34- Tesavvuf ve keramete inanmıyanlara (Hadîka) kitâbında cevâb verildi.

34- Tesavvuf ve keramete inanmıyanlara (Hadîka) kitâbında cevâb verildi.

34 - Abdülganî Nablüsî (Hadîka) kitabının yüzdoksanıncı sayfasında buyuruyor ki: İbâdetleri iktisâd üzere, yâni ne az, ne de pek aşırı olmıyarak, orta miktârda yapmak lâzımdır. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, sizin için kolaylık istiyor. Güç işleri yapmanızı istemiyor) buyuruldu. Bunun için, hastanın ve yolcunun oruç tutmamasına izin verdi. Bize ağır ve sıkıntılı işler yapmağı emretmedi. İnsan iki işten birini yapmak karşısında bulunursa, bunlardan hafîf ve kolay olanını yapması daha doğrudur. Peygamberimiz, birinin mescidde saatlerce namaz kıldığını işitti. Mescide gelip, bunu omuzlarından tutarak, (Allahü teâlâ, bu ümmetten kolay işler yapmasını istiyor. Güç işleri beğenmiyor) buyurdu. Allahü teâlâ, bu ümmete kolay şeyleri emretti. İslâm ahkâmına uymak pek kolaydır.

Mâide sûresinin doksanıncı âyetinde meâlen, (Ey müminler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyıb, yâni güzel şeyleri, kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü teâlâ, helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez!) buyuruldu. [Abdülvehhâb oğlu Muhammed, helâl olan şeylere, hattâ ibâdetlere haram diyor. Hattâ, şirk diyor. Bu âyet-i kerime, Allahü teâlânın bunu sevmediğini bildiriyor. Bir mümin günah işleyince, günahın cezâsından, azâbından kurtulmak için, Allahü teâlâ yol gösterdi. Tevbe ile, kefaret vermekle affedeceğini bildirdi. Devr ile iskât yapılmasına saldırırken, bunlar, kötü kimselerin günah işlemesine yol açan, uydurma şeylerdir diyor. Günahların tevbe ve kefaret ile affedilmeleri karşısında acaba ne diyecek? Bunlar, kötü kimselerin günah işlemelerine yol açıyor diyerek, Allahü teâlânın gösterdiği kolaylığa ve merhamete de dil uzatacak mı?]

Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, emrettiği şeyleri yapmanızı sevdiği gibi, izin verdiği şeyleri yapmanızı da sever) buyuruldu. Zarûret olduğu zaman, haram işlemeye ve farzı terk etmeye (ruhsat), izin verilmiştir. Yâni azâb yapılmaz. Zarûret zamanında da, dînin emirlerini yapmaya (azîmet) denir. Bâzan, azîmet olanı yapmak daha iyidir. Meselâ, ölüm ile korkutulan kimsenin, îmanını gizlememesi böyledir. Öldürülürse, şehit olur. Bâzan ruhsat olanı yapmak, daha iyi olur. Yolcunun oruç tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır, ölürse günaha girer.

Ahkâm-ı islâmiyyeye, yâni şeriate uymaktan kurtulmak için, mezheplerin ruhsatlarını, kolaylıklarını araştırıp, bunlara göre iş yapmak câiz değildir. Böyle araştırmaya (Telfîk) denir. İhtiyâç olunca, başka mezhebe geçmek veya birkaç şeyi başka mezhebe göre yapmak câizdir. Farzı yapmamak veya haramı yapmak için hîle yapmak haramdır. Buna, (Hîle-i bâtıla) denir. Birşey, farz veya haram olmadan önce, farz veya haram olmasını önlemek câizdir. Buna (Hîle-i şer'ıyye) denir.

Abdüllah Mûsulî, [Mûsulî 683 [m. 1285] de vefât etti.] (Muhtâr) kitabının şerhi olan (İhtiyâr) kitabında diyor ki, (Farzları yapamıyacak kadar zayıflatan riyâzet, yâni az yimek câiz değildir. Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını kazanacak ve borçlarını ödiyecek kadar çalışıp kazanmak farzdır. Bu niyet ile çalışan kimse, borcunu ödiyemeden ölürse, azâb çekmez. Hadis-i şerifte, (Her erkeğin çalışıp kazanması farzdır) buyuruldu. Bundan fazlası için çalışmamak câizdir. Âdem aleyhisselâm buğday eker ve ekmek yapardı. Nuh âleyhisselâm neccâr, marangoz idi. İbrâhîm aleyhisselâm kumaş tüccârı idi. Dâvüd aleyhisselâm demirci idi. Süleymân aleyhisselâm zenbil yapardı. Muhammed aleyhisselâm, önce koyun güderdi. Sonra ticâret yaptı. Sonra cihâd yapardı. Asker idi. Ebû Bekr-i Sıddîk, kumaş tüccârı idi. Ömer-ül-Fârûk, kösele dikerdi. Osman-ı Zinnûreyn gıdâ maddeleri idhâlâtçısı idi. Ali işçilik ve cihâd yapardı. Çoluk çocuğunun bir yıllık nafakasını toplıyacak kadar çalışmak mubâhtır. Müslümanlara yardım için, cihâd etmek için, fazla çalışıp kazanmak müstehabdır, iyidir. Hadis-i şerifte, (İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olandır) buyuruldu. İhtiyâr kitabından tercüme tamam oldu. Gösteriş için, övünmek için kazanmak tahrîmen mekruhtur. Mültekâ kitabında haramdır denildi. Çalışmak rızkı arttırmaz. Rızkı veren, Allahü teâlâdır. Çalışmak, sebebe yapışmaktır. Sebeplere yapışmak sünnettir.

Çalışan insan beş türlü olur: Birincisi, rızkın yalnız çalışmaktan geldiğine inanır. Kâfirler böyledir. İkincisi, rızkın Allahdan geldiğine ve çalışmanın, sebebe yapışmak olduğuna inanır. Çalışırken, Allahü teâlâya âsî olmaz. Haram işlemez. Hâlis, sâlih müminler böyledir. Üçüncüsü, rızkın Allahü teâlâdan geldiğine inanır ise de, çalışırken Allahü teâlâya âsî olur. Fâsık müminler böyledir. Dördüncüsü rızkın hem Allahü teâlâdan, hem de çalışmaktan geldiğini sanır. Müşrikler böyledir. Beşincisi, rızkın yalnız Allahü teâlâdan geldiğini bilir. Fakat rızkı verir mi vermez mi bilmez. Münâfıklar böyledir.

Âlim bin Alâ, [Âlim bin Alâ 688 [m. 1289] da vefât etti.] (Zâd-ül-misafir) ve (Tâtârhâniyye) ismindeki fetvâ kitabında diyor ki, Câmide, evde kapanıp hep ibâdet etmek ve yiyip içip, evlenmek, gezmek gibi eğlenceleri ve helâl kazanmağı terk etmek, tahrîmen mekruhtur.

Suâl: Din âlimlerinin yukarıdaki sözleri, tasavvufcuların riyâzet ve sıkıntılı yaşamağı övmelerine uymıyor. Bu ikisinden hangisi daha iyidir?

Cevap: Tasavvufculardan bir kısmı, (Kırk gün aç kalan, ilâhî sırları anlamaya başlar) dedi. Sehl bin Abdüllah, onbeş günde bir yirdi. İmâm-ı Gazâlî diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîk altı günde bir yirdi. Cüneyd-i Bağdâdî hergün dörtyüz rekât namaz kılardı. Sehl bin Abdüllah, yedi yaşında hâfız oldu. Hergün oruç tutardı. On iki sene, yalnız arpa ekmeği yidi. Abdülvehhâb-i Şa'rânî hergün akşam ile yatsı arasında Kur'an-ı kerimi iki kere hatm ederdi. Buna inanmakta tereddüd etmemeli. Evliyâda ruhanî kuvvet vardır. Ruh, bir ânda çok şey yapar. [Sehl bin Abdüllah Tüsterî 283 [m. 896] de Basrada, Abdül-vehhâb-ı Şa'rânî 973 [m. 1565] de, imam-ı Gazâlî 505 [m. 1111] de Tus şehrinde vefât etti.]

Âlimler, (ibâdetlerde aşırı gitmemeli, kendini sıkıntıya düşürmemeli) buyurdu. Bu sözleri, bütün ümmet için farz veya vâcib veya sünnet olan şeylerdedir. Her müslümanın böyle yapması lâzımdır. Tasavvufcuların çektikleri sıkıntılar ise, nâfile ibâdettir. Herkesin yapması lâzım değildir. Tegâbün sûresi onaltıncı âyetinde meâlen, (Gücünüz yettiği kadar, Allahdan korkunuz!) buyuruldu. Furkan sûresi yetmişinci âyetinde meâlen, (Îman edip tevbe eden ve sâlih ameller işliyenlerin günahlarını sevaplara çeviririm. Allahü teâlâ günahları affedici, acıyıcıdır) buyuruldu. Vahşî, bu âyeti işitince, affiçin şartlar bildiriyor. Bu şartları yapamazsam korkarım. Bunun daha kolayı yok mudur dedi. Buna karşılık, (Allahü teâlâ, dilediği kullarının şirkten başka herşeyini affeder) meâlindeki âyet geldi. Vahşî, bunu işitince, Allahü teâlâ, beni affetmek dilemezse, ne yaparım dedi. Bunun üzerine, (Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allahın rahmetinden Ümidinizi kesmeyiniz! Allahü teâlâ, bütün suçları affeder.O, gafûr, rahîmdir) meâlindeki âyet-i kerime geldi. Vahşî, bu müjde bana yeter dedi. Îman etti. Bu âyet-i kerime, kıyâmete kadar gelecek olan herkes için müjdedir. Su bulamıyanların teyemmüm etmeleri için de, önce (Temiz topraktan ellerinize ve yüzünüze sürünüz!) ve sonra, (Temiz topraklı ellerinizi, ellerinize ve yüzünüze sürünüz!) meâlindeki âyet-i kerime geldi. Toprağı sürmeyi emreylemedi. Emri kolaylaştırdı. Allahü teâlâ, Peygamberine Mekke dağlarını altın yapayım ister misin buyurunca, bu altınları Allah yolunda ve düşmanlarla cihâd için kullanmağı düşünmedi. İstemedi. Güçlük çekmeyi arzu eyledi. Tebük gazvesinde ise, (Bu orduya lâzım olanları getirene Cenneti müjdeliyorum) buyurarak, Eshâbından yardım istedi. Resûlullahın uzun günler orucunu bozmadığı ve açlıktan mübârek karnına taş bağladığı, kitaplarda yazılıdır. Mübârek ayakları şişinceye kadar geceleri, çok namaz kıldığı da bildirilmiştir. Mübârek zevceleri de, böyle çok ibâdet yaparlardı. Fakat, ümmetine çok merhamet ettiği için, onların böyle sıkıntı çekmelerini istemezdi. Ümmetine ruhsat ile emrederdi. Kendisi azîmet ile ibâdet yapardı. Din demek, yalnız emir demek değildir. Ruhsat ile azîmetin ikisi de dindir. Tahrîm sûresinde, (Allahü teâlânın helâl ettiklerini kendinize haram etmeyiniz!) meâlindeki âyet-i kerime, (Ruhsat, izin verilen şeyleri inkâr etmeyiniz! Bunları haram etmeyip de, terk eder, çekinirseniz zühd olur, iyi olur. Yapması ise, günah olmaz) demektir. Hadis-i şerifte, (Sünnetimi kabûl etmiyen benden değildir!) buyuruldu ki, ruhsat, izin verdiğim şeyleri kabûl etmeyip, kendine sıkıntı veren benden değildir demektir.

Tasavvuf büyükleri, ruhsat ve azîmetten, ikincisini seçmişlerdir. Ruhsat ile amel etmeyi de inkâr etmemişlerdir. Herkese ruhsat ile amel etmeyi emretmişlerdir. Resûlullah de, böyle yapardı. Tasavvuf demek, Kitaba ve sünnete uymak, bid'atlerden sakınmak ve tasavvuf büyüklerine saygılı olmak ve herkese merhametli olmak ve ruhsat olan ameli terk etmektir. Ehl-i sünnet âlimleri, azîmet ile, verâ ile hareket ettiklerinden, bir haram işlememek için, yetmiş helâli terk ederlerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk buyurdu ki, (Biz bir harama düşmek korkusundan, yetmiş helâli terk ederdik.)

Resûlullah, Ebû Hüreyreye, (Verâ üzere ol ki, insanların en âbidi olursun!) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, din demek, yalnız ruhsat, her işte orta yol demek değildir. Azîmet, zühd ve verâ da dindendir. Riyâzetin, açlık çekmenin tahrîmen mekruh olması, buna dayanamıyanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü, kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Ruhanî kuvvetleri, bu tehlikeyi önliyenler için, riyâzet çekmek câiz ve faydalı olur.

Rehberin lâzım olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Kâmil olan Rehber, talebenin sıhhatini, mizâcını, ruhunun kuvvetini anlar. Ona uygun olan miktârda riyâzet etmeyi emreyler. Onu tehlikeden korur. Kâmil olan Rehber, hem beden, hem de ruh ve din mütehassısıdır. Resûlullah efendimizin vârisi, vekîlidir. Kâmil olan Rehberin emri ile yetişenlerde hiçbir zarar ve tehlikeye düşen görülmemiştir. Hepsi yükselmiş, olgunlaşmıştır. Tasavvuf yolunda ilerlerken, islâmiyete uymakta hiç gevşeklik göstermemişlerdir. Farzı terk etmeye sebep olan şeyi yapmak haramdır. Rehber bundan korur. Nâfile ibâdetleri izinle yapmak, bunun için lâzımdır.

Resûlullah, ümmetine çok merhametli idi. Mîraç gecesi, elli vakit namazın beş vakte inmesini diledi. Ümmetine sıkı emirler gelmesine yol açmaması için, Eshâbının sıkıntılı riyâzetler yapmalarına izin vermezdi. Onun, ümmetine çok faydalı olacak ibâdetleri bildirmiyeceği ve yapılmalarını önliyeceği düşünülemez. Herşeyin en iyisini, en faydalısını söylemiş, yapmış ve yaptırmıştır. Ruhsat ile amel, aşırı ve noksan olmaksızın kulluk etmek, bütün ümmeti için faydalı olacağından, bunları açıkça yapmış ve emreylemiştir. Eshâb-ı kirâmın yükseklerine ise, gizli bilgiler ve ibâdetler öğretmiştir. Bekara sûresinin ikiyüzseksenikinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Allahdan korkunuz! Böylece, size çok şeyler öğretir) buyuruldu. Bu (çok şeyler), ilâhî marifetler, gizli bilgilerdir. Hadis-i şerifte, (İlmin, inceleri ve gizlileri vardır. Bunları ancak Allah adamları bilir. Bildiklerini söylerlerse, câhiller bunlara inanmazlar) buyuruldu.

İmâm-ı Kastalânînin (Mevâhib) kitabında yazılı olan mîraç hadisinde, (Rabbim bana başka başka üç ilim bildirdi. Birinci ilmi kimseye bildirme dedi. Çünkü, bu ilmi benden başka hiç kimse anlıyamaz. İkinci ilmi, dilediğine bildirebilirsin dedi. Üçüncü ilmi, ümmetinin hepsine bildir dedi) buyuruldu. Görülüyor ki, Resûlullah, Allahü teâlânın bana bildirdiği ilim, yalnız ümmetin hepsine bildirilmesi emrolunan ilimdir buyurmadı. Hak olan başka iki ilim daha bulunduğunu haber verdi. Resûlullahın, dilediğine bildirmesi için izin verilen, ikinci ilim (Vilâyet) yâni evliyâlık, tasavvuf ilmidir. Bu ilim, islâmiyetin bâtınını ve hakîkatini bildirmektedir. Bu ilim, ancak takvâ ile elde edilir. Kehf sûresinde, Hızır aleyhisselâm için, (Ona Bizden ilim verildi) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, (Vilâyet ilmi)ni bildirmektedir. Herkese bildirilmesi emrolunan (Fıkh bilgileri), Resûlullahın mübârek sözlerinden ve hareketlerinden alınmış olduğu gibi, vilâyet marifetleri de, Onun mübârek kalbinden çıkıp, kalblere akmaktadır. Bunun içindir ki, Ebû Hüreyre, (Resûlullahdan iki ilim aldım. Birisini sizlere bildirdim. İkincisini bildirmiş olsam, anlıyamaz, beni öldürürsünüz) dedi. Birincisi, (İlm-i zâhir)dir. İkincisi (İlm-i bâtın)dır. Bunu ancak, Evliyâ ve Sıddîklar bilir.

Tasavvufcular, bâtın ilmine kavuşmak için, riyâzetler çekiyor, mücâhedeler yapıyorlar. İlm-i zâhirde, sahte, yalancı ilim adamları olduğu gibi, sahte, bozuk kimseler, tasavvufcu kılığına girmişler, bu mübârek yolu, dünya çıkarlarına âlet etmişlerdir. Bu yalancılardan sakınmak, tuzaklarına düşmemek için, onları tanımak lâzımdır. Bunun için de, islâmiyeti iyi öğrenmek lâzımdır. Doğru ile bozuğu ayıran biricik mi'yâr islâmiyettir. İslâmiyete uyan bir kimse, tasavvuf yolunda da çalışırsa çok iyidir. Fakat, bu yolda ilerlemek için, kâmil olan Rehberin kontrolü lâzımdır. Kâmil olan Rehber, kalb ve ruh mütehassısıdır. Tâlibin kalbindeki hastalığı anlıyarak, ona uygun olan riyâzeti ve zikri seçer, yaptırır. Bekara sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Kalblerinde hastalık vardır) buyuruldu. Bu hastalığın tedâvîsi, Resûlullahın sohbeti ile oluyordu. Başkaca bir riyâzete, sıkıntıya lüzûm kalmıyordu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, o sohbetin bereketi ile Resûlullahın mübârek kalbinden feyz aldılar. Tasavvufun en yüksek derecelerine kavuştular. Kendilerinden sonra gelen Evliyânın hepsinden daha yüksek oldular. Onlardan sonra gelenler, Resûlullahın sohbetine kavuşamadıkları için, riyâzetler, sıkıntılar çekerek, kalb hastalıklarından kurtulmaya çalışmışlardır. İlm-i bâtın, ilm-i zâhirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşanlara, (Ulemâ-i râsihîn) denir. Resûlullaha vâris olan ulemâ, yalnız bunlardır. Riyâzet, sıkıntı çekerek, kalblerini tedâvî edenler, ilm-i bâtına kavuşunca, riyâzeti bırakırlar. Yalnız farzları, sünnetleri yaparlar. Eshâb-ı kirâm gibi bâtınları ile de, kalbleri ile de, ibâdet ederler. Pazarda alış veriş etmeleri onların bâtın ibâdetlerine zarar vermez. Allahü teâlâyı bir ân unutmazlar. Kur'an-ı kerimde, bunlar övüldü. Nûr sûresi, otuzyedinci âyetinde meâlen, (Alış verişleri, Allahı unutturmaz!) buyuruldu. Eshâb-ı kirâm riyâzet çekmeden bu dereceye kolayca ve az zamanda yükseldiler. Hz. Ömer, ilk sohbetinde yükseldi. Eshâb-ı kirâma riyâzet çekmeleri için izin verilseydi, din âlimleri, mezhep imamları, onların riyâzetlerini kitaplarına yazarak, bütün müslümanların böyle yapmaları lâzım olurdu.

Hadis âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah Hâkim Nişâpûrînin (Müstedrek) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte, (Deccâlın zamanında bulunan müminlerin gıdâsı, meleklerin gıdâsı gibi, tesbîh ve taktîs etmek olur. Allahü teâlâ, o zaman tesbîh ve taktîs edenlerin açlığını giderir) buyuruldu. Bu da gösteriyor ki, Allahü teâlâ, dilediği kullarına öyle hâl verir ki, yimeye, içmeye ihtiyaçları kalmaz. Deccâl zamanında, bütün müminlere bu hâli ihsân edecektir. Deccâlın fitnelerinden biri şudur ki, uğradığı şehirlere, (Bana ibâdet ediniz, bana uyunuz!) diyecek. Ona uyarlarsa, göke emrederek yağmur yağacak, yere emrederek, ekin çıkacaktır. Ona uymazlarsa, emredip, hiç yağmur yağmıyacak ve yerden ot bitmiyecektir. Herkes aç kalacaktır. Hadis-i şerif, bu fitnenin müminlere zarar vermiyeceğini bildiriyor. Müminler tesbîh ve taktîs okuyarak, açlık duymıyacaklardır. [Hâkim-i Nişâpûrî 405 [m. 1014] de Nişâpûrda vefât etmiştir.]

Zühd, sabr, riyâzet, açlık gibi sıkıntı çekmenin islâmiyete uymadığını zannetmemelidir. Çünkü islâmiyet, bedene eziyyet ve zarar veren şeyleri yasak etmiştir. Bu riyâzetler, tasavvufculara zarar vermemektedir. Bunlar da, islâmiyetin her hükmü gibi, Resûlullahdan gelen İslâm dîninden bir parçadırlar. Bu işleri ve bunları yapan Evliyâyı inkâr etmek, dînin bir parçasını inkârdır.

Tasavvufcular riyâzet yapıyor diyerek, bunları Peygamberlerden, hattâ Eshâb-ı kirâmdan daha üstün sanmamalı ve daha üstün tutmamalıdır. Evliyânın hiçbirine de dil uzatmamalıdır. Evliyânın büyüklüğünü anlıyamadığı için, kusuru kendinde bilmelidir. Hadis-i şerifte, (Kendi ayblarını, kusurlarını düşünmekten, başkalarının ayblarını araştırmıyana müjdeler olsun!) buyuruldu. Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyurdu ki, (Günahların en kötüsü, müslümana kötü gözle bakmaktır. İnsanların çoğu, bunu günahtan saymazlar. Tevbesini hiç yapmazlar). Bir kimse, Evliyânın hepsine hüsn-i zannedip, övse, yalnız bir Velîyi, dînimize uygun bir sebep göstermeden kötülese, o hüsn-i zanlarının hiç faydası olmaz. Evliyânın hepsini tasdik etmiyen kimse, Velî olamaz. Allahü teâlânın bir Velîsini, kötü gözle bakarak inciten kimse, dînin bir parçasını kötülemiş olur. Muhammed Ebül-mevâhib-i Şâzilî buyurdu ki, (Zamanındaki Evliyâya saygılı olmayan, Evliyâ defterinden silinir hemân). Muhyiddîn-i Arabî buyurdu ki, (Evliyâya ve ilmi ile âmil olanlara düşmanlığın küfür olduğunu, büyüklerin çoğu bildirmiştir). Abdülvehhâb-i Şa'rânînin üstâdı, Aliy-yül-havâs buyurdu ki, (Evliyâdan ve ulemâdan birine düşman olandan uzaklaşmak lâzımdır). Velîye ve âlime karşı gelmek, dalâlettir. Kendini helâk etmektir.

Allahü teâlânın Velîleri, ilmi ile âmil olan âlimlerdir. Bunlardan ölü veya diri olan birisini dil veya kalb ile inkâr etmek, açık bir küfürdür. İnkâr edenin kâfir olacağını bütün müslümanlar sözbirliği ile bildirmişlerdir. Müslümanların bütün mezheplerine göre kâfir olurlar. Çünkü, dîn-i islâmı inkâr etmektir. Câhil ve ahmak olduğu için, bu inkârını anlamamaktadır. Bâtıl ve bid'at olan birşeyi ve kendine göre çirkin olan birşeyi inkâr ettiğini zannetmektedir. Velînin işini ve sözünü böyle sanarak, bu tehlikeye düşmekte, ona fâsık veya kâfir, zındık demektedir. Hâlbuki, Allahın Velîsi, bunun kötülediği şeylerden çok uzaktır. Sözleri ve işleri islâmiyete uygundur. Tâat ve kurbettir. O câhil ise, inat etmekte, Evliyânın ilimlerini, sıddîkların marifetlerini anlamamaktadır. Kalbi ölmüş. Hakîkati göremiyor. Küfür veya dalâlet, ilhâd ve zındıklık çukuruna kendisi batmıştır. Tevhîd ehli olduğunu, tâat yaptığını, insanlara ilim ve feyz verdiğini sanıyor. Kıyâmet günü küfrünün cezâsını bulacak, zulmlerinin, iftirâlarının azâblarını çekecektir. Dünyada kendine ve benzerlerine kâfir demiyor. Çünkü, hepsi inkârda ortaktırlar. Kendilerini müslüman sanıyorlar. Hâlbuki, müslümanlar, bunların kâfir olduklarını bilmektedir. Çünkü müslümanlar, Allahü teâlânın Evliyâsına inanıyorlar. Onların doğru hâllerine inanıyorlar. İnkâr edenlerin anlamamaları, bilmemeleri özr olmaz. Çünkü, dînini bilmemek özr değildir. Bunların Evliyâyı bilmemeleri, yahudilerin, hıristiyanların ve mecûsîlerin ve putlara tapanların, Muhammed aleyhisselâmın hak dînini bilmemeleri gibidir. Onların bilmemeleri özr olmadığı gibi, bunların bilmemesi de özr olmaz.

Allahü teâlânın Evliyâsını inkâr etmek, islâm dîninin herhangi bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. İslâmiyeti inkâr eden mürtede yapılan cezânın, Evliyâyı inkâr eden kâfire de yapılması lâzımdır. Önce, bu inkârından vazgeçmesini, tevbe etmesini isteriz.

Evliyâ ve Peygamberler, ne kadar yüksek olurlarsa olsunlar, Allaha kul olmaktan kurtulamazlar. Hârika, kerâmet hâsıl olmasında, kulların hiç te'sîri olmadığı gibi, âdet üzere yaratılmakta olan şeylerde de, te'sîrleri yoktur. Herşeyi, yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Evliyânın ve Peygamberlerin, hiçbirşeyin yaratılmasında te'sîrleri olmaz. Fakat Allahü teâlâ, Evliyâsını ve Peygamberlerini, başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği nîmetlerini, bunlara ihsân etmiştir. Allahü teâlâ, her insanın istekli işlerini, insanların istemelerinden sonra, dilerse yaratmaktadır. İnsanların istediği şeyleri, O istemezse yaratmaz. İnsanların istedikleri bazı şeyleri, O da hep istemekte ve hep yaratmaktadır. Meselâ, insan kolunu kaldırmak, gözünü kırpmak isteyince, O da hemen istemekte ve hemen onun kolunu kaldırmaktadır. İstememesi pek nâdirdir. İnsanların bazı isteklerini ise, O nâdiren istemekte ve yapmakta ve çok zaman istemeyip yapmamaktadır. Dünyadaki isteklerimizin çoğu böyledir. Fakat bu da, insandan insana değişmekte olduğu hergün görülmektedir. İşte Allahü teâlâ, Evliyâsının ve Peygamberlerinin isteklerinin çoğunu, kol kaldırmak ve göz kırpmak gibi, hemen dilemekte ve yaratmaktadır. Bu onlara karşı, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Burada, Evliyânın birbirlerine göre farkları olduğu gibi, hiçbir Velî, hiçbir Peygamber derecesine varamaz. Hiçbiri dünyaya değer vermedikleri için, Allahü teâlâdan dünya için birşey istemezler. Dünyadan her istedikleri de âhıret için ve Allah içindir. (Hadîka) kitabından tercüme burada tamam oldu.

Allahü teâlânın Evliyâsı mezhepsizlerin türeyeceklerini ve Evliyâyı inkâr edeceklerini, yüzlerce sene önce, kerâmet olarak anlamışlar. Sapık, hattâ kâfir olacaklarını bildirmişler. Müslümanların, bunlara aldanmamaları için lâzım olan herşeyi yazmışlardır. Evliyâya inanmak için yalnız bu açık kerâmetleri yetişmez mi?

Anasayfaya dön Kapak Sayfası
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri

Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.