24- Ölü fayda vermez sorusuna cevaplar

24- Ölü duymaz, fâide vermez. Ondan birşey istemek şirk olur diyor. Bunaa  (Minhat-ül Vehbiyye) kitâbından cevâb verilmektedir.

24 - Bu vehhâbî kitabının dörtyüzonaltıncı sayfasında, (İbrâhîm Neha'î, Allahü teâlâya, sonra sana sığınırım demek câiz olur dedi ise de, bu söz diri ve hazır olup birşey yapmaya gücü yeten ve sebep olan kimse için söylenir. Ölüler his etmez, duymaz, fayda ve zarar yapmaya güçleri yoktur. Ölülere ve gâib olan dirilere karşı böyle söylenmez. Ölülere herhangi bir sûretle bağlanmak câiz değildir. Böyle olduğunu, Kur'an açıkça bildiriyor. Ölülerden birşey istemek, yâhut onlara birşey söyliyerek değer vermek, kalbi ile veya bir iş yapmakla bağlanmak, onları ilâh, mâbut, tanrı yapmak olur) diyor.

Bu saçma yazıları ile, Kur'an-ı kerime de iftirâ etmektedir. İslâm âlimleri bu sapık yazılara, âyet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle cevap vermişler. Bunların aldandıklarını ve gençleri aldatarak felakete sürüklemekte olduklarını isbât etmişlerdir. Bu kıymetli kitaplardan Seyyid Dâvüd bin Süleymânın (Minhat-ül-vehbiyye fî redd-il-vehhâbiyye) kitabı, ofset yolu ile, 1389 [m. 1969] da İstanbulda bastırılmıştır. 1973 de ikinci, 1990 da üçüncü baskısı yapılmıştır. Arabî olan bu kitap, ilk olarak 1305 hicrî yılında, Bombayda basılmıştı. Seyyid Dâvüd, derin âlim, büyük Velî, kerâmetler sahibi olan mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin talebesi olup, 1222 de Bağdâdda tevellüd ve 1299 [m. 1881] da orada vefât etti. Hâl tercümesi (Müncid) lügat kitabında (Hâlidî) isminde yazılıdır. İbrâhîm Neha'î İmâm-ı a'zamın hocasının hocasıdır. 96 da Kûfede vefât etti. (Minhat-ül-vehbiyye) kitabında diyor ki:

Ehl-i sünnet îtikatından ve mezheplerden ayrılanlar, bugünlerde çoğalmaktadır. Bu sapıklar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine müşrik diyorlar. Bu mübârek ümmeti öldürmeli, mallarını almalı diyorlar. Bunlar, böylece, felakete sürükleniyorlar. Allahü teâlânın yardımı ile, bu sapıkları, şu küçük kitabımla red etmeye, yazılarının bozukluğunu isbât etmeye kalkıştım. Bunu okuyarak, belki yanıldıklarını anlar, hidâyete kavuşurlar. Böylece, büyük bir hizmet etmiş olurum.

Peygamberleri ve sâlih kullardan Evliyâyı vâsıta yaparak, onları şefaatcı kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmaya ve Allahü teâlânın kerâmet olarak onlara verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeye ve Allahü teâlânın bir dileğe kavuşturması veya bu sıkıntıdan kurtarması için, kabirlerine gidip, onlardan şefaat istemeye inanmıyanlar, insan ölüp, toprak olunca, işitmez, görmez, kabir hayatı diye birşey yoktur diyorlar. Dünyada birşeye kavuşmak için, diriler sebep yapıldığı hâlde, ölülerin de, birşeye kavuşmak için sebep yapılmasına bir türlü inanmıyorlar. Eğer, ölülerin kabir hayatı denilen bir hayat ile diri olduklarına ve bu hayatlarından dolayı, bildiklerine, işittiklerine, gördüklerine ve kendilerini ziyâret edenleri tanıdıklarına, selâm verenlere karşılık selâm verdiklerine ve birbirlerini ziyâret ettiklerine, kabirde nîmet veya azâb içinde olduklarına ve nîmetim ve azâbın, ruh ile bedene birlikte olduğuna ve tanıdıkları dirilerin yaptıkları işlerin kendilerine bildirildiğine ve iyi işleri öğrenince, Allahü teâlâya hamd edip birbirlerine müjde verdiklerine ve işi yapana duâ ettiklerine, kötü işleri öğrenince, bunları yapanlara duâ ederek yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmak nasip et! Bize yaptığın gibi, onlara da hidâyet nasip eyle dediklerine inansalardı, böyle inkâr etmezlerdi. Çünkü ölmek, bir evden, başka bir eve göç etmektir. Bu bildirdiklerimizin hepsinin doğru olduklarını, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ve icmâ'ı ümmet bildirmektedir. Bunlara inanmıyan, îman edilmesi vâcib olan birşeye inanmamış olup, bid'at fırkalarından olur. Resûlullahın sünnetinden ayrılmış olur. Çünkü, Mahşer yerinde toplanmak için dirilip, mezardan çıkmaya inanmak, îmanın altı şartından biridir. Buna inanmıyan kâfir olur. Ölüler için kabir hayatı olup, nîmeti ve azâbı duyduklarına inanmamak, küçük kıyâmete inanmamaktır. Küçük kıyâmet, büyük kıyâmetin örneğidir.

[Kabir azâbına inanmıyan câhiller, (Mezarda bedenler çürümüştür. Organlar kalmamıştır. Duymazlar, görmezler. Bedene azâb ve nîmet olmaz) diyorlar. Buna deriz ki, ruhun ölmediğine siz de inanıyorsunuz. Bunun için, onun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmalısınız. Böyle olunca, ruhdan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta olmasını beklemeye, karşı olmamanız Îcap eder. Çünkü, bütün dinler, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildirmektedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı red edilmez. Bunu, iyi düşünemediği için, ölüden bir yardım beklenemez. Allahü teâlânın birşeyi yaratması için, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ruhlarından yardım bekliyen, onlardan şefaat istiyen kâfir olur, müşrik olur diyorlar.

Osmanlı devletinde yetişmiş olan âlimlerin büyüklerinden Ehî-zade Abdülhalîm bin Muhammed, (Es-sâdât fî-isbât-il-kerâmeti lil-Evliyâ-i hâlel-hayat ve ba'del memât) kitabında, Allahü teâlânın Evliyâya kerâmet verdiğini, kerâmetlerin öldükten sonra da devam ettiğini vesikalarla isbât etmektedir. Abdülhalîm efendi, 1013 [m. 1604] de vefât etmiştir. Merginânînin (Hidâye)sine yaptığı şerh ile (Eşbâh)a tâlîkı ve (Dürer ve Gurer) hâşiyeleri çok kıymetlidir. Sa'düddîn-i Teftâzânî [Teftâzânî Mes'ûd 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etti.] (Akâid-i Nesefiyye) şerhinde, Evliyânın kerâmetlerini uzun yazmıştır. Birçok âlimler, bu şerh üzerine hâşiyeler yapmışlardır. Bunlardan biri, Hindistân âlimlerinden Abdülazîz Ferhârînin (Nebrâs) ismindeki arabî şerhidir. Buna da, Muhammed Berhurdâr Mültânî çok kıymetli bir hâşiye yapmıştır. Bunun 476. sayfasında diyor ki, (Kerâmetin mevcut olduğunu isbât eden vesikaların en kuvvetlisi, Eshâb-ı kirâmın çoğundan hâsıl olan kerâmetlerdir. Bunları bildiren çeşidli kitaplar arasında, imam-ı Câfer Müstagfirînin (Delâil-ün-nübüvve) kitabıdır. Mu'tezile sapık fırkasında olanlar, kerâmeti inkâr etti ise de, Ehl-i sünnet âlimleri bunlara uzun cevaplar vermişlerdir). Abdülazîz Ferhârî 1239 [m. 1824] de Hindistânda, imam-ı Câfer Müstagfirî Nesefî de, 432 [m. 1041] de vefât etmişlerdir.

Şimdi, Sü'ûdî Arabistân hükûmetinin dünyaya vehhâbîliği yaymak için propaganda genel müdürlüğü kurduğunu, bunun için, her sene milyonlarca altın lira dağıttığını haber alıyoruz. Her memlekette bulunan, dînini, vicdânını satabilecek birkaç soysuz, beyinsiz kimse, paraya kavuşmak için, birçoğu da islâmiyeti bilmediğinden, yalanlara aldanarak, dinde reform akıntısına kapıldığı için, mezhepsizlik dellâllığı yapmakta, gençleri zehirlemekte, felakete sürüklemektedir. Kendilerini din adamı tanıtan bu câhiller, âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri tanımıyorlar. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiîn-i ızâmın sözlerini bilmiyorlar. Koyu câhildirler. Biraz arabca öğrenince, kendini âlim zannetmek, katmerli câhil olmak alâmetidir. Böyle kimse, okuyup öğrenmeye, adam olmaya özenmez. Aldıkları altınlarla, zevk ve safâya dalar. Dinden de, dünya bilgilerinden de habersiz kalır. Zevallı gençler, böyle kimseyi din adamı, hem de âlim sanır. İslâmiyeti yıkan, kemiren, bunlardır. Din adamı ismi altında, müslümanların başına geçmeleri ise, büyük felaket olur. Böyle câhil kalanlar, din bilgisi diyerek, kısa akıllarına, boş kafalarına gelen hayâlleri yazarlar. Sapıktır ve başkalarını da saptırmaktadırlar. Buhârîdeki hadis-i şerif, bunların türeyeceklerini haber vermektedir.]

Kabirde, hem ruha, hem de bedene nîmet ve azâb vardır. Buna, böylece inanmak lâzımdır. İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî 135-189 [m. 805], (Akâid-i Şeybâniyye) manzûmesinde, (Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı, hem ruha, hem de bedene olacaktır) buyurdu. Yâni, kabirde nîmetler ve azâblar, ruha ve cesede birlikte olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lâzımdır. Gaybe îman etmek lâzımdır. Buna inanmamak, kıyâmet günü olan (ba's) yâni, mezardan kalkmaya inanmamaya yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur. İnsan kabir azâbını, diri iken anlıyamıyor ise de, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve bu ümmetin önce gelenleri, kabir azâbı olacağını haber vermişlerdir. Bu haberleri aşağıda ayrı ayrı bildireceğiz. Sonra, Allahü teâlânın sevdiği kullarının mezarlarından şefaat ve Allahü teâlânın yaratması için vâsıta, vesîle olmalarını istemek câiz olduğunu gösteren hadis-i şerifleri bildireceğiz. Bunları okuyup anlıyanlar, ölülerin kendilerinin birşey yapmadıklarını, mezhepsizlerin iftirâ ettikleri gibi, onlardan birşey yapmalarının istenilmediğini göreceklerdir. Bunlar, dirilerin hareket ettiklerini, iş yaptıklarını görerek, bunlardan yardım, şefaat istiyenlerin bunların kendilerinden istediklerini sanıyorlar. Hâlbuki, dirilerden istemek de, bunların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmalarını istemektir. Herşeyi yaratan, yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Diri de, ölü de, canlı da, cansız da, Onun yaratmasına sebep olmaktadır. Onun yaratmasına, mahlûkların sebep olmalarını, yine O dilemiştir. Âlemin nizâmlı, düzenli olması için, birçok şeyi, sebep ile yaratmak istemiştir. Dilediği birçok şeyi de, sebepsiz yaratmaktadır.

Peygamberler ve Evliyâ mezarlarında, kabir hayatı denilen, bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermiştir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikrâm, ihsân yapmaktadır. Onların hurmeti için, istenileni yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebep olmaları onlardan istenir. Mezhepsizlerin, Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar demeleri yalandır. Müslümanlara iftirâdır. Birkaç câhil veya dinsiz, sâf köylüleri soymak, dünya menfaati sağlamak için, islâmiyete uymıyan, kötü iş yapabilir. İslâm bilgileri, islâm ahlâkı, bir memlekette azalırsa, böyle zındıkların, sapıkların türeyecekleri belli bir şeydir. Bunları behâne ederek, mezhepsizliği savunmak yerine, bu bozuk işleri düzeltmek, yıkıcı değil, yapıcı olmak Îcap eder. Müslümanlar arasında, kabir hayatına ve kabirde nîmet ve azâblar olduğuna inanıp da, Peygamberlerin ve Evliyânın öldükten sonra, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacaklarına inanmıyanlar var. Yâhut, Allahü teâlânın yaratmasını düşünmeden yalnız onlardan isteniliyor, onlardan şefaat istenmesi, dileklerin onlar vâsıtası ile elde edilmesi, islâmiyette bildirilmemiştir diyenler de vardır. Böyle söyliyenler, kabir hayatına inanmıyanlar kadar zararlı değildir. Bunlar, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bilmedikleri için yâhut inat ederek böyle söyliyorlar. Müslümanların inatçı olmaması, doğru sözü kabûl etmesi lâzımdır. Cevaplarımızı sekiz kısm hâlinde bildireceğiz.

Birinci kısm: Peygamberler kabirlerinde diridirler. Diri olmaları, sözde değildir. Tâm diridirler. İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar, Rablerinin yanında diridirler. Rızklandırılmaktadırlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, şehitlerin diri olduklarını bildiriyor. Şehitler, başka müslümanlar gibidirler. Onlardan bir üstünlükleri yoktur. Peygamberler, şehitlerden elbet daha ileride ve daha üstündür. İslâm âlimlerine göre, her Peygamber, şehit olarak ölmüştür. Bunu bilmiyen yoktur. Burhâneddîn Ali Halebî, [Ali Halebî şâfi'î 1044 [m. 1634] de Mısrda vefât etti.] (İnsân-ül'uyûn) ismindeki (Siyer) kitabında, derecesi aşağı olanda, derecesi yukarı olanda bulunmıyan bir üstünlük bulunabilir diyor ise de, bu sözün burada yeri yoktur. Çünkü bu söz, âyet-i kerimede veya hadis-i şerifte açıkça bildirilmemiş olan üstünlük içindir. Peygamberlerin şehit oldukları, hadis-i şerifler ile bildirilmiş olduğu için, Halebînin sözü, burada düşünülemez. Buhârîde ve Müslimde bildirilen hadis-i şerifte, (Mîraç gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakta namaz kılıyordu) buyuruldu. Beyhekînin ve başkalarının bildirdikleri bir hadis-i şerifte, (Peygamberler, mezarlarında diridirler. Namaz kılarlar) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ toprağın Peygamberleri çürütmesini haram etmiştir) buyuruldu. Bunun doğru olduğunu, âlimler sözbirliği ile bildirmektedir. Buhârîde ve Müslimde, (Allahü teâlâ, Mîraç gecesinde, bütün Peygamberleri, Peygamberimize gönderdi. Onlara imam olup, iki rekât namaz kıldılar) yazılıdır. Namaz kılmak, rükû' ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, ceset ile, beden ile kıldıklarını gösteriyor. Mûsâ aleyhisselâmın, kabrinde namaz kılması da, bunu göstermektedir. (Mişkât) kitabının son cildinde, (Mîraç) bâbının birinci faslı sonunda, Müslimden alarak Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Kâbenin yanında, Kureyş kâfirleri, bana Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular. Oralara dikkat etmemiştim. Çok sıkıldım. Allahü teâlâ bana gösterdi. Kendimi Peygamberler arasında gördüm. Mûsâ aleyhisselâm, ayakta namaz kılıyordu, zayıf idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen'e kabîlesinden bir yiğit gibi idi. Îsâ aleyhisselâm, Urve bin Mes'ûd Sekafîye benziyordu) buyuruldu. Şen'e, Yemende bulunan bir kabîlenin ismidir. Bu hadis-i şerifler, Peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını gösteriyor. Onların cesedleri [bedenleri], ruhları gibi latîf olmuştur. Kesîf, katı değildir. Madde ve ruh âleminde görünebilirler. Bunun için Peygamberler, ruhları ve bedenleri ile görünebilirler. Hadis-i şerifte, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın, namaz kıldıkları bildiriliyor. Namaz kılmak, çeşidli hareketler yapmaktır. Bu hareketler, beden ile olur. Ruh ile olmaz. Mûsâ aleyhisselâmı, orta boylu, eti az, zayıf, saçları toplu gördüm buyurması, ruhunu değil, bedenini gördüğünü gösteriyor. Peygamberler, başka insanlar gibi ölmez. Geçici olan dünyadan, sonsuz kalıcı olan âhırete göç ederler. İmâm-ı Beyhekî (Îtikat) kitabında buyuruyor ki, Peygamberler, mezara konduktan sonra ruhları bedenlerine geri verilir. Biz onları göremeyiz. Melekler gibi, görünmez olurlar. Yalnız, Allahü teâlânın kerâmet olarak ihsân ettiği seçilmiş kimseler görebilir. İmâm-ı Süyûtî de böyle bildirmiştir. İmâm-ı Nevevî ve Sübkî ve İmâm-ı Kurtubî üstâdından böyle haber vermişlerdir. [İmâm-ı Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrda, imam-ı Ebül-Hasen Ali Sübkî 756 [m. 1355[ da Mısrda, Muhammed Kurtubî 671 [m. 1272] de vefât etmişlerdir.] Hanbelî âlimlerinden ibni Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-Ruh)da, onun bu haberini yazmaktadır. Şâfi'î âlimlerinden ibni Hacer-i Hiytemî ve Şemsüddîn-i Remlî ve kâdı Zekeriyyâ ve hanefî âlimlerinden Ekmelüddîn ve Şernblâlî ve mâlikî âlimlerinden ibni Ebî Cemre ve talebesi İbnülhâc (Medhal) kitabında ve İbrâhîm Lakânî (Cevheret-üt-tevhîd) kitabında ve daha birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. [İbni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de, İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de, Şemsüddîn Muhammed Remlî 1004 [m. 1596] de, Kâdı Muhammed Zekeriyyâ 926 [m. 1520] da Mısrda vefât etmişlerdir.] Hicretin altmışbirinci senesinde (Harre) olayında Yezîdin adamları Medîne-i münevverede işkence yaptıkları gün, Saîd bin Müseyyib diyor ki, Mescid-i nebîde ezan okunamaz, namaz kılınamaz olunca, (Hucre-i nebeviyye)den ezan ve ikâmet sesi işitildi. Bunu, ibni Teymiyye de, (İktizâ-üs-Sırât-il-müstakîm) kitabında yazmaktadır. Çok kimse, selâmlara, Kabr-i saadetten cevap verildiğini, çok zaman işitmişlerdir. Başka kabirlerden de, selâmlara cevap verildiği, çok işitilmiştir. Bunu ileride, bildireceğiz. Peygamberlerin mezarlarında diri oldukları sözbirliği ile bildirilmiş olduğu anlaşıldı. Sahih hadiste, (Bana selâm verilince, Allahü teâlâ, ruhumu geri gönderip, ona cevap veririm) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, yukarıda bildirilenlere uygun olmuyor denilemez. Yâni, mübârek ruhunun cesed-i şerifinden ayrıldığını, selâm verilince geri verildiğini gösteriyor denilemez. Böyle söyliyenlere karşı, âlimler çeşidli cevaplar vermiştir. İmâm-ı Süyûtî, bu cevaplardan onyedisini bildiriyor. Bu cevapların en güzeli, Resûlullah, cemâl-i ilâhîyi görmeye dalmıştır. Bedendeki duyguları unutmuştur. Bir müslüman selâm verince, mübârek ruhu, bu dalgınlıktan ayrılıp, beden duygularını alır. Dünyada, böyle olanlar da az değildir. Bir dünya işi veya âhıret işi, aşırı düşünülürken, insan yanında konuşulanı duymaz. Cemâl-i ilâhîye dalan kimse, bir sesi işitebilir mi?

Resûlullah uykuda ve uyanık iken görülebilir mi? Görülebilirse, görünen, kendisi midir, benzeri midir? Âlimlerimiz, buna çeşidli cevap verdiler. Kabirde diri olduğunu, sözbirliği ile bildirdikten sonra, kendisinin görüldüğünü çoğunlukla beyan buyurmuşlardır. Böyle olduğu, hadis-i şeriflerden de anlaşılmaktadır. Bir hadis-i şerifte, (Beni rü'yâda gören uyanık iken görmüş gibidir) buyuruldu. Bunun için, imam-ı Nevevî hazretleri, Onu rü'yâda görmek, tâm kendisini görmektir dedi. Nitekim, Abdürraüf Münâvînin, [Münâvî 1031 [m. 1621] de Kahirede vefât etti.] (Künûz-üd-dekâık) kitabında yazdığı ve Buhârîde ve Müslimde bulunduğunu bildirdiği hadis-i şerifte, (Beni rü'yâda gören doğru görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez) buyuruldu. Rü'yâda benzeri görülmüş olsaydı, doğru olarak görülmüş olmazdı. İbrâhîm Lakânî, (Cevheret-üt-tevhîd) kitabında diyor ki, hadis âlimleri, Resûlullahın uyanık iken de, rü'yada da görülebileceğini, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Görülen, kendisi midir, benzeri midir, bunda ayrılmışlardır. Çokları, kendisidir dedi. İmâm-ı Gazâlî ve Ahmed Karâfî ve birkaç âlim ise, benzeridir dedi. Kendisi görülür diyenler çoğunluktadır. İçlerinde otuzdan çok hadis imamı, büyük âlimler vardır. Herbirinin senetlerini, vesikalarını, ayrı bir kitapta bildirdim. [Ekmelüddîn Muhammed Bâbertî 786 [m. 1384] da, Şernblâlî Hasen 1069 [m. 1658] da Mısrda, Abdüllah ibni Ebî Cemre 675 [m. 1276] de ve Muhammed ibnülhâc Fâsî 737 [m. 1337] de ve İbrâhîm Lakânî 1041 [m. 1632] de ve Ahmed Şihâbüddîn Karâfî 684 [m. 1285] de vefât etmişlerdir.]

İkinci kısm: Ölülerin işitmelerine ve görmelerine gelince, şehitlerin, kabirlerinde diri oldukları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmiştir. Velîler, Allahü teâlânın, kerâmet olarak ihsân etmesi ile, işitir ve görürler. Allahü teâlâ, sevdiği kulları için, âdetinin, kanûnlarının dışında şeyler yaratır. Önce Peygamberlerin ve hele bunların en yükseği olan Muhammed aleyhisselâmın ve şehitlerin ve Velîlerin, mezarlarında işittiklerine ve görmelerine inanmıyan câhilleri susturmak için, kâfirlerin bile mezarda duyduklarını ve işittiklerini bildireceğiz. Buhârînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Meyyit mezara konup, mezar başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir) buyuruldu. Buhârîde ve Müslimde yazılı olan hadis-i şerifte, Bedrde öldürülen kâfirlerin, birkaç gün sonra, bir çukura konulması emrolundu. Bundan da birkaç gün sonra, Resûlullah çukurun başına gelip durdu. Çukurdakilere, ismlerini ve babalarının ismlerini birer birer söyliyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hz. Ömer bunu işitince, (Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söyliyorsun?) deyince, Resûlullah, (Beni doğru Peygamber olarak gönderen Rabbimin hakkı için söyliyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. Buhârînin ve Müslimin bildirdikleri hadis-i şerifte, (Meyyit, yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından azâb duyar) buyuruldu. İmâm-ı Nevevî, Müslim kitabını açıklarken, bu hadis-i şerif için, (Meyyit, yakınlarının bağırarak ağlamasından azâb duyar ve onlara gücenir) dedi. Muhammed bin Cerîr Taberî de böyle söyledi. Kâdı Iyâd da, en iyi söz budur diyerek, Resûlullahın, oğlu için yüksek sesle ağlıyan bir kadını susturduğunu bildirdi. (Ey müslümanlar! Mezardaki kardeşlerinize yüksek sesle ağlıyarak, onları incitmeyiniz!) buyurdu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, meyyit, yakınlarının ağlamalarını işitmektedir. Bununla incinmekte ve azâb duymaktadır. [Muhammed bin Cerîr 310 [m. 923] da Bağdâdda, Kâdı Iyâd Mâlikî 544 [m. 1150] de Merrâküşte vefât etti.]

Resûlullah buyurdu ki, (Mezarda olanlara selâm vereceğiniz zaman, esselâmü aleyküm deyiniz!) Bunun için, (Esselâmü aleyküm! Yâ ehle dâril-kavmil müminin) denir. Böyle selâmın da, işiten ve anlıyan kimseye söyleneceği belli birşeydir. İşitmeselerdi, yokluğa ve taşa selâm vermek olurdu. Selef, yâni, islâmın büyük âlimleri, böyle selâm verileceğini, sözbirliği ile bildirdiler.

Üçüncü kısm: Meyyit, kendini ziyârete gelenleri tanır. Ebû Bekr Abdüllah bin Ebiddünyâ, (Kitap-ül-kubûr)da diyor ki, Hz. Âişenin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu. Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, tanıdığının mezarı başına gidip selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir. Tanımadığı kimsenin kabrine gidip selâm verince, meyyit selâmına cevap verir) buyuruldu. Yûsüf ibni Abdülberr ve (Ahkâm) kitabının sahibi olan Abdülhak, bu hadis-i şerif için sahihdir dediler. İbni Kayyım-ı Cevziyye, bu hadis-i şerifi (Kitap-ür-Ruh)da bildiriyor. Sonra çeşidli haberleri de yazıp, burada yazacak daha birçok haberler vardır diyor. Hadis-i şeriflerde, ziyâret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyâret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyâret kelimesi, tanıyan ve anlıyan kimselerin buluşmasında kullanılır. (Selâmün aleyküm) de anlıyan kimseye söylenir. Bir kimse, kabre yakın bir yerde namaz kılarsa, meyyitler bunu görür. Namaz kıldığını anlar ve imrenirler. Yezîd bin Hârûn Sülemî diyor ki: İbni Sâseb, bir cenâzede bulundu. Bir mezar yanında iki rekât namaz kıldı. Sonra kabre dayandı. Diyor ki, vallahi uyanıktım. Kabirden bir ses işittim. (Beni incitme! Siz ibâdet yaparsınız, fakat işitmezsiniz, bilmezsiniz. Biz ise biliriz. Fakat hareket edemeyiz. Bana göre, şu kıldığın iki rekâttan daha kıymetli birşey yoktur) dedi. Meyyit, İbni Sâsebin kabre dayandığını ve namaz kıldığını anlamıştı. İbni Kayyım, bunu bildirdikten sonra, meyyitin işittiğini gösteren, Eshâb-ı kirâmdan gelen çeşidli haberleri yazmıştır. Mezhepsizler, İbni Kayyım için müctehid diyorlar. Onu aşırı övüyorlar. Fakat, İbni Kayyımın bu yazılarına inanmıyorlar. İnananlara da müşrik diyorlar. Bu hâlleri, islâm âlimlerine kıymet verdiklerini değil, işlerine geldiği zaman övdüklerini, hiçbir âlimi beğenmediklerini göstermektedir. [İbni Ebiddünyâ 261 [m. 894] de Bağdâdda, İbni Abdülberr 463 [m. 1071] de Şâtibede, Yezîd bin Hârûn Sülemî 206 [m. 821] da vefât etti.]

Hz. Âişe, Bedr gazâsında çukura konulan kâfirlerin işitmediğini söyledi. Bunun için, bazı kimseler, hiçbir mevtâ, hattâ müminler bile mezarda işitmez sandı. Bazı câhiller, şehitlerin, hattâ Resûlullahın bile, işitmiyeceklerini söylediler. Meyyitin işitmesine inanmıyanlar aldandılar. Çünkü Âişe, yalnız o çukurdaki kâfirlerin işitmediğini söyledi. Mezardaki kâfirlerin işitmelerini, Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinin, (Sen ölüye duyuramazsın. Sen mezarlarda olanlara işittiremezsin!) meâl-i şerifindeki işitmek gibi olduğunu sandılar. Hâlbuki, böyle değildir. Büyük âlimler bildiriyor ki, âyet-i kerimedeki işittirememek, işitip kabûl etmek ve îman etmek demektir. Allahü teâlâ, bunun gibi âyet-i kerimelerde, diri olan ve kulakları, gözleri ve beyinleri olan kâfirleri mezardaki ölülere benzetmektedir. Bu benzetiş, duymak ve anlamak bakımından değil, duygusuzluk ve anlayışsızlık, yâni kabûl etmemek ve inanmamak bakımındandır. Hastanın ruhu gargaraya gelince, yâni âhıretteki yerini görmeye başlayınca, îmana gelmesi fayda vermez. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, (Ezelde şakî olarak yazılmış olanları îmana çağırman, onlara fayda vermez). Bunların îmana çağrılması, mezardakilerin îman etmeleri gibi, kendilerine fayda vermez. Çünkü kabirdekiler, görmeden inanmaları lâzım gelen şeyleri gördükten sonra îman etmişlerdir. Böyle îmanları kabûl olmaz. Buradaki işitmek, kabûl etmek demektir. Filan kadın şöyledir, hiç söz duymaz denir. Böyle söylemek, işittiği hâlde kabûl etmez demektir. Kâfirler için gelmiş olan iki âyet de böyledir. Onlar diridirler, gözleri ve kulakları vardır. Fakat Allahü teâlâ, onları şakî yaptığı için, kalblerini mühürlediği için, Peygamberine diyor ki: (Sen onlara duyuramazsın). Yâni, senin sözünle îmanı kabûl etmezler. Mezarda olanların îmanları kabûl olmadığı gibi, onlar da îmanı kabûl etmezler demektir. Hadis-i şeriflerde, ölülerin işittikleri bildiriliyor. Bu işitmek kulakla olan işitmektir. İki âyet-i kerimede bildirilen işittirememek ise, kabûl ettirememek demektir. Aklı olan, iyi düşünebilen bir kimse, bu iki işitmeyi birbirinden kolay ayırabilir. Allahü teâlâ, Neml sûresinin sekseninci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işittiremezsin) buyurduktan sonra, (Sen ancak îman edenlere işittirebilirsin) buyurdu. Müminlerin işittiğini bildirdi. İşitmek, kabûl etmek demek olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Âyet-i kerimede işittiremezsin buyurulması, kulaklariyle duymazlar demektir denirse, Allahü teâlâ, kabirdeki müminlerin işittiklerini bildirmiş olur ki, bizim anlatmak istediğimiz de budur. Kabirdeki müminlerin işittikleri, Kur'an-ı kerim ile açıkça bildirilince, buna kimse inanmamazlık yapamaz. Kur'an-ı kerimden sonra müslümanların en sağlam kaynağı olan hadis-i şerife inanmıyanın da, buna inanması Îcap eder.

Hz. Âişe, kabirdeki yalnız kâfirlerin işitmiyeceklerini söylemiştir. Çünkü, yukarıda yazdığımız, Onun bildirmiş olduğu hadis-i şerifte, (Bir kimse mümin kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu. Onu tanıması ve selâm vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selâmını duyduğunu göstermektedir. Âişe kâfirlerin işitmediğini haber verdi ise de, onların bildiklerini de haber vermektedir. Kendisinin bildirdiği bir hadis-i şerifte, (Benim doğru söylemiş olduğumu, onlar şimdi bilirler) buyurulmaktadır. Âlimler buyuruyor ki, bilmek, işitmekle olur. Bunun için, ikisi arasında bir uygunsuzluk yoktur. İbni Teymiyye ve ibni Kayyım-ı Cevziyye ve ibni Receb ve Süyûtî ve daha birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü ölmek, bazı câhillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lâzım gelirdi. Hz. Âişenin bildirdiği, Buhârîde yazılı olan hadis-i şerifte, meyyitin bildiği haber verildiği için, duygularının gitmediği anlaşılmaktadır. Diğer Sahâbîlerin haber verdikleri hadis-i şeriflerde ölülerin işittikleri bildirilmiştir. Hz. Âişenin, bu (işitmek) kelimesinin, kabûl etmek, îman etmek demek olduğunu zannetmesi, âlimlerin söz birliğine uymamaktadır. Eshâb-ı kirâmın sözleri ile Onun sözünü ve Onun haberindeki sözlerini birleştiren en doğru söz yine Onun haber verdiği ziyâret hadis-i şerifidir. [Abdürrahmân ibni Receb hanbelî 795 [m. 1393] de Şâmda vefât etti.]

İbni Hümâm, (Hidâye şerhi) olan (Feth-ul-kadîr) kitabında diyor ki, Hanefî mezhebinin âlimleri yemin bilgilerini anlatırken diyorlar ki, (Meyyit işitmez. Bir kimse ile konuşmamak için yemin eden bir kişi, onun ölüsü ile konuşsa, yemini bozulmaz). (Hanefî âlimlerinin yemin için olan sözleri örf ve âdete dayanmaktadır. Bu sözler, ölünün işitmediğini göstermez. Hanefî âlimleri, yemin üzerinde bilgi verirken; bir kimse et yimemek için yemin etse, sonra balık yise, yemini bozulmaz. Hâlbuki, Allahü teâlâ balığa güzel et demiştir. Fakat âdette balık eti, başkadır. Bunun gibi bir kimse, birisi ile konuşmamaya yemin etse, öldükten sonra ona söylese, yemini bozulmaz. Çünkü, âdette konuşmak demek, karşılıklı konuşmak demektir. Meyyit işitir, fakat işitecek gibi konuşmadığı için âdete göre konuşulmuş olmaz. Bunun için, o kimsenin yemini bozulmaz) denilmiştir. Meyyit işitmediği için, yemini bozulmaz demek değildir. İbni Hümâm, Hz. Âişenin (Bedr çukurundaki kâfirlere söylemesi ve diriler, onlardan daha çok işitici değildirler diye yemin etmesi) hadis-i şerifine sahih değildir dediğini bildiriyor. Âişe, Allahü teâlâ, (Sen kabirde olanlara işittirici değilsin. Sen ölüye duyuramazsın) buyurduktan sonra, Resûlullahın öyle söylediği doğru olmaz demiştir diyor. Fakat bu hadis-i şerif sözbirliği ile bildirilmiştir. Hz. Âişenin buna inanmaması düşünülemez. Bu hadis-i şerif ile âyet-i kerime arasında uygunsuzluk da yoktur. Âyet-i kerimedeki ölü, kâfirleri bildirmektedir. İşittiremezsin demek de, faydalı olmaz demektir. İşitmezler demek değildir. Bekara sûresinin, (Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, anlamazlar) meâlindeki yüzyetmişbirinci âyet-i kerimesi de böyledir. Yâni kulakları vardır. Gözleri vardır. Fakat îmana ve doğru yola çağırmanı işitmedikleri ve görmedikleri için, Allahü teâlâ, onlara sağır gibi ve kör gibi buyurmuştur. (Sen ölüye işittiremezsin) âyet-i kerimesi için, imam-ı Beydâvî hazretleri, onlar doğru söze karşı kulaklarını tıkayanlar gibidir. Allahü teâlâ dilediğine işittirerek hidâyete kavuşturur diyor. Küfürde inat edenleri Allahü teâlâ, ölülere benzetiyor. Bu âyet-i kerime, Kasas sûresinin, (Sen sevdiğini îmana getiremezsin. Fakat Allahü teâlâ, dilediğini îmana kavuşturur) meâlindeki ellialtıncı âyet-i kerimesine benzemektedir. İbni Hümâm, sözüne devam ederek, ölülere duyurmak yalnız Resûlullah içindir demektedir. Buna karşılık, bir şeyin Resûlullaha mahsûs olduğunu söyliyebilmek için delîl, senet lâzımdır deriz. Burada böyle bir senet yoktur. Hz. Ömerin suâli ve verilen cevap da, husûsî olmadığını göstermektedir. İbni Hümâm, Bedr çukurundaki kâfirlere söylemek, bir atasözünü tekrarlamak gibi olur diyor ise de, Hz. Ömere verilen cevap, böyle olmadığını göstermektedir. İbn-ül-Hümâma göre, Müslim kitabındaki, meyyitlerin cenâzede bulunanların dönüşlerindeki, ayaklarının seslerini işiteceklerini bildiren hadis-i şerif, meyyitin kabre konulduğu zaman, suâl ve cevap için işitmesini göstermektedir. Ondan sonra, artık hiç işitmiyeceğini bildirmektedir. Çünkü, âyet-i kerimeden, meyyitin işitmediği anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, kâfirlerin işitmediğini bildirmek için, onları ölüye benzetmiştir diyor. Buna cevap verilir ki, bu söz, kendi kendini çürütmektedir. Çünkü, meyyitin kabre konduğu zaman, işiteceğini söyliyenin, her zaman işiteceğine de inanması lâzımdır. Başka zamanlarda işitmez denilmemiştir. Kabre konulduğu zaman işiteceğini söylemenin de, âyet-i kerimeye uygun olmaması lâzım gelir.

Kabirde bulunan meyyitlere selâm vermenin sünnet olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildirmiştir. Büyük âlim İbni Melek (Mesâbîh) kitabını şerh ederken (Kabirde bulunanlara selâm vermek) hadisini açıkladıktan sonra, (Bu hadis-i şerif, meyyitin işitmiyeceğini söyliyenlerin yanıldıklarını gösterdiği gibi, imam-ı Ahmedin ve Ebû Dâvüdün (Sünen) kitaplarında ve Hâkimin (Müstedrek) kitabında ve İbni Ebî Şeybenin (El-musannef) kitabında ve Beyhekînin (Azâb-ül-kabir) kitabında ve Tayâlisî ile Abdü ibni Hamîdin (Müsned) kitaplarında ve Hammâd ibni Sırrînin (Ez-zühd) kitabında ve ibni Cerîr ve ibni Ebî Hâtemin ve başka âlimlerin sahih yollarla bildirdikleri Berâ' bin Âzibin bildirdiği, (Kabirdeki fitne ve suâl) hadisinin sonunda, (Mümin olan meyyit için, kulum doğru söyledi sesi işitilir. Kabre Cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetten bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Görebildiği yerlere kadar yayılır. Güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokular saçan birisi gelir. Buna, sen kimsin? Senin o hayrlı yüzün nedir der. Ben, senin sâlih amelinim der. Bunu işitince, Yâ Rabbî! Kıyâmet çabuk kopsa! Yâ Rabbî, kıyâmet çabuk kopsa da, çoluk çocuğuma ve mallarıma kavuşsam der) buyurulmuştur. Kâfir olan meyyit için, bunların tersi, sıkıntılar olur. Bu hadis-i şerif, meyyitin işittiğini ve gördüğünü ve konuştuğunu ve koku aldığını ve anlayışı olduğunu ve düşündüğünü ve cevap verdiğini göstermektedir. Bu işlerin hepsi, kabir suâlinden sonra olmaktadır. Böyle olduğunu, âlimler sözbirliği ile söylemişlerdir. İmâm-ı Süyûtî gibi hadis imamları, bu hadisin (Mütevâtir), yâni en doğru hadislerden olduğunu bildirmişlerdir. Bu hadis-i şerif, ölülere selâm vermenin, dirilere selâm vermek gibi olduğunu ve onların da işittiklerini göstermektedir) demektedir.

[İmâm-ı Ahmed 241 [m. 855] de Bağdâdda, Ebû Dâvüd Süleymân Sicstânî hanbelî 275 [m. 888] de Basrada, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405 [m. 1014] de Nişâpûrda, Abdüllah ibni Ebî Şeybe 235 [m. 850] de, Ebû Bekr Ahmed Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrda, Ebû Dâvüd Süleymân Tayâlisî Basrî 204 [m. 818[ de, Ebû Muhammed Abdü ibni Hamîd Keşî 249 [m. 863] da, Hammâd ibni Sırrî Dârimî 243 [m. 857] de Kûfede, Muhammed bin Cerîr Taberî 310 [m. 923] da Bağdâdda, Ebû Bekr Muhammed ibni Ebî Hâtem Nişâpûrî 320 [m. 932] de, Abdüllatîf ibni Melek 801 [m. 1399] de İzmirde Tirede vefât etmişlerdir].

(Fetâvâ-yı Hindiyye) kitabında, (Kabir ziyâretinin yasak olmadığını imam-ı a'zam Ebû Hanîfe bildirmiştir. [Vehhâbî kitabı da, kabir ziyâretinin câiz olduğunu yazmaktadır.] İmâm-ı Muhammedin sözünden, kabir ziyâretinin, kadınlar için de câiz olduğu anlaşılmaktadır) diyor. (Tehzîb) kitabında, (Kabir ziyâreti müstehabdır. Meyyiti ziyâret etmek, yakın ve uzaklığına göre onu diri iken ziyâret etmek gibidir) diyor. Hüseyn Sem'ânînin (Hazânetül-müftîn) kitabında da böyle yazılıdır. Kabirleri ziyâret ederken, ayakkabılar çıkarılır. Meyyitin yüzüne karşı, kıbleye arka vererek durulur. (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr!Allahü teâlâ sizi ve bizi mağfiret eylesin! Siz bizim öncülerimizsiniz. Biz de sizin eserleriniziz!) denir. (Garâib) kitabında da böyle yazılıdır. Kabristanda, yüksek sesle veya yavaşça, (Sûre-i mülk) okunabilir. Diğer sûrelerin de okunacağı, (Zahîre) kitabında, (kabirlerin yanında Kur'an-ı kerim okumanın fazîleti) anlatılırken bildirilmektedir. Kâdîhân Hasenin [Kâdîhân Fergânî 592 [m. 1196] da vefât etti.] (Haniyye) fetvâlarında yazılı olduğu gibi, meyyitin Kur'an-ı kerim sesini duyarak rahatlamasını niyet eden kimse, yüksek sesle okur. Böyle niyet etmiyen kimse, yavaş okur. Çünkü, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi nasıl okunursa okunsun işitir. (Bezzâziyye)de diyor ki, kabristandaki yeşil otları koparmak mekruhtur. Çünkü, bu otlar, tesbîh eder. Bu tesbîhler, meyyitin azâbdan kurtulmasına yarar. Meyyit bu tesbîhlerle rahat eder. Şernblâlînin (İmdâd-ül-fitâh) kitabında ve Hanefî âlimlerinden başkalarının kitaplarında da böyle olduğu yazılıdır. Fetvâ vermek derecesine yükselmiş olan böyle büyük âlimlerin bildirdiklerine göre, meyyit dirilerin işitemediği, yeşil otların tesbîhi gibi sesleri işitince, kendisine seslenen insanın sesini işitmez olur mu? İşitmez diyenler, belki dünyada kulakla işitildiği gibi işitmezler demek istemişlerdir. Böyle olunca, fıkh kitaplarında yemin bahsinde yemini anlatırken söylediklerinin araları bulunmuş olur. Resûlullahın hadis-i şerifine de inanılmış olur. Âlimler arasında sözbirliği hâsıl olur. Mezhebin reîsi olan imam-ı a'zam Ebû Hanîfe buna inanmadığını bildirdi denilirse, bu yüce imam da, öteki mezhep imamları gibi, (Sahih hadisler benim mezhebimdir) buyurmuştur. Hattâ, Resûlullaha pek fazla uyduğu için, (Mürsel), hattâ (Zayıf) olan hadis-i şerifleri bile mezhebine senet olarak almıştır. Böyle bir imamın, sahih hadislere uymıyacağı düşünülebilir mi? Buradan da anlaşılıyor ki, meyyitin işitmiyeceğini söyliyen birkaç âlim, dünyada işitildiği gibi işitmez demek istemişlerdir. Çünkü, sahih hadisi bırakıp da, başkasının sözüne uymak hiç bir âlim için câiz olmaz.

Resûlullah efendimizin ve iki kabir arkadaşı olan Ebû Bekr ve Ömernın mübârek mezarlarını ziyâret etmenin ve onlara selâm vermenin ve kendilerinden şefaat istemenin sünnet olduğunu, hanefî mezhebinin âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Resûlullahın ve iki arkadaşının işittiklerine inanmamış olsalardı, bu sözleri birbirini tutmazdı. Hattâ, (Her kabri ziyâret etmek sünnettir) sözlerine uymazdı. Bunların yemin üzerindeki sözlerinin, dünyada dirilerin işitmesi için olduğu söylenince, sözlerinin arasında uygunsuzluk hiç kalmamaktadır.

Fayda: Ahmed ibni Teymiyye, [İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda vefât etti.] (Kitap-ül-intisâr-fil-imam-ı Ahmed) kitabında diyor ki, (Bedr)de çukura doldurulan kâfirlerin işitmelerine, Hz. Âişenin inanmaması, onun için suç olmaz. Çünkü O, hadis-i şerifi işitmemiştir. Fakat başkalarının inanmaması suç olur. Çünkü, bu hadis-i şerif her tarafa yayıldı. Zarûrî inanılması lâzım gelen bilgilerden oldu. İbni Teymiyyenin bu sözü, Bedr çukurundaki kâfirlerin işittiklerine inanmıyanların kâfir olacağını göstermektedir. Çünkü, dinde inanılması zarûrî olan birşeye inanmıyanın kâfir olacağı mezhep kitaplarının hepsinde yazılıdır. Meyyitin işitmiyeceğini söyliyen birkaç âlim ve meselâ Âişe, kabirdeki kâfirlerin işitmiyeceklerini söylemişlerdir. Fakat, Resûlullahın ve ümmeti içinde şehit olanların, Velî olanların, kabirlerinde işiteceklerine inanmıyan hiçbir âlim yoktur. Hz. Âişe de, başkaları da, buna inanmışlardır. Zamanımızda türemekte olan mezhepsizlerin ve bunlara aldanan bazı câhillerin, meyyit işitmez demelerinin, hattâ Resûlullahı da buna katmalarının kötülüğü, çirkinliği, buradan anlaşılmaktadır. Bu câhillerin, bu sapıkların cezâlarını, kahhâr olan Allahü teâlâ elbette verecektir. İbni Teymiyye, ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvâlarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyâret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, bunun geldiğini anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor. Hz. Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin haber verdiği hadis-i şerifi Abdüllah ibni Mübârek nakletmektedir. Bu hadis-i şerifte, (Bir mümin vefât ederken, bir rahmet meleği, bunun ruhunu alır. Meyyitler, dünyada müjde istiyenlerin toplandığı gibi, bunun etrâfına toplanırlar. Ona sormaya başlarlar. İçlerinden birkaçı da, kardeşinizi bırakınız dinlensin! Çok sıkıntılı yerden geliyor derler. Etrâfına üşüşürler. Dünyadaki tanıdıklarını sorarlar. Filan adam ne yapıyor? Filanca kadın evlendi mi? derler) buyurulduğunu bildiriyor. [Hâlid bin Zeyd 49 [m. 670] senesinde, Süfyân bin Avf emrindeki asker ile İstanbulu muhâsara ederken dizanteri hastalığından vefât etti. İstanbulda (Eyyûb) denilen yerdeki türbesi çok muhteşem olup, ziyâretciler, mübârek ruhu ile tevessül etmektedirler.]

Allahü teâlâ, şehitlerin diri olduğunu ve rızklandırıldıklarını bildirdi. Bir hadis-i şerifte, şehit ruhlarının Cennete girdikleri haber veriliyor. Âlimlerden birkaçı, bu nîmetlerin, yalnız şehitler için olduğunu, sıddîkların böyle olmadıklarını söyliyorlar ise de, imamlarımızın ve Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun söylediği doğrudur. Bunlar, diri olmak ve rızklandırılmak ve ruhların Cennete girmesi, yalnız şehitler için değildir dediler. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden böyle anlaşılmaktadır buyurdular. Bunların yalnız şehitler için bildirilmesi, şehitlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihâddan korkulmasını önlemek içindir. Cihâda gitmeye ve şehit olmaya mani olan şüpheyi gidermek içindir. İsrâ sûresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyiniz!) meâlindeki otuzbirinci âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek câiz olmadığı hâlde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet-i kerime, vak'alara göre gönderilmiştir. Abdülvehhâb oğlu Muhammed bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, kabir ziyâretini yasaklamaktadır.

Buraya kadar, Ahmed ibni Teymiyye-i Harrânînin kitabındaki vesikaları bildirdik. Vehhâbîler, ibni Teymiyyenin yolunda olduklarını söyliyorlar. Onun büyük âlim olduğunu bildiriyorlar. Kendisine Şeyh-ul-islâm diyorlar. Hâlbuki, onun kitaplarını ve fikirlerini kabûl etmiyorlar. O, bütün meyyitlerin, şehitler gibi diri olduklarını ve şehitler gibi rızklandırıldıklarını bildiriyor. Onun sözüne uymıyan ve onun sözüne uyanlara kâfir ve müşrik damgası basanların, onun yolunda olduklarına hiç inanılır mı? Resûlullah, işitmez ve ziyârete gelenleri, kendisine yalvaranları görmez, bilmez ve tanımaz diyen ahmaklar, ibni Teymiyyenin ve hiçbir kimsenin yolunda değildirler. Kendi nefsleri, keyfleri arkasındadırlar. Allahü teâlâ, bunlara akıl versin ve doğru yolu göstersin. Âmîn!

Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesikalardan biri, Buhârîdeki, (Her meyyite, her sabah ve her akşam âhıretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. Allahü teâlâ, (Fir'avn)ın adamları için, (Onlara sabah akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek faydasız olurdu. Ebû Nu'aym, Amr bin Dînârdan alarak bildiriyor ki, (Bir kimse ölünce, ruhunu bir melek tutar. Ruh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir). Abdüllah ibni Ebiddünyânın [İbni Ebiddünyâ 281 [m. 894] de Bağdâdda vefât etti.] Amr bin Dînârdan alarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, öldükten sonra çoluk çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenliyenlere bakar) buyuruldu. (Buhârî)deki sahih hadiste, (Münker ve Nekîr melekleri, suâl ve cevaptan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü teâlâ, değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsân eyledi derler. Bakar. İkisini birlikte görür) buyuruldu.

İbni Ebiddünya ve Beyhekî (Şu'ab-ül-îman) kitabında, Ebû Hüreyreden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Bir kimse tanıdığı kabir yanına gelip selâm verirse, meyyit de onu tanır ve selâm verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selâm verirse, selâmına cevap verir) buyuruldu. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, meyyit kendini ziyâret edeni, kabri başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyada tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevabı veriyor. İkincisinin selâmına, tanımayarak cevap veriyor.

İmâm-ı Ahmed ve Hâkim, Hz. Âişeden haber veriyorlar ki, (Odama girer, elbisemi çıkarırdım. Çünkü, kabirlerde babam ve zevcim vardı. Hz. Ömer de defnedildikten sonra, odama girince, elbiselerimi çıkarmaz oldum. Çünkü, o yabancı idi. Ondan hayâ ederdim). (Erbe'în-üt-tâiyye) kitabında bildirilen hadis-i şerifte, (Bir meyyit, dünyada sevdiği kimse, kendisini ziyârete geldiği zaman sevinir) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, meyyitin, ziyârete geleni gördüğünü bildiriyor. Görmeseydi, tanımaz ve sevinmezdi. (Sahîh-i Müslim)de, Amr ibni Âstan [Amr ibni Âs 43 [m. 663] de Mısrda vefât etti.] haber veriliyor: Öleceği zaman buyurdu ki, (Beni defnedince, üzerime toprak atınız! Sonra bir hayvan kesilerek etleri parçalanacak zaman kadar, kabrimin başında bekleyiniz. Sizinle kabrime alışayım ve sizi göreyim. Böylece Rabbimin gönderdiği suâl meleklerine rahat cevap vereyim). Kabirdeki meyyitlerin duyduklarını ve gördüklerini bildiren böyle sağlam haberler çoktur. Lüzûmu kadar bildirdik. Uzatmaya hâcet olmasa gerektir. Dirilerin yaptığı işlerin ölülere gösterildiğini yukarıda bildirmiştik. Onlarda görmek olmasaydı, işlerin onlara gösterilmesi doğru olmazdı. Çünkü, işlerin gösterilmesi demek, iki omuzda bulunan (Kiramen kâtibîn) meleklerinin yazdığı şeylerin gösterilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu da mevtâların gördüğünü bildirmektedir. Bunun için, biz de, ölülerin görmesini anlattıktan sonra, dirilerin işlerinin onlara gösterilmesini bildiren hadis-i şerifleri yazmağı uygun bulduk.

Bu bilgileri, câhiller anlamıyor. Çünkü, Resûlullahın sünnet-i seniyyesini ve bu konudaki hadis-i şerifleri işitmemişlerdir. Kendilerini âlim sanan bu adamlar, o kadar câhil ve o kadar ahmaktırlar ki, kabirde olan Peygamberler ve Velîler kabir başına gelip, kendilerinden şefaat istiyenleri ve yalvaranları nasıl bilirler diyorlar? Bunlara deriz ki, o büyüklere dünyada iken birçok şeyler bildiriliyor. Öldükten sonra da, niçin bildirilmesin? Yâhut deriz ki, Allahü teâlâ, âdet-i ilâhiyyesinin dışında olarak, bunlara ikrâm ve ihsân ederek, işitiyorlar ve biliyorlar. Dirilerin işlerinin ölülere gösterildiği, hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Buna inanmıyanlara karşı, vesika olan hadis-i şerifleri yukarıda bildirdik. Bu hadis-i şerifleri okuyup anlamıyan biri, ölü yalnız dünyada iken tanımış olduğu kimseleri görüp işitir derse, ona deriz ki, hadis-i şerifler, tanıdık ve tanımadık diye ayırmıyor. Fakat bunlar, inat ediyorlar. Ölüp de, başlarına gelinceye kadar inanmazlar.

Ümmetin amellerinin Resûlullaha gösterildiğini bildiren pekçok hadis-i şerif vardır: Bezzâzın sahih kimselerden alarak, Abdüllah ibni Mes'ûd hazretlerinden haber verdiği hadis-i şerifte, (Hayatım, sizin için hayrlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım. Öldükten sonra, vefâtım da, sizin için hayrlı olur. Amelleriniz bana gösterilir. İyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret dilerim) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, Resûlullahdan işittim denilerek bildirildi. Başka sağlam kimseler, bunu (Mürsel) olarak da bildirmişlerdir. Amellerin, işlerin, tanıdıklara gösterildiğini bildiren hadis-i şerife gelince, imam-ı Ahmed ve Hakîm-i Tirmüzî (Nevâdir-ül-usûl) kitabında ve Muhammed bin İshak ibni Mende [İbni Mende 395 [m. 1005] de vefât etti.] adındaki meşhûr hadis âlimlerinin bildirdikleri hadis-i şerifte, (Yaptığınız işler, kabirde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmıyan işleriniz için, yâ Rabbî! Bizi doğru yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuştur. Ondan sonra ruhunu al! derler) buyuruldu. Büyük hadis âlimi Süleymân Ebû Dâvüd Tayâlisî [Ebû Dâvüd 204 [m. 819] da vefât etti.] (Müsned) kitabında, Câbir bin Abdüllahdan gelen hadis-i şerifi şöyle bildiriyor: (Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değil ise, yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmaları için kalblerine ilhâm eyle derler). İbni ebî Şeybe (Musannef) kitabında ve Hakîm-i Tirmüzî ve ibni Ebiddünya, İbrâhîm bin Meysereden haber veriyorlar ki, Ebû Eyyûb-el-Ensârî, İstanbula gazâ etmeye gitti. Birinin yanından geçerken, (Bir kimsenin öğle vakti yaptığı işler, akşam olunca mezardakilere gösterilir. Akşam yaptığı işleri, sabah olunca, mezardakilere gösterilir) dediğini işitti. Ebû Eyyûb hazretleri, böyle ne söylüyorsun dedikte, vallâhi bunu sizin için söylüyorum, dedi. Ebû Eyyûb, yâ Rabbî, sana sığınırım. (Ubâdet-ebn-i Sâmitin ve Sa'd bin Ubâdenin yanında, onlar öldükten sonra, yaptıklarımdan dolayı, yüzümü kara etme) dedi. O kimse cevabında, Allahü teâlâ kullarının kusurlarını örter, amellerinin iyisini gösterir buyurdu. Hakîm-i Tirmüzînin (Nevâdir) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte, (İnsanların yaptıkları işler, Pazartesi ve Perşembe günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Peygamberlere, Evliyâya ve ana-babaya Cuma günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Allahdan korkunuz! Ölülerinizi incitmeyiniz!) buyuruldu. İnsanların yaptığı işler, mezardaki tanımadıkları ölülere de bildirilir. Abdüllah ibni Mübârek ve ibni Ebiddünyanın, Ebû Eyyûb-el-Ensârîden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Yaptığınız işler, ölülere bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Kötü işlerinizi görünce üzülürler) buyuruldu. Hakîm-i Tirmüzînin ve İbni Ebiddünyanın ve Beyhekînin (Şu'ab-ül-îman) kitabında Nu'mân bin Beşîrden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Mezardaki kardeşleriniz için Allahü teâlâdan korkunuz! Yaptığınız işler, onlara gösterilir) buyuruldu. Bu iki hadis-i şerif, bütün ölüler içindir. Ebüd-derdâ buyuruyor ki, yaptığınız işler, ölülerinize gösterilir. Bununla sevinirler veya üzülürler. İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye (Kitâbür-ruh) kitabında, İbni Ebiddünyadan, o da Sadaka bin Süleymân Câferîden bildiriyor ki, bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişman oldum. Bu taşkınlıklarımdan vazgeçtim. Bir aralık bir kabahat yaptım. Babamı rü'yâda gördüm. Ey oğlum! Senin güzel işlerinle kabrimde rahat ediyordum. Yaptığın işler bize gösteriliyor. İşlerin sâlihlerin amellerine benziyor. Fakat, son yaptığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtâlar arasında beni utandırma, dedi. Bu haber, yabancı mevtâların da, dünyadaki işleri anladıklarını gösteriyor. Çünkü, çocuğun işleri babasına gösterildiği zaman, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere utandırma demektedir. Yabancı ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rü'yâda böyle söylemezdi. Hz. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârînin bildirdiği hadis-i şerifte de, tanıdığı bütün ölülere dünyadaki işlerin gösterildiğini, yukarıda bildirmiştik.

Dördüncü kısm: Meyyitlerin birbirini ziyâret etmeleri ve buluşmaları da, sahih haberlerle bildirilmiştir. Hâris bin Ebî Üsâme ve Ubeydullah bin Sa'îd Vâyilî (İbâne) kitabında ve Ukaylî, Câbir bin Abdüllahdan haber verdikleri hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenini güzel yapınız! Onlar, kabirlerinde birbirlerini ziyâret ederler ve övünürler) buyuruldu. (Müslim) sahihindeki hadis-i şerifte, (Kardeşinin cenâze işini görenleriniz, kefenini güzel yapsın!) buyuruldu. Çünkü, meyyitler birbirini ziyâret ederler ve övünürler. Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenlerini güzel yapınız! Çünkü, birbirlerini kefenleri içinde olarak ziyâret ederler) buyuruldu. Tirmüzî ve İbni Mâce ve Muhammed bin Yahyâ Hemedânî (Sahîh) kitabında ve İbni Ebiddünyâ ve Beyhekî (Şu'ab-ül-îman) kitabında, Ebû Katâdeden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Biriniz din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünkü onlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyâret ederler) buyuruldu.

[Hâris bin Ebî Üsâme Bağdâdî 282 [m. 895] de, Ubeydüllah Vâyilî 440 [m. 1048] de, Muhammed bin Ömer Hicâzî Ukaylî 322 [m. 934] de, Muhammed Tirmizî 320 [m. 932] de Bag şehrinde, Muhammed ibni Mâce 273 [m. 886] de Kazvinde, Muhammed Hemedânî Mısrî Şâfi'î 347 [m. 959] de, Abdüllah ibni Ebiddünyâ 281 [m. 894] de Bağdâdda, Ahmed Ebû Bekr Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrun Beyhek köyünde vefât etmiştir].

İbni Teymiyye fetvâlarının çeşidli yerlerinde diyor ki, (kabirlerin bulunduğu şehirler, dünyada birbirlerine yakın olsa da, uzak olsa da, mevtâlar birbirlerini ziyâret ederler. Uzak şehirlerde bulunan mevtâların ruhları, birbirleri ile buluşurlar.) Hanefî mezhebinin âlimleri, fıkh kitaplarında kefenin güzel olması sünnettir. Çünkü, mevtâlar, birbirlerine övünürler ve birbirlerini ziyâret ederler, yazılıdır. Hattâ, bütün mezheplerin âlimleri, fıkh kitaplarında, bunun böyle olduğunu bildirmektedirler. Böyle olduğunu bildiren haberler ve insanı hayrete düşüren vak'alar çok bildirilmiştir. Okumak arzu edenler, hadis âlimi imam-ı Süyûtî hazretlerinin (Şerh-us-sudûr) kitabına mürâce'at buyursun. [Mezhepsizler, hadis âlimlerine güvendiklerini söylüyorlar. Hadis kitaplarından, senet, vesika olarak çok hadisler yazıyorlar. En büyük islâm âlimi İbni Teymiyyedir diyorlar. Bu hadis kitaplarında, ölülerin, bizim bilmediğimiz ve anlamadığımız bir görmekle ve işitmekle duyduklarını okuyorlar da, bunlara inanmıyorlar. Resûlullah efendimizin ve Evliyânın işittiklerine inananlara kâfir diyorlar. Müşrik diyorlar. Peygamberimizin mübârek türbesi önünde, (Şefaat yâ Resûlallah) diyen hâcıları müşrik biliyorlar. Bundan dolayı yüzbinlerce hâcının (Minâ)da kestikleri yüzbinlerce kurbana necistir, leştir diyerek, bu kurban etlerini yimiyorlar. Toprakla örtüp üzerlerinden buldozer geçiriyorlar. Müşriklerin kestikleri yinmez ve satılmaz diyorlar.]

Beşinci kısm: Ölüler, dünyada diri olanların yaptıkları işleri, kendilerine gösterilmeksizin de bilmektedirler. Mezhepsizlerin, allâme dedikleri, çok büyük bildikleri İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh) kitabında, şöyle yazmaktadır:

FASL: Hâfız, yâni hadis âlimi, Ebû Muhammed Abdüllah Eşbîlî burada uzun şeyler bildirmektedir. Ölüler dirilerin işlerinden haber sorarlar. Dirilerin sözlerini ve işlerini anlarlar. Kitabında, bir sayfa sonra, Amr bin Dînâr diyor ki, (İnsan ölünce, geride bıraktıklarındaki olan bitenleri bilir. Kendisini yıkadıklarını ve kefenlediklerini görür. Onlara bakar). İbni Kayyım-ı Cevziyye, kitabında, bir sayfa daha sonra, diyor ki, Sa'b bin Cüsâme ile Avf bin Mâlik, birbiri ile âhıret kardeşi oldular. Hangimiz önce ölürsek, rü'yâda görünelim dediler. Sa'b önce öldü. Avfa rü'yâsında göründü. Avf sordu: Allahü teâlâ sana ne yaptı? Affeyledi dedi. Konuşmalarının sonunda, kardeşim: Ben öldükten sonra, bana yakın olanların yaptığı herşey bana bildiriliyor. Hattâ kedimizin, şu kadar gün önce öldüğünü haber aldım. Kızım, altı güne kadar ölecektir. Ona vasî ol, dedi. Rü'yâda söylediği gibi oldu. Kitabında bundan sonra, Sâbit bin Kaysın, Hâlid bin Velîdin askeri arasında bulunan birisine rü'yâsında göründüğünü bildiriyor. Hâlid bin Velîde git, ona söyle ki, şehit olduğum zaman, islâm askerinden birisi yanıma geldi. Sırtımdan çelik gömleğimi çıkarıp çadırına götürdü. Çadırı, en sondadır. Çadırı yanında uzun yuları olan bir at otlamaktadır. Gömleğimi ondan alsın, dedi. Bu kimse, Hâlide bunları bildirdi. Gittiler. Gömleği çadırda buldular.

Altıncı kısm: Dirilerin yaptıkları işleri haber alınca, ölülerin incindikleri, İmâm-ı Süyûtînin (Şerh-us-sudûr) kitabında, Deylemînin Âişe vâlidemizden bildirdiği hadis-i şerifi yazıyor. Burada, (İnsan, evinde iken nelerden incinirse, kabrinde de onlardan incinir) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî (Tezkire) kitabında diyor ki, dünyada olanların yaptıkları şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yâhut alâmet ile, işaretle veya başka bir yoldan, ölülere bildirir. İbnül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh) kitabında diyor ki, (Dirilerin ruhları ile ölülerin ruhlarının buluştuklarını bildirenlerden biri de şudur: Diri, ölüyü, rü'yâda görerek, ondan birşeyler soruyor. Meyyit dirinin bilmediklerini ona haber veriyor. Verdiği, olmuş veya olacak haberler doğru çıkıyor. Çok defa, diri iken gömmüş olduğu ve kimseye bildirmediği malın yerini haber veriyor. Alacağı olduğunu ve şâhitlerini bildirmesi de çok görülmüştür. Kimsenin bilmediği, kendinin gizli yaptığı bir işi haber vermesi ve bildirdiği gibi çıkması çok görülmüştür. Çok şaşılacak birşey de, şu zamanda öleceksin dediği kimsenin, o zamanda öldüğü görülmüştür. Bir dirinin gizlice yaptığı bir işin, bir ölü tarafından başka bir diriye bildirilmesi de çok görülmüştür. Sa'b ve Sâbit öldükten sonra rü'yâda dirilerle konuşmuşlardır. Bunları yukarıda bildirmiştik). İmâm-ı Süyûtî, (Şerh-us-sudûr) kitabında, Muhammed bin Sîrînden bildiriyor ki, meyyitin bildirdiği şeyler, hep doğrudur. Çünkü meyyit, hiç yalan ve yanlışlık olmıyan bir âlemdedir. O âlemde olanlar, hep doğru söyler. Gördüklerimiz ve anladıklarımız, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. İbnül-Kayyım ve başkaları da böyle söylediler. Ruh, latîf olduğu için, duygu organları ile anlaşılmıyan şeyleri anlamaktadır. Hakîm ve Beyhekî (Delâil) kitabında, Süleymândan haber veriyorlar ki, Ümm-i Seleme hazretlerinin yanına girdim. Ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum. Resûlullahı rü'yâda gördüm. Ağlıyordu. Mübârek başında ve mübârek sakallarında toprak vardı. Mübârek yüzünüz niye böyle diye sordum. Oğlum Hüseynin şehit edildiğini gördüm buyurdu. Bunu, Hatîb-i Tebrîzi (Mişkât-ül-mesâbîh) kitabında da yazmaktadır. İbni Ebiddünya, Benî Esed kabîlesinden bir mezarcıdan bildiriyor. Mezarcı diyor ki, bir gece kabristanda idim. Bir kabirden şöyle ses geldi: Ey Abdüllah dedi. Ne istiyorsun yâ Câbir, cevabı verildi. Yarın bizim yanımıza annemiz gelecek dedi. Onun bize faydası olmaz. Bize duâ olunmaz. Babam ona kızmıştı. Duâ etmemek için yemin etmişti, cevabı verildi. Sabah olunca, bir kimse geldi. Bu iki kabir arasına bir mezar kazmamı söyledi. Gece ses işitmiş olduğum iki kabri gösterdi. Bu kabirdekilerin ismi nedir dedim. Bunun ismi Câbirdir. Şunun ismi Abdüllahdır diyerek gösterdi. Gece işittiklerimi, ona söyledim. Evet, onun için duâ etmemeye yemin etmiştim. Şimdi yeminimi bozup duâ edeceğim ve kefaret vereceğim, dedi.

[Abdüllah Eşbîlî mâlikî 497 [m. 1104] de, Sa'b bin Cüsâme, Ebû Süfyânın hemşîresi Zeyneb binti Hârbin oğlu olup, Hz. Ebû Bekrin hilâfeti zamanında vefât etti. Ebû Şücâ Şehrdâr Deylemî 558 [m. 1164] de, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405 [m. 1014] de, Süleymân bin Yesâr, Meymûnenın azâdlısı idi. 107 [m. 726] de, Veliyyüddîn Muhammed Hatîb-i Tebrîzî şâfi'î 749 [m. 1347] da, Ahmed ibni Hacer-i Askalânî 852 [m. 1448] de Mısrda, Hâfız Yûsüf ibnü Abdilberr mâlikî 463 [m. 1071] de Endülüste, Şâtibede vefât etti].

Yedinci kısm: Ölülerin iş yaptıkları, Allahü teâlânın izni ile, onlardan birçok şeyler görüldüğü sahih kitaplarda bildirilmektedir. Hadis âlimi, imam-ı Süyûtî (El-mütekaddim) kitabında ve hâfız ibn-i Hacer, fetvâlarında buyuruyorlar ki, müminlerin ruhları (İlliyyîn) denilen makamda, kâfirlerin ruhları (Siccîn) denilen yerdedir. Her ruh, cesedine, bilinmiyen bir hâlde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyadaki bağlılıklar gibi değildir. Rü'yâ gören kimsenin gördüğü şeylere olan bağlılığı gibidir. Fakat, ölülerin cesedlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rü'yâ görenin bağlılığından pekçok kuvvetlidir. Bunun içindir ki, ibnü Abdilberrin, ruhlar kabirlerinin yanındadır sözü ile yukarıdaki sözün arasını bulmak güç olmaz. Ruhların kendi cesedlerine te'sîr ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Meyyit kabirden çıkarılıp başka kabre konursa, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp, toprak maddeleri, sıvıları ve hâsıl olan gazları dağılınca, bu bağlılık yine bozulmaz. İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, ruhun İlliyyînde olduğu hâlde, bedene bağlanmasına ve tasarruf yapmasına izin verildiğini İbni Asâkirin, Abdüllah ibni Abbâstan haber verdiği şu hadis-i şerif göstermektedir: Resûlullah, Câfer Tayyâr hazretleri şehit olduktan sonra buyurdu ki, (Bir gece Câfer Tayyâr yanıma geldi. Yanında melek vardı. İki kanadlı idi. Kanadlarının uçları kana boyanmış idi. Yemendeki Bîşe denilen vâdiye gidiyorlardı.) İbni Adînin Hz. Ali ibni Ebî Tâlibden haber verdiği hadis-i şerifte, (Câfer bin Ebî Tâlibi meleklerin arasında gördüm. Bîşe ahâlîsine yağmur geleceğini müjdeliyorlardı) buyuruldu. Hadis âlimlerinden Hakîmin Abdüllah ibni Abbâstan verdiği haberde, Resûlullahın yanında oturuyordum. Esmâ bint-i Umeys yanımızda idi. Resûlullah, aleyküm selâm dedikten sonra, (Yâ Esmâ! Şimdi, zevcin Câfer, Cebrâîl ve Mikâil ile birlikte yanıma geldiler. Bana selâm verdiler. Selâmlarına cevap verdim. Bana dedi ki, (Mûte) gazâsında kâfirler ile birkaç gün savaştım. Vücûdümün her tarafında yetmişüç yerimden yaralandım. Bayrağı, sağ elime aldım. Sağ kolum kesildi. Sol elime aldım, sol kolum kesildi. Allahü teâlâ, iki kolum yerine bana iki kanad verdi, Cebrâîl ve Mikâîl ile birlikte uçuyorum. İstediğim zaman Cennetten çıkıyorum. İstediğim zaman girip meyvelerini yiyorum) buyurdu. Esmâ, bunları işitince, Allahü teâlânın nîmetleri Câfere âfiyet olsun. Fakat, herkes bunu benden işitince inanmazlar diye korkuyorum. Yâ Resûlallah, minbere çık sen söyle! Sana inanırlar dedi. Resûlullah mescide teşrîf edip, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve senâ eyledikten sonra, (Câfer ibni Ebî Tâlib, Cebrâîl ve Mikâîl ile birlikte yanıma geldiler. Allahü teâlâ, ona iki kanad vermiş. Bana selâm verdi) buyurdu. Sonra, Esmâya haber verdiklerini bir bir söyledi. Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ, şehit olan ve sâlih olan kullarına, insanlara faydalı olan işleri yapmak için izin vermektedir. Bunu bildiren, daha nice haberleri hadis âlimleri yazmışlardır. Bunlardan birini, imam-ı Celâleddîn Süyûtî şöyle bildiriyor: İbni Ebiddünya diyor ki, Ebû Abdüllah Şâmî, rumlarla gazâya gitmişti. Düşmanı kovalıyorlardı. İki kişi askerden uzaklaştılar. Birisi şöyle anlatıyor: Düşman kumandanına rastladık. Üzerine hücûm ettik. Çok savaştık. Arkadaşım şehit oldu. Geri döndüm. Askerlerimizi aradım. Sonra kendi kendime dedim ki, sana yazıklar olsun! Ne için kaçıyorsun. Geri döndüm. Düşman kumandanına saldırdım. Kılıncım boşa gitti. O, bana saldırdı. Beni devirdi. Göğsümün üstüne oturdu. Beni öldürmek için eline bir şey aldı. Tâm o sırada, şehit olmuş olan arkadaşım yerinden fırladı. Ensesinden saçlarını yakaladı. Üstümden çekti. Birlikte kâfiri öldürdük. Uzaktaki bir ağaca kadar birlikte konuşarak yürüdük. Orada ölü olarak yattı. Arkadaşlarıma gelip, olanları haber verdim. Hanefî mezhebi âlimlerinden (Ravdat-ül-Ulemâ) kitabının sahibi Hüseyn Buhârî Zendüvistî [Zendüvistî Hüseyn Buhârî 400 [m. 1009] da vefât etti.] ve (Zübdet-ül-Fukaha) kitabının sahibi de, bu vak'ayı bildirmişlerdir. Hadis âlimlerinden Mehâmilî (Emâliyyül-İsfehâniyye) kitabında bildiriyor ki, Abdülazîz bin Abdüllah dedi ki, bir arkadaşla Şâmda idik. Yanında zevcesi de vardı. Bunların oğlunun şehit olduğunu daha önceden biliyordum. Yanımıza bir süvârî geldi. Arkadaşım, bunu karşıladı. Zevcesine dönerek, bu bizim oğlumuz dedi. Zevcesi, şeytan senden uzak olsun. Sen aldanıyorsun. Oğlunun çoktan şehit olduğunu unuttun mu dedi. Adam, söylediğine pişman oldu. Fakat, süvârîye yaklaştı. Dikkat ile bakarak, vallâhi bu bizim oğlumuz dedi. Kadın da, bakmak zorunda kaldı. Vallâhi o diye bağırmaya başladı. Babası, oğlum sen şehit olmuştun değil mi? dedi. Evet babacığım. Fakat, Ömer bin Abdülazîz şimdi vefât etti. Şehitler, onu ziyâret etmek için Rabbimizden izin istedik. Ben ayrıca size selâm vermek için de izin istedim, dedi. Vedâ' edip yanlarından ayrıldı. Az zaman sonra, Ömer bin Abdülazîzin vefât ettiği işitildi. İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, bu haberler, sağlamdır, doğrudur. Hadis âlimleri, vesikaları ile birlikte bunları yazmışlardır. Bunu, imam-ı Yâfi'î yazmıştır. Onun yazısını kuvvetlendirmek için, ben de bildirdim. Böyle vak'alar, imam-ı Süyûtînin kitabında çok yazılıdır. Anlamak istiyenler oradan okuyabilirler.

İmâm-ı Yâfi'î buyuruyor ki, mevtâları iyi veya kötü hâlde görmek, Cenâb-ı Hakkın bazı kullarına ihsân ettiği bir keşftir, kerâmettir. Dirilere müjde vermek, vaaz olmak, yâhut ölüler için hayrlı bir iş yapılmasına, borçlarının ödenmesine yaraması içindir. Ölüleri görmek daha çok rü'yâda olmaktadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ için, hâl sahipleri için kerâmettir. Kitabının başka bir yerinde diyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri buyuruyor ki, ölülerin İlliyyîndeki veya Siccîndeki ruhları, arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlarındaki cesedlerine red olunurlar. En çok Cuma geceleri, böyle olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar, nîmetlere kavuşur. Azâb görecekler, azâb olunurlar. Ruhlar, İlliyyînde veya Siccînde iken, ceset olmaksızın da, nîmetlenir ve azâb çekerler. Kabirde ise, ruh ve ceset birlikte nîmetlenir. Yâhut azâblanır. İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da diyorki, bu yazılardan anlaşılıyor ki, ruhun hâli, kuvvetli ve zayıf ve büyük ve küçük olduğuna göre değişmektedir. Büyük ruhlar için olanlar, başka ruhlar için olmaz. Dünyada da ruhların, kuvvetli, zayıf, sür'atli olduklarına göre başka başka hâlleri olduğu bilinmektedir. Bedenin esaretinden ve bağlılığından ve tasarrufundan kurtulan ruhların kuvvetleri, nüfûzları, himmetleri, sür'atleri ve Allahü teâlâya ve madde âlemine te'allukları, bedene bağlı olan ruhlar gibi elbet değildir. Ruhun kendisi yüksektir, temizdir, büyüktür, yüksek himmet sahibidir. Bedenden ayrıldıktan sonra, daha başka olur. Başka şeyler yapabilir. İnsanların öldükten sonra ruhları, rü'yâda görülüp öyle şeyler yapmışlardır ki, diri iken, bedene bağlı oldukları zaman bunları yaptıkları görülmemiştir. Bir kişi veya iki kişi veya birkaç kişinin, büyük bir orduyu mağlup etmesi çok görülmüştür. Resûlullah ve Ebû Bekr ve Ömer, çok defa rü'yâda görülmüş ve ruhları, kâfir ve zâlim askerlerini dağıtmış, kaçırmıştır. Bu yazdıklarımız, (Nâzi'ât) sûresinin 5. âyetinin tefsîrinde, bazı müfessirlerin meselâ Beydâvînin (Evliyânın ruhu bedenden ayrılınca, melekler âlemine gider. Oradan Cennet bahçelerinde dolaşır. Bedenine de bağlılığı kalıp, te'sîr eder) demelerine uygun olmaktadır.

[Hüseyn bin Yahyâ Zendüvistî Buhârî 400 [m. 1010] de vefât etti. (Ravdat-ül-ulemâ) kitabı meşhûrdur. Ahmed Mehâmilî şâfi'î 415 [m. 1024] de Bağdâdda, Ömer bin Abdülazîz 101 [m. 720] de, Afîfüddîn Abdüllah Yâfi'î şâfi'î 768 [m. 1367] de Mekkede, Kâdı Abdüllah Beydâvî Şîrâzî 685 [m. 1281] de Tebrîzde vefât etti.]

Sekizinci kısm: Dirilerin, mezardaki nîmetleri ve azâbları anlaması ve baş gözü ile görmesi câiz olduğu, Allahü teâlâ ve Resûlü tarafından haber verilmiştir. Ehl-i sünnet ve cemaat âlimleri, kabirde nîmet ve azâb olduğunu, bunun hem ruha, hem de bedene birlikte olduğuna inanmak lâzım geldiğini sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Akâ'id) kitapları, bunları uzun uzun bildirmektedir. Kabir azâbına yalnız (Mu'tezile) ve (Hâricîler) inanmıyorlar. Kabir azâbının doğru olduğu, hadis-i şeriflerle ve Eshâb-ı kirâmın eserleri ile, Selef-i sâlihînin yazıları ile bildirilmektedir. Bazı câhillerin kabir azâbına inanmamaları, bu vesikalardan haberleri olmadığı içindir. Onların îmanını kuvvetlendirmek için, vesikalardan bir kaçını bildirmek uygun görüldü.

Peygamberlerin kabirde bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını, namaz kıldıklarını yukarıda bildirmiştik. Peygamberlerin, vefâtlarından sonra, hac ettikleri, Buhârîde ve Müslimde bildirilmektedir. Peygamber olmıyanlara gelince, Ebû Nu'aym bildiriyor ki, Sâbit-ül-Benânî diyor ki, Hamîd-i Tavîle sordum: Mezarda yalnız Peygamberler mi namaz kılar? Hayır başkaları da kılabilir dedi. Sâbit, yâ Rabbî! Bir kimsenin mezarda namaz kılmasına izin veriyor isen, Sâbitin de kabirde namaz kılmasını nasip eyle dedi. Ebû Nu'aym, yine bildiriyor ki, Şeybân bin Cisr dedi ki, kendinden başka ilâh bulunmıyan Allahü teâlâya yemin ederim ki, Sâbit-i Benânîyi mezara koydum. Hamîd-i Tavîl de yanımda idi. Üzerine toprak örttük. Toprak bir yerinden çöktü. Kabre baktım, namaz kıldığını gördüm. İbni Cerîr (Tehzîb-ül-Âsâr) kitabında ve Ebû Nu'aym, İbrâhîm bin Sâmitten haber veriyorlar ki, seher vakitlerinde kabristandan geçenler, Sâbit-i Benânînin kabrinden Kur'an-ı kerim sesi duyduklarını söylerlerdi. İbnül Cevzî (Safvet-üs-Safve) kitabında da bunu bildirmektedir. Tirmüzî ve Hâkim ve Beyhekî, Abdüllah ibni Abbâstan haber verdiler ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçı, bir yere çadır kurmuşlardı. Burada bir kabir bulunduğunu bilmiyorlardı. Çadırda, (Mülk) sûresinin okunduğu işitildi. Resûlullaha bunu haber verdiklerinde, (Bu sûre-i şerife insanı kabir azâbından korur) buyurdu. Ebül-Kâsım-ı Sa'dî (Kitap-ür-ruh) kitabında diyor ki, meyyitin kabirde okuduğunu bu hadis-i şerif isbât etmektedir. Çünkü, Abdüllah ibni Ömer de bir yere çadır kurmuştu. Çadırda Kur'an-ı kerim sesi işitti. Resûlullaha haber verdi. Bu sözü tasdik buyurdu. Hadis âlimlerinden Abdürrahmân ibni Receb (Ehvâl-ül-Kubûr) kitabında diyor ki, Allahü teâlâ dilediği kuluna kabirde sâlih işler yapmağı ihsân eder. İnsan ölünce amel, ibâdet yapmak vazîfesi biter. Kabirdeki ibâdete sevap verilmez. Fakat, Allahü teâlânın ismini söylemekle ve ibâdet etmekle zevklenir. Melekler ve Cennette olanlar da böyledirler. İbâdet yapmaktan lezzet duyarlar. Çünkü zikir ve ibâdet ruhu temiz olanlar için, en tatlı şeydir. Ruhu hasta olanlar, bunun tadını duyamaz. İbnül Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da ve ibni Teymiyye ve daha birçok âlimler ve imam-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr) kitabında bunu bildirmektedirler. Ebül-Hasen bin Berâ' (Ravda) kitabında bildiriyor ki, mezarcı İbrâhîm, (Bir mezar kazmıştım. Mezardan ve kerpiç parçalarından misk kokusu duydum. Kabre baktım. Bir ihtiyâr oturmuş Kur'an-ı kerim okuyordu) dedi. Muhammed bin İshâk ibni Mende, Âsım-ı Sekâtîden haber veriyor ki, Belh şehrinde bir kabir kazdık. Yanındaki kabrin içi göründü. İçeride yeşil kefenli bir ihtiyâr, elinde Kur'an-ı kerim okuyordu. Bu kitapta, bunun gibi çok şeyler yazılıdır. Hadis âlimlerinden Ebû Muhammed Helâl (Kerâmât-ül-Evliyâ) kitabında, Ebû Yûsüf Gasûlîden haber veriyor: Şâmda İbrâhîm bin Edhem hazretlerinin yanına gittim. Bugün, şaşılacak birşey gördüm dedi. O nedir dedim. Karşıdaki kabristanda bir kabir yanında idim. Kabir yarıldı. Yeşil kefenli bir ihtiyâr göründü. Yâ İbrâhîm! Allahü teâlâ beni, senin için diriltti. Dilediğini benden sor dedi. Allahü teâlâ seni nasıl karşıladı dedim. Etrâfımı kötü amellerim sarmıştı. Seni üç şey için affettim buyurdu: Benim sevdiklerimi severdin, dünyada hiç içki içmezdin, aksakalınla huzuruma geldin. Böyle huzuruma gelen müminlere azâb yapmaktan utanırım buyurdu. İhtiyâr, bundan sonra kabirde gayb oldu. İbnül Cevzî (Safvet-üs-Safve) kitabında Mu'âzeyi anlatırken bildiriyor: Ümmül Esved dedi ki, Mu'âze benim süt anam idi. Birgün dedi ki, Ebüs-sahbâ ve oğlum şehit olunca, dünya gözüme zindan oldu. Hiçbir şeyden tad alamaz oldum. Yalnız şunun için yaşamak istiyorum ki, cenâb-ı Hakkın rızasına kavuşturacak birşey yapabilsem de, Ebüs-sahbâ ile ve oğlum ile Cennette buluşabileyim. Muhammed bin Hüseyn bildiriyor: Mu'âze vefât ederken ağladı. Sonra güldü. Sebebini sorduk. Namazdan, orucdan ve Kur'an-ı kerim okumaktan ve Allahü teâlâyı zikretmekten ayrılıyorum diye üzülmüştüm. Sonra Ebüs-sahbâyı gördüm. İki parça yeşil elbise giymiş. Dünyada böyle görmemiştim. Bunun için de güldüm dedi. Mu'âze, Hz. Âişeyi görmüştü. Ondan hadis-i şerif haber vermişti. Hasen-i Basrî ve Ebû Kılâbe ve Yezîd Rekâşî gibi büyük âlimler, Mu'âzeden hadis rivayet etmişlerdir.

[Zübde müellifi İbrâhîm Mısrî 957 de, Muhammed ibni Cerîr Taberî 310 [m. 923] da, Ebülferec Abdürrahmân ibnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1200] de, İbni İshâk Muhammed 151 [m. 768] de Bağdâdda, İbni Mende Muhammed 395 [m. 1005] de, Ebû Muhammed Abdüllah Helâl mâlikî 616 [m. 1219] da Mısrda, İbni Receb hanbelî 795 de vefât etmiştir].

Kabir azâbını görenler de vardır. Mümin sûresinin kırkaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Fir'avna ve adamlarına her sabah ve akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir) buyuruldu. (Buhârî) ve (Müslim)deki hadis-i şerifte, (Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabir azâbını, benim işittiğim gibi, size de işittirmesi için, duâ ederdim) buyuruldu. Kabir azâbı ruha ve cesede birlikte olmaktadır. Çünkü, küfrü ve günahları ikisi birlikte yapmaktadır. Yalnız, ruha azâb yapılması, hikmete ve ilâhî adalete uygun değildir. Âlimler buyuruyor ki, beden kabirde çürüyüp yok olmakta görülüyor ise de, Allahü teâlânın ilminde vardır. Eshâb-ı kirâmdan birçoğu, ölülerin ruhlarına bedenleri ile birlikte azâb yapıldığını görmüş ve haber vermişlerdir. İbn-i Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da ve imam-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr)da ve Abdürrahmân ibni Receb hanbelî [İbni Receb 795 [m. 1392] de vefât etti.] (Ehvâl-ül-kubûr)da bildiriyorlar ki, bir kimse, Resûlullahın yanında (Topraktan birinin çıktığını gördüm. Bir adam buna sopa ile vurarak yerde gâib olduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resûlullah bunu işitince, (O gördüğün Ebû Cehldir. Kıyâmete kadar böyle azâb çeker) buyurdu. Bu ve bunun gibi haberler, Peygamberler ve Evliyâ gibi, herkesin de kabirdekileri görebileceğini bildirmektedirler. Evliyânın görmesi, hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ile görmektedirler.

Buraya kadar yazdıklarımız, mevtâların mezarda, kabir hayatı denilen bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını göstermektedir. İslâm âlimlerinin hepsi diyor ki, ölmek, yok olmak değildir. Bir evden bir eve göç etmek demektir. Peygamberler ve Velîler de, islâmiyeti yaymak için çalışmışlardır. Hepsi şehitlik derecesine kavuşmuşlardır. Şehitlerin diri oldukları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Böyle olunca, onlardan tesebbüb ve teşeffû' ve tevessül etmek şaşılacak bir şey midir? (Tesebbüb) demek, onları sebep yapmak, yâni Allahü teâlâ katında yardım etmelerini dilemektir. (Tevessül) demek, bizim için duâ etmelerini dilemektir. Çünkü onlar, Allahü teâlânın dünyada da, âhırette de sevgili kullarıdır. Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin verileceğini, Kur'an-ı kerim bildirmektedir. Böyle olan meyyitlerden, dirilerden beklenen şeyleri bekliyen bir kimse kötülenebilir mi? Bunlardan beklenen şeyleri, Allahü teâlânın yaratacağına, Allahdan başka yaratıcı bulunmadığına inanan bir kimsenin, mezardaki Peygamberleri, Velîleri sebep kılması, vesîle yapması, hiç inkâr olunabilir mi? Bunları, onlar çürüdü, toprak oldu, yok oldu zannedenler inkâr eder. İslâmiyeti bilmiyenler ve onların büyüklüğünü, yüksekliğini anlıyamıyanlar inanmaz. Peygamberlerin ve Evliyânın yüksekliklerini ve üstünlüklerini anlamıyan kimseler, din câhilleridir. İslâmiyeti anlamamışlardır. Onların câhil dedikleri müslümanlar, kendilerinden daha bilgili ve daha anlayışlıdırlar. Evliyânın ve Peygamberlerin mezarlarına gidip, onların vâsıtası ile, onları sebep kılarak, Allahü teâlâdan birşey istemenin ve kıyâmet günü bize şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmanın câiz olduğu, hadis-i şeriflerde bildirilmiştir ve islâm âlimleri sözbirliği ile haber vermişlerdir. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın hadis-i şeriflerine ve Onun yolunda giden seçilmişlerin, sevilmişlerin kitaplarına inanmak nîmetini bize ihsân eden Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun! Bu büyük nîmeti Rabbimiz bize ihsân etmeseydi, kendimiz anlıyamaz, bulamaz, helâk olurduk.

Peygamberlerin ve Evliyânın vâsıtası ile yâni onları sebep yaparak, vesîle ederek, Allahü teâlânın yaratmasını istemek câiz olduğunu gösteren âyet-i kerimeleri bildirelim: Mâide sûresinin otuzsekizinci âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! Ona yaklaşmak için vesîle arayınız) ve İsrâ sûresinin elliyedinci âyetinde meâlen, (Ol kimseler ki, duâ ve ibâdet ederler, Rablerine yaklaşmak için, vesîle ve sebep ararlar. Sebeplerin Allahü teâlâya en çok yaklaştıranını isterler) buyuruldu. Bu âyet-i kerimelerde Allahü teâlâ, sebebe, vesîleye yapışmağı emretmektedir. Vesîlenin kendisine en çok yaklaştırıcı bir şey olduğunu bildirmektedir. Vesîlenin belli bir şey olduğu bildirilmedi. Bunun için, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan herşey, yâni Hâricîlerin dedikleri gibi yalnız duâları değil, şefaatleri ve Allahü teâlâ indinde mertebeleri ve kıymetleri ve kendileri hep vesîledirler. [(Vehhâbî) kitabının doksanyedinci sayfasında de bu âyet-i kerimelerden ikincisi yazılı olup, Katâdenin (Allahü teâlâya, râzı olduğu ibâdetleri yaparak yaklaşınız) dediğini bildiriyor. Vesîle, Peygamberlerin ve onların yolunda olanların gittikleri yoldur. Onların yolu vesîledir, kendileri vesîle değildir diyor.] Ehl-i sünnet âlimleri ise, Peygamberlerin ve onlara tâbi olanların gittikleri yol, yâni îman ve ibâdet ve ihlâs, vesîle olduğu gibi, o büyüklerin şefaatleri, makamları, kerâmetleri, duâları ve kendileri de vesîledir dedi. Kendileri vesîle olamaz diyenler, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ve Peygamberlere ve Evliyâya iftirâ ediyorlar. Peygamberlerin ve Evliyânın kendilerinin vesîle edilmesi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir.

Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azâb etmem) buyuruldu. Tefsîr kitaplarında ve Buhârîde bildirildiği gibi, kâfirler Peygamberimiz ile alay ediyorlardı. Rabbine söyle de, bize çabuk azâb göndersin diyorlardı. Bu sözleri üzerine, yukarıdaki âyet-i kerime nâzil oldu. Resûlullahın mübârek cesed-i şerifinin kâfirler arasında bulunması, onlara azâb gelmesini önlemektedir buyuruldu. Resûlullah, Peygamberlik makamı ile, yâhut duâ ederek, yâhut şefaat ederek, azâb gelmesini önlüyordu denilemez. Çünkü, kâfirlere duâ ve şefaat edilmediği gibi, inanmadıkları Peygamberliğin onlara faydası olamaz.

Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinin devamında meâlen, (Onlar istiğfâr ettikleri için Allahü teâlâ onlara azâb yapmaz) buyuruldu. Selef-i sâlihînden birçoğu bu âyet-i kerime için, onlardan, istiğfâr edecek olan çocuklar dünyaya geleceği için, onlara azâb etmem demektir dedi. Allahü teâlâ, kâfirlerden müminler dünyaya getirmeyi ezelde takdîr buyurduğu için, o kâfirlere azâb etmem buyurdu. Böyle söyliyen âlimlere göre, kâfirlerin kanında bulunan, müminlerin zerreleri, azâbı önlemeye sebep olmaktadır.

Bekara sûresinin ikiyüzellibirinci âyetinde ve Hac sûresi kırkıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ insanları birbirine karşı serbest bıraksaydı, yeryüzü altüst olurdu) buyuruldu. Tefsîr âlimlerinden birkaçı, bu âyet-i kerimeye, Allahü teâlâ, müminleri yaratmayıp yalnız kâfirleri yaratsaydı, yeryüzü karmakarışık olurdu. Müminlerin vücûdları, yeryüzünün karışmasını önlemektedir dedi. Saadet, insanın kendisindedir. İşleri ile hâsıl olmaz. Bunun için hadis-i şerifte, (İnsan, dünyaya gelmeden önce Sa'îddir, iyidir. Yâhut şakîdir, kötüdür) buyuruldu. İnsana sa'îd olmasında, iyi işlerinin te'sîri bulunması, görünüştedir. Hakîkatte böyle değildir. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Bir kimse, Cehenneme götürücü kötü işleri yapar. Cehenneme yaklaşır. Ümm-ül kitapta, yâni ilm-i ilâhîde sa'îd ise, son günlerinde Cennete götürücü bir iş yaparak Cennete gider) buyuruldu. Amel, insanı Cennete götürmez. Cennete gitmeye sebep olur. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Hiç kimse iyilikleri ile, ibâdetleri ile Cennete girmez) buyuruldu. Senin için de böyle midir? Yâ Resûlallah! dediklerinde, (Benim için de böyledir. Ancak Allahü teâlânın merhameti ile, ihsânı ile kurtulurum) buyurdu. İyi işler, ibâdetler yapan, elbet Cennete gider denilemez. Ezelde sa'îd yazılmış olan elbet Cennete gider denilir. Saadet ve şekâvet, insanların işlerine değil, kendisine göredir. Allahü teâlânın, Muhammed aleyhisselâmı, insanlar arasından seçmesi ve Onu bütün Peygamberlerinden üstün yapması, mübârek zatı içindir, kendisi içindir. Bunu her mümin bilmektedir. Resûllerin, Nebîlerin, Velîlerin üstünlükleri de, hep böyledir. Mevkı', mertebe ve her yükseklik zata tâbidir. Zat, mevkı'e tâbi değildir. [Meselâ, insan pâşa olduğu için kıymetlidir, denilmez. Kıymetli olduğu için, pâşa olmuştur denir.] Vehhâbîlerin, madde, cism ve zat, sebep olamaz sözlerinin yanlış olduğu anlaşıldı. Âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve Resûlullahın sünnet-i seniyyesi, onların yanlış ve bozuk yolda olduğunu göstermektedir.

Hadis-i şerifte, (Toprağımızın ve birimizin tükrüğünün bereketi ile ve Rabbimizin izni ile hastamız şifâ bulur) buyuruldu. Bir kimse temiz toprağı, temiz tükrüğü ile karıştırıp, hastaya ilâc yaparsa, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Toprak ve tükrük ve eczâcının te'sîri belli olan ilâcları, hep maddedir, cismdir, yâni zâttırlar. Bunların mevkı'i, rütbesi ve şefaati düşünülemez. İmâm-ı Müslim Şâfi'înin (Sahîh-i Müslim) kitabındaki hadis-i sahihde buyuruldu ki, (Zemzem suyu, içenin niyetine göre fayda verir). Zemzem suyu, dünya ve âhıretin herhangi bir faydası için niyet ederek içilirse, istenilen fayda hâsıl olur. Böyle olduğu çok görülmüştür. Zemzem suyu, zâttır, maddedir. Şifâ, fayda vermek için, rütbesi ile te'sîr etmesi, yâhut duâ ve şefaat etmesi düşünülemez.

Sahih olan hadis-i şerifte ve bütün fıkh âlimlerinin sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Kâbe kapısı ile (Hacer-ül-esved) taşının arasındaki tavâf yerine (Mültezem) denir. Bir kimse, burada karnını Kâbe duvarına değdirip, (Mültezem)i vesîle ederek, Allahü teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan, kusurdan korur. Böyle olduğu çok tecrübe edilmiştir. Herkesin bildiği gibi, Mültezem, Kâbe duvarında birkaç taştır. Bu taşlar zâttır. Yâni maddedir. Allahü teâlâ, her maddeye belli hâssalar, özellikler verdiği gibi, bu taşlara da, hayra, faydaya vesîle olmak hâssasını vermiştir. [Aspirine ağrı kesmek, kinine sıtma plasmodyumlarını öldürmek, ispirtolu suya aklı gidermek hâssalarını verdiği gibi, bu taşlara, başka taşlardan fazla olarak, duâların kabûl olmasına sebep olmak hâssasını vermiştir.]

Kâbenin kuzey tarafında bulunan su oluğunun altındaki tavâf yerine ve Mescid-i Haram içindeki, Kâbe kapısı karşısında bulunan (Makam-ı İbrâhîm) denilen yere ve (Hacer-ül esved) denilen Kâbe köşesindeki taşı öpmeye ve elini yüzünü sürmeye de, böyle faydalı hâssalar verilmiştir. Bunlara tevessül edenlerin, yâni bunları vâsıta kılarak duâ edenlerin, duâları kabûl olmak hâssasını, kıymetini, Allahü teâlâ bu maddelere vermiştir. Bu maddelerin, duâların kabûl olmasına vesîle oldukları biliniyor ve görülüyor ve inanılıyor da, Resûlullahı ve Onun yolunda olan, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek yapılan duâlar hiç kabûl olmaz mı? Eğer bir kimse, yerdeki toprağın ve bazı kimselerin tükrüğünün ve Zemzem suyunun ve Mültezemdeki taşların ve İbrâhîm aleyhisselâmın mübârek ayaklarının izi bulunan Makam-ı İbrâhîmin ve Hacer-ül-esved taşının, yâni bu maddelerin hepsinin faydalı şeyler için vesîle, sebep olmaları, Peygamberlerin ve Evliyânın mezarlarının da, vesîle olacağını göstermez derse, bu kimsenin din câhili olduğunu, Allahdan ve Resûlullahdan ve müslümanlardan utanmadığını gösterir. Çünkü, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın zat-ı şerifini çok yüksek bilirler, pek saygı gösterirlerdi.

Urve-tebni Mes'ûd-issekafînin (Buhârî)de ve başka kitaplarda bildirilen sözleri meşhûrdur. Urve diyor ki, (Hudeybiye) sulhu için, müşriklerin elçisi olarak, Resûlullahın yanına gelmiştim. İşim bittikten sonra Mekkeye, Kureyş büyüklerinin yanına döndüm. Onlara dedim ki, biliyorsunuz. Acem şâhı olan Kisrâlara ve Bizans kıralı olan Kayserlere ve Habeş pâdişâhı olan Necâşîlere çok gittim, geldim. Bunlara yapılan hurmetin, Muhammed aleyhisselâmın Eshâbının, Muhammed aleyhisselâma yaptıkları hurmet kadar çok olduğunu görmedim. Muhammed aleyhisselâmın tükrüğünün yere düştüğünü görmedim. Eshâbı avuçları ile kapışıp yüzlerine, gözlerine sürüyorlardı. Abdest almış olduğu suyu da kapışıp, bereket için saklıyorlardı. Traş olunca, bir kılı yere düşmeden önce Eshâbı kapışıyorlardı. En kıymetli cevher gibi saklıyorlardı. Saygılarından, edeblerinden, yüzüne bakamıyorlardı dedi. Eshâb-ı kirâmın Resûlullahın zâtından ayrılan en ufak zerrelere, hattâ başkaları için pis, çirkin sayılan şeylerine bile nasıl kıymet verdikleri bu haberden anlaşılmaktadır. Bu saygı ve edebler mübârek tükrüğünün ve mübârek uzvlarına değmiş olan abdest sularının, onlara duâ etmeleri veya şefaat etmeleri, yâhut rütbe ve kıymetleri olduğu içindir denilebilir mi? Bunlar, maddedir. Fakat, en şerefli bir zâttan, maddeden ayrıldıkları için, kıymetli olmuşlardır. Hakîkî din adamıyız, tevhîd ehliyiz diyerek övündükleri hâlde, Resûlullahı Lât putu ile bir tutuyorlar. Resûlullahın ve Onun Eshâbının yaptıklarını ve emrettiklerini puta tapmaya benzetiyorlar. Onlar gibi söylemekten, onlar gibi düşünmekten ve onlar gibi inanmaktan Allahü teâlâya sığınırız.

Peygamberleri ve Onların yolunda olan seçilmiş, sevilmiş Velîleri vâsıta kılarak Allahü teâlâdan dilekte bulunmanın câiz olduğunu gösteren hadis-i şerifler o kadar çoktur ki, bunlara kötü düşmanlarımız hiç cevap veremiyor. Şaşırıp kalıyorlar: Buhârî ve Müslim kitaplarında yazılı olduğu üzere, Esmâ bint-i Ebî Bekr yanındakilere Peygamberimizin yeşil bir cübbesini gösterdi. Yakası ipekten idi. (Bu palto, Hz. Âişenin yanında idi. O vefât edince, ben aldım. Bu cübbeyi hastalarımıza giydirerek, tedâvî etmekteyiz. Hastalarımız bununla iyi oluyorlar) dedi. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi ve bütün üstünlüklerin sahibi giymiş olduğu için, Eshâb-ı kirâm bu cübbeyi şifâ bulmak için vesîle etmektedirler.

Muhammed Humeydî Ezdî mâlikî Endülüsînin [Humeydî 488 [m. 1095] de Bağdâdda vefât etti.] iki sahih kitaptan toplıyarak hazırladığı kitabında, Abdüllah bin Mevhib diyor ki, zevcem beni, Ümm-i Seleme vâlidemize gönderdi. Elime içinde su bulunan bir kadeh verdi. Ümm-i Seleme hazretleri, gümüşten bir kutu getirdi. İçinde Resûlullahın sakal-ı şerifi vardı. Sakal-ı şerifi, elimdeki suya sokup kaşık gibi çalkaladı ve çıkardı. Nazar değmiş olanlar ve başka derdi olanlar, su getirip, hep böyle yaparlar, bu suyu içerek şifâ bulurlardı. Gümüş kutuya baktım, birkaç dâne kırmızı kıl gördüm dedi.

Humeydînin, Buhârîden ve Müslimin sahihinden topladığı kitabında, Sehl bin Sa'd diyor ki, Resûlullah mübârek gömleğini bana hediye etmiş idi. Annem, benden almak istedi. Bunu kefen yapmak için, saklıyacağım dedim. Resûlullah efendimizin mübârek gömleği ile bereketlenmek istedim, dedi. Görülüyor ki, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın mübârek gömleğini, azâbdan kurtulmak için vesîle ve sebep yapıyorlardı.

Buhârî ve Müslimde Ümm-i Selîmden haber veriliyor: Resûlullah yanımda uyuyordu. Mübârek yüzü inci gibi terlemişti. Terlerini alıp bir yere koyarken uyandı. (Yâ Ümm-i Selîm! Ne yapıyorsun?) buyurdu. Yâ Resûlallah! Mübârek terin ile çocuklarımızın bereketlenmesini istiyorum dedim. (İyi yapıyorsun) buyurdu. İbni Melek (Mesâbîh) kitabının şerhinde diyor ki, bu hadis-i şerif gösteriyor ki, tasavvuf büyüklerinin ve âlimlerin ve sâlihlerin kullandıkları şeylerle de, Allahü teâlânın rızasını kazanmak câizdir.

İmâm-ı Müslim Sahihinde diyor ki, Resûlullah sabah namazını kılınca, Medîne halkı, içinde su bulunan kablarla huzuruna gelirlerdi. Her kaba mübârek ellerini sokardı. İbn-ül Cevzî (Beyan-ül müşkil-il Hadis) kitabında diyor ki, Medîne ehâlîsi böylece, Resûlullah ile bereketlenirler idi. Bir âlime gelip de böyle bereketlenmek istiyenleri, âlimin boş çevirmemesi iyi olur. İbni Cevzînin bu sözü ve imam-ı Nevevînin (Sahîh-i Müslim) şerhindeki yazıları ve Kâdı İyâdın (Müslim şerhi) ve Hanefî âlimlerinden Abdüllatîf ibni Melekin [İbni Melek 801 [m. 1399] da Tîrede vefât etti.] yazılarından anlaşılıyor ki, böyle bereketlenmek, faydalanmak, Hâricîlerin zannettikleri gibi, yalnız Resûlullaha mahsûs değildir. [Hâricîlerin bu âlimlerin kitaplarından haberleri olmadığı yâhut bile bile inat ettikleri anlaşılmaktadır. Bu ise, kötü niyetli, ard düşünceli olmak demektir.]

Buhârî kitabında, İbni Sîrînden haber veriyor: İbni Sîrîn diyor ki, Resûlullah efendimizin sakal-ı şerifinden bir parça elime geçti. Bunu Ubeydeye söyledim. Bende bir sakal-ı şerif bulunmasını, dünyada olan herşeyden daha çok severim dedi.

Buhârî-i şerifte diyor ki, Resûlullahın çok zaman hizmetinde bulunmakla şereflenmiş olan Enes bin Mâlik, kendisi ile berâber bir sakal-ı şerifin defnolunmasını vasıyet etti. Kabirde, Allahü teâlânın huzuruna sakal-ı şerif ile birlikte çıkmak istedi. Kâdı İyâd (Şifâ) kitabında diyor ki, Resûlullahın fazîletlerinden ve kerâmetlerinden ve bereketlerinden birisi de şudur ki, Hâlid bin Velîd, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerif taşırdı. Bunu taşıdığı her muhârebede zafer kazanırdı. Hâlid, mübârek bir kılı sebebi ile murâdına kavuşuyor da, Resûlullahın mübârek zat-ı şerifini vesîle ederek Allahü teâlâdan dilekte bulunanlar kavuşmaz olur mu? Büyük islâm âlimi, Resûlullahın âşıkı olan İmâm-ı Muhammed Busayrî şâzilî [Busayrî 695 [m. 1295] de Mısrda vefât etti.] (Kasîde-i bürde)de bu inceliği çok güzel anlatmaktadır.

Buhârî ve Müslim sahihlerinde diyor ki, Abdüllah ibni Abbâsın haber verdiği hadis-i şerifte, Resûlullah iki kabrin yanına geldi. İkisinin de azâbda olduğunu anladı. Bir hurma dalı istedi. İkiye ayırıp, kabirler üzerine dikti. (Bunlar yeşil kaldıkca, azâbları hafîfler) buyurdu. Bir kabirde azâbın hafîflemesi için, üzerine yeşil hurma dalı konulması, hadis-i şerifte bildirilmiştir. Allahü teâlâ, yeşil otların bereketi ile kabirdeki azâbı hafîfletmektedir. Yeşil ot, bir zâttır, bir maddedir. Bunu dikmekle azâbın azalması, Resûlullaha mahsûs değildir. Yeşil hurma dalının her zaman kabir üzerine dikilmesini, islâm âlimleri, sözbirliği ile bildirmektedir. İslâm mezarlıklarına servi ağaçları dikilmesi bundan ileri gelmektedir. Hurma dalı gibi bir madde, azâbın azalmasına sebep oluyor da, varlıkların, maddelerin en kıymetlisi olanı sebep ve vesîle etmek câiz olmaz mı? Aklı olan, doğru düşünebilen kimse, buna olmaz diyebilir mi?

Maddeyi, zâtı, Allahü teâlânın rızasını kazanmaya vesîle etmek câizdir. Ebû Süfyânın zevcesi olan Hind, (Uhud) gazvesinde Hz. Hamzanın karaciğerinden bir parçasını, ağzına alarak, çiğnemişti. Resûlullah, (Hamza, ind-i ilâhîde çok kıymetlidir. Onun bedeninden hiçbir parçasını Cehennemde yakmaz) buyurdu. [Hindin îmana geldiği, Cehenneme gitmiyeceği buradan da anlaşılıyor.] Mâlik bin Sinân, Resûlullahın mübârek kanını içtiği zaman, (Cehennem ateşi seni yakmaz!) buyuruldu. Bunun gibi, Abdüllah bin Zübeyr, mübârek hacamât kanından içince, (İnsanlardan sana çok şeyler olur. Senden de insanlara çok şeyler olur) buyurdu. İçtiği için darılmadı. Mübârek artığını içen kadına da, (Karın ağrısı hiç çekmezsin) buyurdu. Bu hadis-i şerif sahihdir. Kadının ismi (Bereke)dir. Bunu birçok âlimler, meselâ Kâdı İyâd, (Şifâ) kitabında ve Kastalânî (Mevâhib-ül-ledünniyye) kitabında yazmışlardır. Ey müslümanlar! Resûlullahın mübârek bedeninden ayrılan kan ve benzeri şeyler, bunları içenlerin Cehennem ateşinden kurtulmasına sebep ve vesîle oluyor ve ağrıları önlüyor da, mübârek vücûdlarının, zâtının, bu iyiliklere vesîle ve sebep olmasına niçin inanılmasın? Mübârek zâtı, Allahü teâlânın nûrundan idi. Gölgesi yere düşmezdi. Böyle olduğunu, Câbir ve başkaları bildirdiler. Allahü teâlânın sevgilisi ve Peygamberlerin en üstünü için, vesîle edilmez, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmaz diyen bir kimse, o yüce Peygamberin ümmetinden midir, yoksa düşmanlarından mıdır? Kâfirlere bile rahmet olduğu, âyet-i kerimelerde bildirilmiştir. Müslümanlar için ve Ona âşık olan (Ehl-i sünnet vel-cemaat) için, rahmete, vesîle ve sebep olmaz mı?

(Vesîle arayınız!) âyet-i kerimesinin emrettiği vesîle, hem ibâdetlerdir, hem duâlardır, hem de mübârek kıymetli zâtların kendileridir. Yukarıda bildirdiğimiz hadis-i şerifler ve olaylar bunu açıkça göstermektedir.

Mahlûklardan herşeyi, hattâ insanın yapamıyacağı, fakat kerâmet olarak Allahü teâlânın Evliyâsına ihsân ettiği şeyleri istemek câiz olduğunu gösteren çeşidli âyet-i kerimeler vardır. Bunlardan biri (Neml) sûresindeki âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime, Süleymân aleyhisselâmın meâlen, (Ey cemaatim! Onu kürsîsi ile hanginiz getirirsiniz?) dediğini bildirmektedir. Cemaatin içinde, cin ve insanlar ve şeytanlar da vardı. Cinnin kötü kısmlarından, İfrît, sen yerinden kalkmadan onu getiririm, dedi. Süleymân aleyhisselâm bundan daha çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleymân aleyhisselâmın kâtibi olan Âsâf bin Berhıyâ, ben daha çabuk getiririm, dedi. Belkısın kürsîsi Yemende idi. Süleymân aleyhisselâm, Şâmda idi. Arada, [insan yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan Şâma yer altından hemen getirdi. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir kerâmet idi. Allahü teâlâ, Velîleri için, sevdiği iyi kulları için, âdetinin, kanûnlarının dışında olarak kerâmet vermektedir. Allahü teâlâ, sâlih kulu olan bir Velîsine verdiği kerâmeti, Kur'an-ı kerimde, överek bildiriyor. Bu kerâmeti istediği için, Süleymân aleyhisselâma darılmıyor. Ben sana şah damarından daha yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların yapamıyacağı birşeyi, benden başkasının gücü yetmiyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi. Çünkü, Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın Peygamberi idi. Bu sözün, bu dileğin, sebeplere yapışmak olduğunu ve sebeplere yapışmanın Onun dînine uygun olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ, sebeplere yapışmağı emretmektedir. Resûlullahdan ve şehitlerden ve sâlih kullardan birşey istemek de, bunun gibidir. Allahü teâlânın onlara ihsân etmiş olduğu kerâmetlerden faydalanmaktadır. Onlar sebebdir, vâsıtadır, vesîledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü teâlâdır. Velîlerin kerâmeti, Peygamberlerin üstünlüklerinden, mucizelerindendir. Velîler, Peygamberlere uydukları için, onların vâsıtaları ile kerâmetlere kavuşmaktadırlar.

Allahü teâlânın sevdiği kullarına ve herşeyden önce Peygamberlerin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tevessül etmenin, onlardan şefaat istemenin câiz olduğunu gösteren âyet-i kerimelerden birisi de, Bekara sûresinin seksendokuzuncu âyet-i kerimesidir. Hadis âlimleri, sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bu âyet-i kerime, Hayber yahudileri için gelmiştir. Câhiliyye zamanında, yâni Resûlullahdan önce, bu yahudiler, (Esed) ve (Gatfân) kabîleleri ile harp ediyorlardı. Harp ederken, (Yâ Rabbî! Âhır zamanda göndereceğin Peygamber hakkı için, bize yardım et!) diyerek yalvarıyorlardı. Âhır zaman Peygamberini vesîle ederek, zafer kazanıyorlardı. Fakat, Resûlullah gelip, islâmiyeti bildirince, kıskandılar, inat ettiler, inanmadılar. İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Bedâyi'-ul-Ferâid) kitabında diyor ki, yahudiler, câhiliyye zamanında komşuları olan arablarla harp ederlerdi. Resûlullah dünyaya gelmeden önce, onun mübârek vücûdu ile Allahü teâlâdan yardım isterlerdi. Allahü teâlâ, onlara yardım eder, gâlib gelirlerdi. Resûlullah, dünyaya gelip, islâmiyeti yaymaya başlayınca, inanmadılar, kâfir oldular. Dünyaya gelmeden önce inanmamış olsalardı, onun sebebi ile yardım istemezlerdi. (Beydâvî) tefsîrinin bazı açıklamalarında, Sa'deddîn-i Teftâzânîden şöyle naklolunuyor ki, Resûlullahın mübârek ismini söyliyerek yardım istiyorlardı. Mübârek ismini, şefaatcı ediniyorlardı. Sâlih ve zâhid âlimlerden Takıyyuddîn Husnî, (Mevlid-ün-nebî) kitabında diyor ki, bir müslüman, Resûlullahın iyi huylarını, yumuşaklığını, affını ve sabrını öğrenince, Onun Allahü teâlâ yanındaki kıymetini, üstünlüğünü anlayıp, her işinde Onu vesîle eder. Çünkü O, şefaatcıdır. Allahü teâlâ, Onun şefaatini red etmez. Allahü teâlânın sevgilisidir. Onu vesîle kılarak, Onu şefaatcı ederek istenilenleri, Allahü teâlâ verir. Allahü teâlâ, bunu Kur'an-ı kerimde bildiriyor ve Evliyâsına ilhâm ediyor. Onun ve bütün müslümanların düşmanı olan bile, Onu vesîle kılarak, istediklerine kavuştuklarını, Kur'an-ı kerim haber veriyor. Onu çok sevdiği, çok üstün yaptığı için, onların dileklerini verdim buyuruyor. Abdüllah ibni Abbâs buyuruyor ki, câhiliyye zamanında, Hayber yahudileri, Gatfân denilen arab kâfirleri ile döğüşürlerdi. Yahudiler, mağlup olurdu. Allahü teâlâya duâ ederek, yâ Rabbî! Âhır zamanda bize göndereceğini söz verdiğin sevgili Peygamberinin hakkı için, hurmeti için, bize yardım et diyerek yalvarırlardı. Her zaman böyle duâ ederek, Gatfân kâfirlerine gâlib gelirlerdi. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı, Peygamber olarak gönderince inanmadılar. Kâfir oldular. Allahü teâlâ, bunu, yukarıdaki âyet-i kerimede bildirmektedir. Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâ yanındaki kıymetine, şerefine ve üstünlüğüne bakınız ki, Onu vesîle eden kâfirlerin bile duâsını kabûl buyurmaktadır. Yahudilerin, O sevgili Peygambere en büyük düşman olacaklarını ve O yüce Peygamberi çok inciteceklerini bildiği hâlde, Onu vesîle ederek yaptıkları duâları kabûl buyururdu. Dünyaya teşrîf etmeden önce, şerefi, şefaati böyle olunca, âlemlere rahmet olarak gönderildikten sonra, Onu vesîle ve şefaatcı etmenin suç olacağını, hangi akıllı, insâflı kimse iddiâ edebilir? Buna inanmıyanların, yahudilerden daha kötü oldukları anlaşılmaktadır. Peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâm da, Onu vesîle yaparak duâ edince, duâsı kabûl olmuş idi. Tefsîrler ve hadis kitapları, bunu uzun bildirmektedir. Bunları anlıyanlar, Onu vesîle etmeye inanmıyanların nasıl kimseler olduklarını iyi anlarlar.

FASL: Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle ve şefaatcı yaparak, Allahü teâlâdan istenilen şeylerin hâsıl olması, onların kerâmetinden ve üstünlüklerindendir. Öldükten sonra da kabirlerinde kerâmet sahibidirler. Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleri, kerâmetin var olduğunu ve kerâmete inanmak vâcib olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir. Evliyânın kerâmeti olduğunu, Allahü teâlânın kitabı haber vermektedir. Âyet-i kerime, Süleymân aleyhisselâmın, Belkısın kürsîsinin bir ânda, Yemendeki Sebe' şehrinden Şâma getirilmesini istediğini haber veriyor. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlar ile süslenmişti. Bunu, Âsâf bin Berhıyâ, bir ânda getirdi. Tahtın hiçbir yeri bozulmadan geldi. Âsâf, Velî idi. Tahtı bir ânda getirmesi, kerâmet oldu. Hz. Meryemin kerâmeti de Kur'an-ı kerimde, İmrân sûresinin otuzyedinci âyetinde bildirilmektedir. Hz. Meryemin yanına Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. Zekeriyyâ, her girişinde Hz. Meryemin yanında tâze meyve görürdü. Bunların Allahü teâlâdan geldiğini söylerdi. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, Peygamberlerin mucizeleri olduğu gibi, Evliyânın da kerâmetleri vardır. Çünkü, Peygamberlere tâbi olanları, Onlara uyanları, Allahü teâlâ çok sever. Onlara diri iken de, öldükten sonra da, kerâmetler ihsân eder. Peygamberlerin ve Evliyânın öldükten sonra da, mucize ve kerâmet göstermeleri, onların doğru söylediklerini daha iyi bildirmektedir. Çünkü, diri iken olan mucizeleri ve kerâmetleri gören düşmanlar, kâfirler, bunları başkasından öğrenerek yapıyorlar sanırlar. Fakat, öldükten sonra hâsıl olan mucize ve kerâmetler için, öyle sanmak ve söylemek olmaz. Mucizeleri ve kerâmetleri, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yalnız Onun kudreti ile olmaktadır. Peygamberlerine ve Velîlerine ihsân ederek, ikrâm ederek, onların sebebi ile, onların şefaatleri ile yaratmaktadır. (Mucize) Peygamberlerden, (Kerâmet) ise, Peygamberin yolunda olduğu bilinen sâlih müminden hâsıl olmaktadır. Peygamberler mâsumdur. Hiç günah işlemezler. Şeytan, Peygamberin şekline giremez. Evliyâ da, Peygamberlerin vârisleridir. Şeytan, onlara da yaklaşamaz. Ömer ve Abdüllah ibni Mes'ûd ve daha birçok Sahâbeden şeytanın kaçtığı kitaplarda yazılıdır. Ali Uşî Fergânevî (Bed'ül-emâlî) kasîdesinde:

Velînin kerâmetleri dünyada,

Vardır, onlar ihsân sahipleridir.

buyuruyor. Anlayışlı, akıllı kimseler için bu beytte takılacak birşey yoktur. Çünkü, Velîlerin kerâmetleri dünyada hâsıl olur demektedir. Çünkü, Ehl-i sünnet ile mu'tezile arasında dünyadaki kerâmet için ayrılık olmuştur. Onlar dünyada kerâmet olmaz dedi. Kerâmet olursa, mucize ile karışır. Peygamber ile Velî ayrılamaz sandılar. Ehl-i sünnete göre, mucize sahibinin, Peygamber olduğunu bildirmesi lâzımdır. Kerâmet sahibinin, Velî olduğunu söylemesi yasaktır. Söylerse, Velî olmadığı anlaşılır. Mezhepsizler, bunu anlasalardı, zındıkların, yalancıların çirkin sözlerini ileri sürerek, Evliyâya dil uzatamazlardı. Yukarıdaki beyt, Velînin kerâmetleri, dünyada da vardır. Kendilerinden istenilen şeyleri ve şefaat etmelerini, Allahü teâlâ dilek sahiplerine ihsân eder demektir. Anlayışı az olanlar, yukarıdaki beyti, Velînin yalnız dünyada iken kerâmeti olur sanıyor. Velî ölünce, kerâmeti olmaz diyorlar. Böyle anlamak yanlıştır. Çünkü, derin âlimler, meselâ Şerefüddîn Halîl Neccârî Yemenî hanefî [Halîl Yemenî 332 [m. 943] de vefât etti.] (Nefîs-ür-riyâd) ismindeki Emâlî kasîdesi şerhinde ve Eşbâh muhşîsi şeyh Ahmed [ve Kâmûs mütercimi Ahmed Âsım Efendi Emâlî kasîdesini şerh ederken] bu beyti bizim bildirdiğimiz gibi açıklamışlardır. Hattâ insanlar, kıyâmet kopuncaya kadar, yâni âhıret hayatı başlayıncaya kadar, dünyadadırlar denir. Muhammed bin Süleymân Halebî Reyhâvî, Emâlî kasîdesinin şerhi olan (Nuhbet-ül-leâlî) kitabında da, bunu uzun açıklamaktadır.

Velîlerin, öldükten sonra, sayılamıyacak kadar çok kerâmetleri görülmüştür. Âlimler bunları, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Burada yalnız birkaç dânesini bildireceğiz: (Buhârî) kitabında diyor ki, Eshâb-ı kirâmdan Âsım, hiçbir müşrike dokunmamak için ve hiçbir müşrikin de kendisine dokunmaması için, Allahü teâlâya söz vermiş idi. Kâfirler kendisini şehit edince, yanına yaklaşmak istediler. Cenâb-ı Hak, arılar göndererek Âsımı korudu. Arılar, o kadar çoktu ki, müşrikler yanına yaklaşamadılar. Bu, Âsıma ölümünden sonra ihsân edilen kerâmet idi. Eshâb-ı kirâmdan Hubeybi kâfirler yakaladı. Muhammed yalancıdır dersen seni bırakırız. Böyle söylemezsen öldürürüz dediler. Muhammed aleyhisselâmın mübârek ayağına bir diken batmaması için, cânımı feda ederim buyurdu. Şehit ettiler. Birkaç Sahâbî gece gelip, şehîdin ipini kestiler. [Alıp kaçırırlarken] Yere düştü. Yerde göremediler. Nereye gittiğini anlıyamadılar. Hanzala ismindeki Sahâbî, Resûlullah ile gazâya gitmek için acele etti. Gusül abdesti almaya vakit bulamadı. Şehit oldu. Kendisini melekler yıkadı. Bunun için, (Gasîl-ül-Melâike) adı ile meşhûr oldu. Bunların hepsi, (Buhârî) kitabında yazılıdır. Muhammed bin Abdüllah Tebrîzî şâfi'î [Tebrîzî 749 [m. 1348] de vefât etti.] (Mişkât) kitabında diyor ki, Âişe buyurdu ki, Habeş pâdişâhı (Necâşî) îmana geldi. Kabri üzerinde her zaman nûr parladığını çok kimseden işittim. Hz. Alînin kardeşi olan Câfer, şehit olduktan sonra, Yemendeki (Bîşe) şehrine meleklerle giderek yağmur yağacağını müjdelediğini Resûlullah haber verdi. Bunu yukarıda bildirmiştik. Hz. Hüseynin mübârek başı yanında kâri', yâni hâfız, (Kehf) sûresini okuyordu. (Eshâb-ı Kehf, bizim âyetlerimizden şaşırıp kaldı) meâlindeki âyet-i kerimeyi okuyunca, mübârek baştan, (Beni öldürmek ve sürüklemek, Eshâb-ı Kehften daha çok şaşılacak bir şeydir) sesi işitildi. Nasr-ül-Hazâî Me'mûn halîfe tarafından asılmıştı. Elinde mızrak olan biri, yanına bırakılıp, Nasrın yüzünü kıbleden çevirmesi emrolunmuştu. Gece karanlık basınca, mübârek yüzü kıbleye döndü. O sırada (Ankebût) sûresinin (Îman ettik diyenlerin kendi hâline bırakıldıkları mı sanıldı) meâl-i şerifindeki ikinci âyet-i kerimesini okuduğu işitildi. Bir kabirde (Mülk) sûresinin sonuna kadar okunduğu işitildi. Bunu yukarıda yazmıştık. Bu haberlerin hepsi doğrudur. Hadis âlimleri bildirmiştir.

İbni Asâkir Ali [İbni Asâkir 571 [m. 1176] da Şâmda vefât etti.] bildiriyor ki, Umeyr bin Habbab Selemî dedi ki, sekiz arkadaşımla birlikte, Emevîler zamanında rumlara esîr olduk. Bizi, Rum kayserine götürdüler. Bunların boynunu vurunuz emrini verdi. Önce öldürülmek için arkadaşlarımın önüne geçtim. Papazlar bana acıdı. Benim bu hâlime şaşırdılar. Beni affetmesi için Kayserin elini ayağını öptüler. Papazın biri, beni evine götürdü. Güzel bir kızı yanıma getirdi. Bu benim kızımdır. Sana nikâh ediyorum dedi ve bizim dînimize gir dedi. Zevce için ve mal için dînimi bırakmam dedim. Birkaç gün geçti. Bir gece, papazın kızı beni bahçeye çağırdı. Babamın dediğini niçin yapmıyorsun dedi. Ben, kadın için, mal için dînimden dönmem dedim. Burada kalmak mı, yoksa memleketine gitmek mi istersin dedi. Memleketime gitmek isterim, dedim. Gökte bir yıldız gösterdi. Geceleri bu yıldıza doğru git, gündüzleri gizlen! Böylece vatanına kavuşursun dedi ve yanımdan ayrıldı: Üç gece yürüdüm. Dördüncü günü saklanmıştım. Sesler işittim. Umeyr, Umeyr diyerek beni çağırıyorlardı. Baktım. Şehit olan arkadaşlarımı gördüm. Siz şehit olmadınız mı? Evet olduk. Fakat, Allahü teâlâ şimdi şehitlere emretti. Ömer bin Abdülazîzin cenâzesinde bulununuz dedi. At üzerinde idiler. İçlerinden biri, yâ Umeyr! Elini uzat dedi. Elimi uzattım. Beni arkasına oturttu. Sür'at ile gittik. Kendimi, Elcezîrede evimin yanında buldum dedi.

Abdürrahmân ibnül Cevzî [İbnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1202] de vefât etti.] diyor ki, Ebû Ali Berberî, Şâmdan Tarsûsa ilk olarak gidip yerleşen üç kişiden biridir. Rumlarla gazâ ediyordu. Arkadaşları ile birlikte esîr oldu. Umeyrin başına gelenler, bunlara da oldu. İki arkadaşını şehit ettiler. Papazlardan biri, bunu kurtarıp evine götürdü. Bunu aldatmak için, kızını araya koydu. Fakat Allahü teâlâ, kıza hidâyet ihsân eyledi. İkisi yola çıktılar, gündüz saklandılar. Ayak sesi duydular. Şehit olan iki arkadaşını gördü. Yanlarında melekler vardı. İki arkadaşına selâm verdi. Hâllerini sordu. Allahü teâlâ, bizi sana gönderdi. Bu kız ile nikâhında sana şâhit olacağız dediler. Nikâhdan sonra gittiler. Bunlar Şâma geldi. Berâber çok yaşadılar. Bu hâl, Şâmda yayıldı. [Muhammed Mâsum-ı Fârûkî Serhendî, 1068 [m. 1658] senesi ibtidâsında, Hindistândan ayrılarak, deniz yolu ile, önce Medîne-i münevvereye, sonra Receb başında Mekke-i mükerremeye geldi. Mübârek oğulları ile, hac yaparak, 1069 başında Hindistâna avdet eyledi. Bu bir sene içinde, Cennetül mu'allâda ve Cennetül Bakîde ziyâret ettiği zevât-ı kiram ve Hucre-i saadeti ziyâretinde Resûlullah, mübârek bedenleri ile görünerek, verdikleri müjdeleri hergün oğullarına haber vermiştir. Bunlardan Muhammed Ubeydüllah, bu haberleri arabî olarak toplamış, hâsıl olan risâleye (Yevâkît-ül-haremeyn) ismini vermiştir. Üç sene sonra fârisîye tercüme edilmiştir.] İbni Ebiddünyânın kitabında böyle vak'alar ve ölülerin kabir hayatı yazılıdır. Ebû Nu'aymın (Hilye) kitabında ve İbn-ül-Cevzînin (Safvet-üs-Safve) ve (Uyûn-ül-Hikâyât) kitaplarında ve daha birçok kitaplarda yazılıdır. İbni Teymiyye ve İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye de, Evliyânın kerâmetlerini güzel yazmışlardır.

[Şâfi'î âlimlerinin büyüklerinden İsmâ'îl Mûsulî, (Müzîl-ül-şübühât fî-isbât-il-Kerâmât) kitabında, Evliyânın kerâmet sahibi olduklarını vesikalarla isbât etmektedir. Kendisi, 654 [m. 1255] de vefât etmiştir.]

Hanefî mezhebindeki birkaç din adamının ve vehhâbîlerin, Evliyânın az zamanda uzak yerlere gitmelerine inanmamaları şaşılacak şeydir. Bu da, çeşidli kerâmetlerden biridir. Hanefî âlimleri, fıkh ve akâid kitaplarında bunlara güzel cevap vermişlerdir. Meselâ, garbda bulunan bir kimse, şarkta bulunan bir kadınla evlense, zevcesinden uzun zaman uzak kalsa, birkaç sene sonra, zevcesi hâmile kalsa, doğacak çocuk, bu adamın olur dediler. Çünkü, (tayy-ı mekân) ile zevcesinin yanına gelmesi, mümkindir. Böyle kerâmet sahibi olması câizdir dediler. Fıkh âlimleri, bunu sözbirliği ile bildirmektedir. Akâid kitaplarında da yazılıdır. (Vehbâniyye) kitabında, tayy-ı mesâfe, yâni bir ânda uzak yere gitmek, Evliyâya ihsân olunan kerâmetlerdendir. Buna inanmak vâcibdir demektedir. (Nesefî)de, (Fıkh-ı ekber)de ve (Sivâd-ı a'zam) ve (Vasıyet-i Ebû Yûsüf)de ve bunların şerhlerinde ve (Mevâkıf) ve (Mekâsıd) kitaplarında ve bunların şerhlerinde [ve (İbni Âbidînde] de yazılıdır. Buna nasıl inanılmaz ki, âyet-i kerimede açıkça bildirilmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerimeden alarak yazmışlardır. Kerâmete inanmak, vâcibdir demişlerdir. Âyet-i kerimede bildirilen (Belkıs)ın arşının bir ânda Şâma getirilmesi, tayy-ı mesâfenin kerâmet olduğunu göstermektedir.

Hakîm-i Semerkandî İshak bin Muhammedin [Semerkandî 342 [m. 953] de vefât etti.] (Es-Sivâd-ül-a'zam) kitabının otuzikinci maddesinde, Evliyânın kerâmeti çok güzel anlatılmaktadır. Burada bildirmeyi uygun gördük:

Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmıyan, bid'at sahibi, sapık olur. Evliyânın kerâmetine inanmamak iki türlü olur: Kerâmetleri bildiren âyet-i kerimelere inanmıyorsa, kâfir olur. Bu âyet-i kerimelere inanır, fakat onlar Peygamber idi derse, yine kâfir olur. Âyet-i kerimelere inanır ve onlar Peygamber idi demezse ve âyet-i kerimeler, Evliyânın kerâmetlerini bildiriyor demesi câiz olur. Çünkü, Allahü teâlâ, yukarıda bildirdiğimiz âyet-i kerimede, Belkısın arşını bir ânda getirenin ilim sahibi olduğunu bildiriyor. Bu da, Âsâf bin Berhıyâ idi. Velî idi. Peygamber değildi. Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden idi. Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden birinin kerâmeti, Kur'an-ı kerimde bildiriliyor da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin kerâmetlerine niçin inanılmasın? Muhammed aleyhisselâm, Süleymân aleyhisselâmdan elbet daha üstündür. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti de, Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden elbet daha üstündür. Mezhepsizler, bu sözümüze karşılık, bu kerâmet Süleymân aleyhisselâmın idi derse, ona deriz ki, bu ümmetin Evliyâsının kerâmeti de, Muhammed aleyhisselâmdandır. Meryem sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Hurma kütüğünü kendine doğru çek! Sana ondan tâze hurma düşer) buyuruldu. Allahü teâlâ, hurma kütüğünden, Hz. Meryem için meyve çıkardığını bildiriyor. Hz. Meryem, Peygamber değildi. Zekeriyyâ aleyhisselâmın, Hz. Meryemin yanında gördüğü meyveler ve Eshâb-ı Kehf vak'ası hep kerâmet idi. Bu kerâmetlerin sahipleri Peygamber değildiler. Önce gelen Peygamberlerin ümmetlerinde, kerâmet sahibi Velîler bulunuyor da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinde kerâmet sahibi Evliyâ niçin bulunmasın? İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz, ümmetlerin en iyisi oldunuz) buyuruldu. Kerâmete inanmıyanlar bu sözümüze karşılık, bir kimsenin bir gecede Kâbeye gidip gelmesi olamaz derse, Resûlullah, bir ânda yedi kat göklere ve Allahü teâlânın dilediği yerlere götürülüp getirildi. Bundan büyük kerâmet olur mu? Yine deriz ki, mümin mi kıymetlidir, kâfir mi? Kâfirlerden birinin bir ânda şarktan garba gidip geldiğini işitiyoruz ve inanıyoruz. Bu kâfir bildiğimiz iblistir. Bu kâfire verilen şey, Allahü teâlânın sevgili kullarına niçin verilmez olsun? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lâzımdır. (Sivâd-ül a'zam) kitabının şerhinden tercüme burada tamam oldu. İbni Teymiyye ve başkaları bildiriyor ki, Evliyânın kerâmetlerine inanmıyanlar, hâricîler ve mu'tezilî ve bazı şîîlerdir. Çünkü, bu sapıkların kerâmetleri yoktur. Kerâmet sahipleri de yoktur. Bunun için, görmüyorlar, işitmiyorlar ve inanmıyorlar.

(Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitabına cevap olarak, Dâvüd bin Süleymânın (Minhat-ül-Vehbiyye fî Redd-il-Vehhâbiyye) kitabından yaptığımız tercüme burada tamam oldu. Bu hayrlı sebep ile, kitabın tamamı tercüme edilmiş oldu.

[Hasen-i Basrî 110 [m. 727] de Basrada, Ebû Kılâbe Abdülmelik 276 [m. 889] da Bağdâdda, Sa'düddîn-i Teftâzânî Mes'ûd şâfi'î 792 [m. 1389] de Semerkandda, Ali Ûşî 575 [m. 1180] de, Şerefüddîn Halîl Neccârî Yemenî 632 [m. 1235] de, Seyyid Ahmed Âsım efendi Ayntâbî 1235 [m. 1820] de İstanbulda, Muhammed bin Süleymân Halebî Reyhâvî 1228 [m. 1813] de, halîfe Memûn bir Hârûn 218 [m. 833] de ve Dâvüd bin Süleymân Bağdâdî 1299 [m. 1881] de vefât etmiştir].

Abdülganî Nablüsî (Keşf-ün-Nûr min-Eshâb-il-kubûr) kitabında buyuruyor ki, Allahü teâlâ, kendisine yaklaşmış olan kullarına kerâmetler ihsân etmiştir. (Kerâmet), Evliyâ denilen insanlarda Allahü teâlânın yarattığı, âdet ve fen bilgileri dışında olan şeylerdir. Allahü teâlâ, kendi kudreti ile ve irâdesi ile, yâni dilediği zaman, bu şeyleri, bu kullarında yaratmaktadır. Kulun kudretini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bu şeylerin yaratılmasında, kulun kudretinin ve irâdesinin te'sîri yoktur. Kulun irâdesi ve kudreti, kerâmetlerin yaratılmasına ancak sebep olmaktadır. Kul, istediği zaman, kendi kuvveti ile kerâmet yapar diyen kimse ve böyle inanan kimse kâfir olur.

Kendisinde kerâmet hâsıl olan Velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın dileği ile ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiçbir te'sîri olmadığını bilmektedir. Bunun gibi, kendi bedenindeki, görmek, işitmek, tad almak, sertlik, sıcaklık duymak, düşünmek, ezberlemek, hâtırlamak gibi duygularının ve iç ve dış organlarının hareketlerinin, hâsılı bütün işlerinin hep Allahü teâlânın dilemesi ile ve kudreti ile ve yaratması ile olduğunu her an bilmektedir. Evliyâlık da, bu demektir. Yâni, böyle olduğunu her an bilen ve inanan kimse, Allaha yakîn olmuş, Velî olmuştur. Bu bilgisi, her an bütün varlığını kaplamaktadır. Allahü teâlâ, Velîsine bâzan gaflet verir. Bu bilgisini unutturur. Bu zaman, Velîliği kalmaz ise de, önceki zamanlarında Velî olduğu için, böyle zamanlarda da, kendisine Velî denilir. Bunun gibi, îmanı olan insana mümin denildiği için, uyku zamanında, gaflet hâlinde olduğu zaman da, kendisine mümin denilmektedir. Bu gaflet zamanı, Evliyânın aşağı hâlleridir. Allahü teâlânın (Sen elbette ölüsün. Onlar da ölüdürler!) buyurduğu ölü olmak hâli de bunun gibidir. Bunun için Velîler, her şeylerinin Allahü teâlâdan olduğunu anlamaları hâllerine [(Fena fillah) veya] (mevt-i ihtiyârî) demişlerdir. Hadis-i şerifte, (Kendini tanıyan, Rabbini tanımış olur) buyuruldu. Bütün hareketlerinin ve işlerinin, görünen ve görünmiyen kuvvetlerinin kendisinden olmadığını, başka bir irâde ve kudret sahibi tarafından meydana getirildiğini anlıyan kimse, bu kudret sahibi olan Allahü teâlâyı tanımış olur. Allahü teâlânın emrettiği farzların hepsini yapan ve ayrıca Muhammed aleyhisselâmın ibâdetlerini, yaşayışını, hâllerini, yâni nâfile ibâdetleri de yapan bir müslüman Allaha yaklaşır, Velî olur. Duyguları ve hareketleri kendisinden değil, Allahü teâlâdan olduğu meydana çıkar. Böyle olduğunu bildiren hadis-i şerif, tasavvuf kitaplarında yazılıdır.

Âriflere göre, Velî olmak için, kendisinin (Mevt-i ihtiyârî) denilen bir mevt ile ölü olduğunu bilmek lâzımdır. Velîlerde kerâmetin hâsıl olması için, böyle ölü olmaları lâzımdır. Böyle olduğunu anlayan kimse, meyyitte kerâmet olmaz diyebilir mi? Câhiller, gâfiller, kendi işlerini kendi irâdeleri ile ve kudretleri ile yaptıklarını sanırlar. Herşeyi Allahü teâlânın yarattığını unuturlar.

Evliyânın, öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını fıkh kitapları da bildirmektedir. Hanefî mezhebinde kabir üzerine basmak, oturmak, uyumak, abdest bozmak mekruhtur. Çünkü bunlar ihânet, hakâret etmektir. Hadis-i şerifte, (Kabir üzerine basmaktansa, ateşe basmağı tercîh ederim) buyuruldu. Bu sözler, insana öldükten sonra da saygı göstermek lâzım olduğunu bildiriyorlar. Yâni dînimiz, ölülerin kerâmet sahibi yâni muhterem olduklarını bildiriyor. Kerâmet, âdet hârici yapılan iş demek olduğunu yukarıda bildirmiştik. İnsanın yer yüzünde yürümesi, oturması âdet olduğu için, müminin kabri üzerine basılmaması, oturulmaması, ona kerâmet yâni ikrâm ve ihsân olmaktadır. Her mümine öldükten sonra böyle kerâmet veren dînimiz, ilim, irfân sahibi olan Evliyâya daha kıymetli kerâmetler de ihsân olunacağını göstermektedir.

Peygamberimiz (Bakî') kabristanını ziyâret eder, mezar yanında ayakta duâ ederdi. Bu da, ölülerin kerâmet sahibi olduklarını göstermektedir. Çünkü, müminin kabri başında yapılan duânın kabûl olacağını bilmeseydi, orada duâ etmezdi. Müminin kabri başında duânın kabûl olması, onun kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Her mümin için böyle kerâmet olunca, Evliyâ için daha çok olacağı meydandadır.

Mümin ölünce, onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmek lâzımdır. Dînimiz bunu emretmektedir. Bu emr, müminin öldükten sonra da, kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Kâfirlerin ve hayvanların ölülerinde bu kerâmet yoktur.

Mümin ölürken necâsetlenmektedir. Onu bu necâsetten kurtarmak, temizlemek için yıkamak emrolundu. Bu emr, müminin öldükten sonra da kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir.

(Câmi'ul-fetâvâ) kitabında âlimlerin ve seyyidlerin mezarları üzerine binâ, türbe yapmak mekruh değildir diyor. Yine bu kitapta, ölü yıkayanın temiz olması lâzımdır. Cünüb olması mekruhtur diyor. Bu da, her müminin öldükten sonra kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Hâlbuki, diri iken her mümin kerâmet sahibi olmaz. Yalnız Evliyâ diri iken de kerâmet sahibidir. İmâm-ı Abdüllah Nesefînin (Umdet-ül-îtikat) kitabında, (Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, Peygamber olan ve îman sahibi olan ruhdur. İnsan ölünce, ruhunda bir değişiklik olmaz) demektedir. İnsan, beden demek değildir. İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrâîl aleyhisselâm, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahâbî şeklinde görünürdü. Eshâb-ı kirâmdan bazıları da, Cebrâîl aleyhisselâmı insan şeklinde gördüler. Cebrâîl aleyhisselâm insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsan ruhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerâmetinin kalmıyacağını göstermez. [(Câmi-ul-fetâvâ)nın yazarı Muhammed Semerkandî hanefî 556 [m. 1162] da, Abdüllah Nesefî hanefî 710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât etti.]

Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını bildiren bir çok vak'a ve hikâyeler kitaplarda yazılıdır. Meselâ, büyük Velî, Muhyiddîn-i Arabînin (Ruh-ul-Kuds) kitabında, Ebû Abdüllah bin Zeyn-ül-bürî İşbilînin çeşidli kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebül Kâsım bin Hamdin ismindeki kimsenin imam-ı Muhammed Gazâlîyi red eden, kötüliyen bir kitabı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu kitabı hiç okumıyacağına yemin etti. Allahü teâlâ kabûl buyurup, görmek ihsân eyledi. Bu da, imam-ı Gazâlînin öldükten sonra olan bir kerâmetini göstermektedir.

İmâm-ı Yâfi'î (Ravdur-Riyâhîn) kitabında diyor ki, Evliyâdan biri, kabirdekilerin derecelerinin kendisine gösterilmesi için duâ etti. Bir gece çeşidli kabirler gösterildi. Kimi tahta üzerinde, kimi ipek yatakta, kimi kokulu çiçekler arasında, kimi sevinçli, kimi ağlar, kimi güler idi. Bir ses işitti. Bu hâlleri, dünyadaki amellerinin karşılığıdır diyordu. Güzel huylular, şehitler, nâfile orucları da tutanlar, Allahü teâlâ için sevişenler, günah işleyenler, tevbe edenler, ayrı ayrı hâlde idiler. Mezardakilerin hâlleri bazı Evliyâya uykuda, bazılarına da uyanık hâlde iken gösterilir. İmâm-ı Yâfi'î (Kifâyet-ül-Mu'tekad) kitabında, bazı Evliyânın babasının mezarına gidip konuştukları yazılıdır.

Elkâî, (Es-sünnet) kitabında, Yahyâ bin Mu'în diyor ki, inandığım, güvendiğim mezarcı bir arkadaşım dedi ki, şaşılacak çok şeyler gördüm. En çok şaştığım şey, bir meyyitin, müezzinin ezanını tekrar ettiğini işittim dedi. [Hibetullah Elkâî 418 [m. 1027] de vefât etti.]

Ebû Nu'aym, (Hilye) kitabında diyor ki, Şeybân bin Cisrden işittim. Sâbit-ül-benânîyi mezara koyduk. Hamîd-üt-tavîl de yanımda idi, kabrin kerpici düştü. Sâbitin kabirde namaz kıldığını gördüm. Sâbit diri iken, her zaman, (Yâ Rabbî! Bir kuluna kabirde namaz kılmak kerâmetini ihsân edersen, bana da ihsân et!) diyerek duâ ederdi. [Abdüllah Yâfi'î 768 [m. 1367] de Mekkede, Yahyâ bin Mu'în Bağdâdî şâfi'î 233 [m. 848] de Medînede, Ebû Nu'aym İsfehânî 430 [m. 1038] de vefât etti.]

İmâm-ı Tirmüzî ve Hâkim ve Beyhekî bildiriyorlar: Abdüllah ibni Abbâs söyledi ki, birkaç Sahâbî yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk. Birisinin sûre-i Mülkü başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medîneye gelince, bunu Resûlullaha söyledik. (Bu sûre, meyyiti kabirdeki azâbdan kurtarır) buyurdu. Ebül-Kâsım Sa'dî, (İsfâh) kitabında, bunu anlatıyor ve bu, meyyitin kabirde Kur'an okuduğunu isbât etmektedir diyor.

İbni Mendeh haber veriyor: Talhâ, Ubeydullahdan haber veriyor ki, ormanda idim. Akşam oldu. Abdüllah bin Âmir bin Hizâmın kabri yanında oturdum. Kabirde çok güzel sesle Kur'an okuduğunu işittim. Resûlullaha haber verdim. (Bunu okuyan Abdüllahdır. Allahü teâlâ ruhları kabz edince, Cennetteki yerlerinde muhâfaza olunur. Her gece, sabaha kadar, kabirlerine bırakılır) buyurdu. [Muhammed ibni Mendeh 395 [m. 1005] de vefât etti.]

İnsan ölünce, ruh da ölmez. Ruh bedenden başka bir varlıktır. Mezardaki beden ile, toprak olduktan sonra da, ilgisi yok olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamış olan câhiller ve mezhepsizler ve Cehenneme gidecekleri bildirilmiş yetmişiki fırkadan olan sapıklar, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bilmiyorlar. İnsan ölünce, hareketi yok olduğu gibi, ruhun da bedenin bir sıfatı, özelliği olduğunu, hareketin yok olduğu gibi ruhun da yok olacağını sanıyorlar. Evliyâ da, her insan gibi, ölür, toprak olur, insanlığı ve ruhaniyeti kalmaz diyorlar. Mevtâlarına hurmet etmiyorlar. Hakâret ediyorlar. Evliyânın kabrini ziyâret ederek, onlarla bereketlenmeği, tevessül etmeyi inkâr ediyorlar. Bir gün Velî Arslan Dımışkînin kabrini ziyârete gidiyordum. Sapıklardan birisi, toprak ziyâret olunur mu dedi. Buna çok şaştım. Müslüman olduğunu bildiren bir kimsenin böyle söylemesine çok üzüldüm.

Hadis-i şerifte, (Kabir, yâ Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, ruhların, çürümüş cesedlerle birleştiklerini açıkça bildirmektedir. Müminlerin mezarlarının muhterem, mübârek olduğunu göstermektedir. Âlime hakâret edenin, düşmanlık edenin kâfir olmasından korkulur.

Meyyitler de, diriler de Allahın mahlûklarıdır. Hiçbirinin, hiçbir şeye te'sîri yoktur. Herşeye te'sîr eden, yalnız Allahü teâlâdır. Fakat, müminin ölüsüne de, dirisine de tâzîm, saygı göstermek vâcibdir. Çünkü, müminlerin ölüleri de, dirileri de, Allahü teâlânın (Şe'âir)i oldukları için, tâzîm edilmelerini Kur'an-ı kerim emretmektedir. Hac sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın şe'âirini tâzîm etmek, kalblerin takvâsından dolayıdır) buyuruldu. Şe'âir, Allahü teâlâyı hâtırlatan, bildiren şeyler demektir. Âlimlerin, sâlihlerin ölüleri ve dirileri şe'âirdir.

Âlimleri, Velîleri tâzîm etmek, bunlara saygı göstermek, çeşidli şekilde olur. Bunlardan biri, kendilerine tahtadan tabut yapmak ve mezarları üzerine kubbe yapmaktır. Sarıklarının büyük olması, elbiselerinin geniş ve temiz olması da bunları tâzîm etmek içindir. (Câmi'ul-Fetâvâ)da Âlimlerin, Velîlerin, Seyyidlerin mezarları üzerine binâ, türbe yapmanın mekruh olmadığı yazılıdır. Evliyânın kabirlerine nefret edilmemek, saygı göstermek için sanduka, örtü ve sarık koymak, bunları kabir sahiplerini hakâretten korumak, tâzîm ve saygıya sebep olmak niyeti ile yapmak, bize göre câizdir. Selef-i sâlihîn zamanında bunlar yapılmazdı. Fakat, o zaman herkes kabirlere hurmet ederdi. Fıkh kitaplarında vedâ' tavâfından sonra, geri geri giderek, Mescid-il-haramdan çıkmalıdır. Böyle çıkmakla, Kâbeye tâzîm edilmiş olur yazılıdır. Selef-i sâlihîn, geri geri çıkmazdı. Fakat onlar, Kâbeyi tâzîm etmekte kusur yapmazlardı. Kâbeye örtü koymak eskiden yoktu. Buna sonradan fetvâ verildi, meşru oldu. Kabirler üzerini örtmek de, bunun gibi meşru olmaktadır. Hadis-i şerifte, (Bir kimse güzel, yâni islâmiyete uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevap gibi, buna da verilir) buyuruldu.

(Câmi'ul-Fetâvâ)da diyor ki: (Kabir üzerine el koymanın sünnet veya müstehab olduğunu bildiren bir haber görmedik. Câiz olmadığını da söyleyemeyiz). Bunların haram olduğunu söyleyenlerin hiçbir delîli, vesikası yoktur. Bunlara haram diyebilmek için, (Edille-i erbe'a)nın birinden, yâni (Kur'an-ı kerim)den veya (Hadis-i şerif)den veya (İcmâ'ı Ümmet)den yâhut (Kıyâs-ı Fukaha)dan birinden bir delîl göstermek lâzımdır. Müctehid olmıyanların yaptıkları kıyâsların, delîllerin hiç kıymeti yoktur. Bazı câhiller, Evliyânın kabirlerine hurmet edilirse, onlardan bereket ve yardım istenirse, bunların dilediklerini yapacaklarını, Allahü teâlâ gibi te'sîr edeceklerini zannedenler olur. Böylece, kâfir olurlar, müşrik olurlar. Bunun için mani oluyoruz ve kabirlerini, türbelerini yıkıyoruz. Onlara böylece hakâret edince, herkes bunların birşey yapamadıklarını, kendilerini hakâretten kurtaramadıklarını anlıyarak, kâfir olmaktan, müşrik olmaktan kurtulurlar diyorlar. Sapıkların bu sözleri küfürdür. Fir'avnın sözüne benzemektedir. Mümin sûresinin yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Bırakınız Mûsâyı öldüreyim. O, Rabbine yalvararak, kendini benden kurtarsın. Onun dîninizi değiştireceğinden ve yer yüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum) buyuruldu. Bu câhiller, Allahü teâlânın Evliyâyı sevdiğini ve sevdiklerinin duâlarını kabûl edeceğini ve öldükten sonra ruhlarının dileklerini yaratacağını inkâr ediyorlar. Zan ile, şüphe ile, vehm ile ve hayâl ile konuşuyorlar. Hakkı bâtıldan fark edemiyorlar. Müslüman olan kimse, bin seneden beri gelen (Ümmet-i Muhammediyye)nin dalâlette olduklarını söyliyemez. Bunlara sû-i zannedemez. Resûlullah münâfıkların hepsini, yâni kâfir oldukları hâlde müslüman görünenleri bildiği hâlde, hiçbirini açığa vurmazdı. Soranlara, (Biz söze, işe, görünüşe bakarız. Kalbleri ancak Allahü teâlâ bilir) buyururdu. (Keşf-ün-nûr) kitabından tercüme tamam oldu.

Bir müslümanın bir sözünde veya bir işinde yüz mâna olsa, yâni yüz şey anlaşılsa, bunlardan biri, o kimsenin îmanlı olduğunu gösterse, doksan dokuzu ise, kâfir olduğunu gösterse, bu kimsenin müslüman olduğunu söylememiz lâzımdır. Yâni, küfrü gösteren doksan dokuz mânaya bakılmaz. Îmanı gösteren bir mânaya bakılır. Bunun için müslümanlara kâfir dememeli, müşrik dememelidir. Müslümanlara sû-i zannetmemelidir. Bu sözümüzü yanlış anlamamalı! Bunu yanlış anlamamak için, iki noktaya dikkat etmek lâzımdır. Birincisi, söz veya iş sahibinin müslüman olduğu bildirildi. Yoksa, bir kâfirin, değil bir sözü veya değil bir işi, birçok sözleri ve işleri îmanı gösterse de, bu kâfire müslüman oldu denilemez. Bir fransız, Kur'an-ı kerimi överse, bir ingiliz, Allah birdir derse, bir alman felsefecisi, en iyi din, islâmiyettir derse, bunların müslüman olduğu söylenemez. Bir kâfirin müslüman olması için, (Allah vardır. Birdir. Muhammed aleyhisselâm Allahın Peygamberidir. Onu, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. Onun her dediğine inandım) demesi ve îmanın altı şartı ile otuzüç farzı hemen öğrenip, hepsine inanması lâzımdır. Dikkat edilecek ikinci noktaya gelince, bir sözün veya bir işin yüz mânası olsa denildi. Yoksa, yüz sözden veya yüz işten biri îmanı gösterse, doksan dokuzu küfrü bildirse, bu kimseye müslüman denileceği bildirilmedi. Çünkü, bir kimsenin yalnız bir sözü veya bir işi, açık olarak küfrü gösterse, yâni îmanı gösterecek hiçbir mânası olmasa, o kimsenin kâfir olduğu anlaşılır. Başka sözlerinin ve işlerinin îmanı göstermeleri, îmanlı olduğunu bildirmeleri, o kimseyi küfürden kurtarmaz, müslüman olduğuna hükm olunmaz!

(Keşf-ün-nûr) kitabı, el yazması olarak, İstanbulda, Süleymâniyye kütübhânesinde vardır. İlk olarak 1397 [m. 1977] tarihinde, Pâkistânın Lahor şehrinde, nefîs olarak basılmış, 1398 [m. 1978] senesinde, İstanbulda, bunun foto-kopisi alınarak (Minhat-ül vehbiyye) kitabı ile birlikte bastırılmıştır.

Anasayfaya dön Kapak Sayfası
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri

Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.