Bundan başka, âhirete ait bir gayeleri de kalmamıştır.
Üstteki âyet-i kerimenin devamı olan :



— «Dönüşte bulunacak en güzel şey Allah katandadır.»
Mananın sırrına mazhar olmuşlardır.
Bu zatlar, namazlarını, murakabe halinde ihsan olunan ilâhî tecelliye bir. tecelligâh olarak eda ederler. Namaza başladıkları zaman; ken­dilerine zat tecellisi, zat müşahedesi ihsan olunur. Bu ihsan içinde namaz­larını kılarlar. Bu keyfiyet, onlarda meleke olmuştur. Hemen her gün, Allah'ın rızasına dair müjdeyi alırlar; hal böyle iken, Cenab-ı Hak'tan çok çok korkarlar; bu korku tarif edilemez. Ne var ki, bu korku dahi ke­mal manada değildir. Bunların korkularında, hiç bir kayıtları yoktur; Allah için, Allah'tadır. Ne var ki, içlerinden, daima, hallerinin yükselme­sini isterler; iniş hailerinden de çok korkarlar, bunun için tir tir titrerler.
Bu korku, elde olmayan bir korkudur ki; marzıye makamında olanlara giydirilen bir sıfattır. Bunun için, bu korku, Allah'ta ve Allah için­dir; ama kemal değildir. Bu manayı, ciddî bir şekilde anlamaya çalış.
6. Kemal korkusu : Bu türlü korku, safiye sıfatı makamında olan­lara ihsan olunmuştur. Bu korku, sözle anlatılamaz. Ancak şu kadarını anlatalım ki : Bu zatlara, doğu ile batı arasındaki mahlukatın yönetimi ihsan olunmuştur. Hemen her ilâhî iş, bunların ellerine teslim edilmiştir. Hal böyle iken, Cenab-ı Hak'tan izin almadıkça, bir çöpü dahi yerinden oynatmazlar.
Hali anlatıldığı gibi, olan bir zata sorulacak olsa :
—  Cenab-ı Hak'tan bu kadar korkuyorsun; bunun hikmeti, sebebi nedir?.
O kimse de, bu soruya cevap vermek için, içten ve dıştan o korku­nun sebebini düşünüp aramış olsa küçük büyük hiç bir sebep bulup da cevap veremez :
—  Şu sebepten ötürü korkarım..
Diyemez. İşbu sebeptendir ki; safiye makamında olanların korkuları­na :
—  Kemal korkusu..
İsmi verildi.
Burada anlatılan altı çeşit korkudan başka dört dereceli daha kor­ku vardır; ama onları dille tarif etmeye ruhsat verilmemiştir. Ehli olan kimseler, onları bilirler. Nitekim, bu manada, Resulüllah efendimiz şöy­le buyurmuştur :



— «Ben, sizin en çok korkanınızım. Eğer bildiğim kadarını bileydiniz; az gülerdiniz, çok ağlardınız.»
Bu hadis-i şerifin manası uyarınca, o korkuları anlayan anlar.
Merzıye sıfatının yükseliş hali, safiye sıfatıdır ki; bu safiye sıfatı, kutuplar kutbuna, gavs-ü azaınlara, hilâfet sırrına sahib olan zatlara mah­sustur.

Ancak, bazı asırda irşad ve tasarrufta olmayan bir iki zata, bazı asırda da üç beş zata ihsan olunur; bunlar da safiye sıfatına bürünür­ler. Bunlara :
— Velilerin kâmilleri.
Adı verilir.
Safiye sıfatı ile muttasıf olanlar bahis konusu değildir; zira onların halleri çok ileridir. İnşallah yakında anlatılacaktır.
Ancak marzıye sıfatı sahibinin yükseliş hali safiye sıfatıdır. Bun-lara marzıye sıfatı meleke olunca, bazan terakki zuhur eder, safiye sıfa­tının en alt hali ile hallenirler.. Söylenmek istenen budur.

SAFİYE NEFİS
7. KISIM : Safiye nefis makamı, onunla muttasıf olmanın hikmeti, beden ülkesinde hüküm ve hükümetin cümlesi sultanî ruhun elinde oldu­ğunun sebebi ve hikmeti, bu makama sahib olan zatların tecellileri, hayret makamları açıklanır.
Değerli kardeşim, şu da bilinmiş olsun. ki..
Hayvani ruhun kendisine has olan yaratılış durumu, huyu suyu, em-mare sıfatıdır. Sultanî ruhun kendisine has olan yaratılış durumu ise, sa­fiye mukamıdır.
Üstteki durumlar, daha önce anlatıldı; burada tekrar anlatmaya gerek yoktur .
Hayvani ruh, Cenab-ı Hakkın ihsanı, mürşidin himmeti, sultanî ruhun teşviki ile kendi yaratılış durumu olan emmare sıfatından geçer, sultanî ruh ile aralarında bulunan beş sıfatın her biri ile hallenir. Bu hal üzere giderken, merzıye sıfatı olan beşinci sıfat da, kendisine hal olur.
Üstteki manayı biraz daha açık anlatalım.
Anlatıldığı gibi, hayvani ruh, kendi hallerinden tamamen geçip sul­tanî ruhun hali ile hallenip her bir emrine teslim olur. Bundan sonra ara­larında düşmanlık kalkar. Güven, uyuşma, sevgi hâsıl olur. Daha sonra, bu hale gelen zatlara, Cenab-ı Hak; hilâfet, gavsiyet, kutbiyet, kâmil velîlerden olmak durumlarından birini veya hepsini ihsan eder. Bu hal içinde, hayvani ruha bir tecelli kılar. Bu tecellide hayvani ruhun kendi sıfatlarının tamamı silinir; sultanî ruhun sıfatlarına bürünür. İşin başın­dan itibaren, bu hale gelinceye kadar, hayvaniyet sıfatlarından kalan izler dahi silinir; sultanî ruhun kendisine has olan insanlık sıfatına bü­rünür.

İHSAN-I KÂMİL
İşbu anlatılan büyük ihsana sahib olan zatlara şu isim verilir :
— İnsan-ı kâmil..
Bundan sonra, dünya işlerini yönetmeye yarayan akl-ı maaş dahi yanıp kül olur. Akl-ı maaşın vücud ülkesindeki görüşü, yönetimi kesilir; vücud ülkesinde içli dışlı, sultanî ruhun öbür âlemi yönetmeye yarayan akl-ı maadı hâkim olur. Yönetim ve görüş, hüküm ve tasarruf akl-ı maa-dın olur. Bu anlatılan duruma :
— Akıl..
Diye isim verilir. Sebebi de; vücud ikliminde cümle hükümlerin, cüm­le görüşlerin, tedbirlerin akl-ı maad tarafından yapılmakta olmasıdır.
Anlatılan hale gelen zatın kalbinde bulunan meleke duygusu onun halinden haberdar olmadıktan başka; kendi izini bile kaybeder. Bundan sonra, bir şeye de karışmaz, şaşkın ve başıboş olarak gezer durur.
Şeytan dahi, bu halleri gördükten sonra aciz ve çaresiz kalır. İster istemez, kendi boğazına ip takıp tam manası ile sultanî ruha teslim olur; her bir emrini yerine getirir. Artık, kesinlikle aykırı hareket etmez; hile yoluna sapmaya da gücü yetmez. Bazılarının şeytanı, bu makamda, İs­lâm dini ile müşerref olur. Ama, dabağat kabul etmeyen deri gibidir ki, sahibi öbür âleme geçtikten sonra, şeytanı mürted olur.
özetle şöyle diyelim :
— Safiye sıfatı ile muttasıf olan zatların nefisleri, sultanî ruha kalb olur. Hayvanlık belirtilerinden kurtulur; insaniyet sıfatlarına bürünür­ler.



— «Velilerim kubbelerimin altındadır; bunları benden başkası bil­mez.»
Kudsî hadisi uyarınca, durumu anlatılan zatların hallerine melek de­ğil; insan bile vâkıf değildir. Yüce Allah bildirirse, durum değişir.

Yenilen, içilen, giyilen şeylere; zikre, fikre dair cümle özel ve genel şeylere dair her ne varsa., vücud ülkesinde yürütülen işlerin tümü, akl-ı maad tarafından sultanî ruha Rabbani ilham olarak gelir. Sultanî ruh da, vücud ülkesinde ona göre hükmünü yürütür.
Bu duruma göre; safiye sıfatı makamında bulunan zatların sözleri, halleri, içli dışlı kendilerinden çıkan işleri, sözleri; akl-ı maad tarafından Rabbanî ilhamla olur. Bunun içindir ki: Dünya ve âhirete dair lezzet, lerden tamamen kesilmişlerdir. Yemek, içmek, giymek çeşidinden şey­leri; yerken, içerken, giyerken kendilerine kesin olarak zerre kadar mad­dî bir lezzet hâsıl olmaz. Dolayısı ile bunlara göre; lezzetli yemeği ye­mekle, lezzetsiz yemeği yemek eşittir. İnsanlar arasında makbul olan elbi­seyi giymekle makbul olmayanı giymek, yine onlara göre eşittir. Mesire yerlerinde gezip eğlenmekle, evlerinin bir köşseinde oturup kalmak, on­lara göre aynıdır. Diğer şeyleri de buna kıyas edebilirsin. Çünkü, her nekadar maddî lezzet varsa, onlardan kesilip gitmiştir. Bunun sebebi ve hikmeti ise, kısaca şöyle anlatılır : Akl-ı maaş yanıp silinmiş, hayvani ruh da sultanî ruha dönmüştür.
Âhirete dair işlerine gelince., onları da, Cenab-ı Hak, kendileri için hazırlamıştır. O güzel işlerin müjdesi kulaklarına geldiği zaman da, bir sevince kapılıp zerre kadar lezzet ortaya çıkmaz. Zira, her an, her ne­feste Allah'ın rızasını gözetirler. Çünkü, varlıklarını Cenab-ı Hakkın rı­zası yolunda harcamışlardır.
Daima ilâhî emri gözetirler. İlâhî emir ne yana doğru zuhur etmiş ise., ona göre o emri yerine getirirler. Kendilerinden en küçük bir hare­ket ortaya çıkmaz.
Bunlar, Cenab-ı Hakkın ilâhî ihsanı ile; hakikat, marifet, ledün il­mine dair nekadar ilâhî sırlar varsa, hepsine sahiptirler. Ama, kesin ola­rak, onları dile getirip o taraftan bir şey konuşmazlar. Meğerki:
— Kendi arkadaşlarından birine haber ver..
Şeklinde, onlara Cenab-ı Hak tarafından bir emir gele..
Onların kalbleri, ilâhî hakikatlerle doludur. Dilleri de, şeriata bağ­lıdır.
Huzurlarına gelen kimselerin hallerine göre sohbet ederler. Meğerki, hikmete dayalı bir şey ola da, hakikattan yana birinize bir şey duyüra-lar. Bu duyurduklarını da şeriat örtüsü ile örtülü söylerler.
Zahirde, duruşlarını ve davranışlarını iyiliği emretmek, kötülüğü ya­sak etmek emrine uygun tutarlar. Buna, uygun bir şekilde riayet edip her davranışlarını ve duruşlarını Fahr-i âlem Resulüllah efendimizin —Al­lah ona salât ve selâm eylesin— emrine uygun tutup Resulüllah'ın sün­netlerini yerine getirirler.
Kulluk sıfatını, uygun olduğu şekilde yürüten onlardır; zira, tam manası ile Rabbın kulu olmuşlardır.
Bunlara, murakabe halinde zuhur eden tecelli, zat tecellisi olup buna :
—  Şimşek gibi çakan zat tecellisi (Tecelli-i berkı-i zatî..)
Adı verilir. Bu tecelli, safiye sıfatı makamında olan zatlara mahsus olup ehli bilir.
Merzıye sıfatında olan zatlara murakabe halinde ihsan olunan zat te-cellisi, zat müşahedesi ve zata dalmak; bu safiye makamında olan zatların daimî halleridir. Zira, hayvani ruh, sultanî ruha çevrilmiş, akl-ı maaş da yanıp silinmiştir. Vücud ülkesi dahi, şeytanın saldırısından kurtulmuştur. Yalnız akl-ı maad tarafından sultanî ruha gelen rabbani ilham ve sa-medanî ihsan ile vücud ülkesinde hüküm yürütülmektedir.
Safiye makamında olanlar için ayıkma hali yoktur. Bunlar, bir ben­zetme olmadan, daima müşahede halindedirler; konuşurlar.. Buna göre, mana şu demeğe gelir :.
—  Marzıye ehlinin murakabe hali, safiye ehlinin ayık halidir.
Zira, safiye ehline, murakabe halinde tecelli-i berk (şimşek misali bir tecelli) ihsan olunur. Açıkçası bunlar :
—  «Ben, gizli bir hazine îdim.»
Manasındaki sırra, bir tasdik yeri olurlar. Böylece, hakikatin hazi­nesi, marifetin de mahzeni olmuşlardır.
Bundan sonra bazılarına, ruhanî miraç dahi ihsan olunur. Tarif edi­lemeyen bir şekilde, ülfet dahi ihsan olunur. Bunların sayısı hesabı da yoktur. Onlar, beşerin akıl erdiremeyeceği şekilde olduğundan, yazılma­ sına ruhsat verilmedi. Bu manayı, cidden anlamaya çalış.
Üstte işaret edilen miraç, kutupların miracıdır; velilere ihsan olunan miraçla ölçülemez.

HAYRET MAKAMI
Bu safiye sıfatı makamında bulunanların, yükseliş hallerine :

—  Hayret makamı..
İsmi verilir. Bu makamda da üç derece vardır. Şöyleki :
a)    Hayret..
b)     Hayret içinde hayret..
c)     Hayret içinde hayret, hayret içinde hayret, hayret içinde hayret..

MAKAM-I MAHMUD
Bunlardan ötesine :
—  Makam-ı Mahmud..
Adı verilir. O makam da, Fahr-i Âlem Resulüllah efendimize mahsus bir makamdır; Allah ona salât ve selâm eylesin. Nebilerden, resullerden, kutup velîlerden hiç bir zata o makam ihsan olunmaz. Ancak, Habib Ah-med Muhbub Muhammed'e ihsan olunmuştur.
Makam yönü ile, bundan ileri bir makam yoktur. Amma, ilâhî feyiz­lere de bir son yoktur; her bir makamda, bir başka ilâhî feyiz vardır ki, onun da sonu yoktur, ömürleri son buluncaya kadar; o büyükler, sayısız hesapsız ilâhî ihsanlara nall olurlar. Onları beşer aklı taşıyamaz.
Anlatılan son dört makamın her biri, diğerinden daha ileridir. On­ların altında nice ilahî feyizler vardır. Onlara nail olanların ömürleri son bulur; beka yurduna teşrif ederler; yine o ilâhî feyizlerin sonuna ula­şamazlar.



İçtim sevgiyi kadeh kadeh
tattım; Ne şarap tükendi, ne
de ben kandım..

Şiirindeki mana uyarınca, ne ilâhî feyizler tükenlr, ne de onların susuzluğu geçer. Onların ömürleri son bulup tükenir; ama Cenab-ı Hak­kın ilâhî ihsanı son bulup tükenmez.
Bu makamlarda olan ilâhî ihsanları safiye makamında anlatılanlarla ölçün ki; o da kısadan anlatılmıştır. Onları beşerin aklı alamayacağı için, bundan daha fazla sözle anlatmak ruhsatı verilmedı; bu kadarı ile yeti-nildi. Zira :



— Hal, sözle bilinmez..
Manası her zaman geçerlidir; anlamaya çalış.
    

Günün Sözü

"“Bir kardeşin, diğer kardeşi kendisine söz söylediği zaman sükût edip onu dinlemesi, mürüvvetten yani insaniyetten(sohbet âdâbından)dir.” (Hadîs-i Şerif—Deylemî)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.