19- Evliyâ kerâmet satarmış. Velî ile zındıkları karıştırıyor sorusuna cevap
- Ayrıntılar
- Kategori: Vehhabilere cevaplar
- Gösterim: 1614
19- Evliyâ kerâmet satarmış. Velî ile zındıkları karıştırıyor. Buna Muhamme Ma'sûm hazretlerinden cevâb verildi.
19 - Kitabın üçyüzüncü sayfasında, (Kerâmet, Allahü teâlânın müttekî olan müminlere ihsân ettiği bir şeydir. Duâ veya ibâdet edince ihsân eder. Velînin dileği ve gücü ile olmaz. Ben Velîyim, gaybleri bilirim diye ortaya çıkanlar, Velî değildir, şeytandırlar) diyor.
Kitabın müellifi, burada doğruyu inkâr edememektedir. Fakat, Evliyânın kerâmet sattığını söylemesi yalandır. Evliyâyı ve tasavvufu inkâr etmek için, yalan söylemekten çekinmemektedir. Evliyâlığı ve kerâmeti bilmediği için, zındıkların, dinsizlerin bozuk, iğrenç sözlerini tasavvuf büyüklerine bulaştırıyor. Bakınız, tasavvuf büyükleri, evliyâlığı ve kerâmeti, nasıl açıklamışlardır. Büyük islâm âlimi, Evliyânın önderi, Muhammed Mâsum (Mektûbât) kitabının birinci cildi, ellinci mektûbunda buyuruyor ki:
Allahü teâlâyı tanımak, keşf ve kerâmet sahibi olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâya ârif olmak, Onun zâtındaki ve sıfatlarındaki gizli bilgileri anlamak demektir. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkların gizli bilgilerini anlamaktır. Allahü teâlâyı tanıyıp marifet hâsıl etmek ile, hârika, kerâmet arasındaki fark, Hâlık ile mahlûk arasındaki fark gibidir. Marifet, Allahü teâlâyı tanımaktır. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkları tanımaktır. Doğru olan marifetler, îmanı arttırır, olgunlaştırır. Hârika ve kerâmet, böyle değildir. İnsanın yükselmesi, kerâmete bağlı değildir. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın çok sevdiği kullarından birçoğunda kerâmet hâsıl olmuştur. Evliyânın birbirlerinden üstünlükleri, Allahü teâlâya olan mânevi kurbları, marifetleri ile ölçülür. Kerâmetleri ile ölçülmez. Hârikalar, kerâmetler, marifetten daha kıymetli olsalardı, Cûkıyye ve Berehmen denilen Hind papazlarının, Evliyâdan daha üstün olmaları lâzım gelirdi. Çünkü onlar, riyâzet çekerek nefsin isteklerini yapmıyorlar. Böylece, kendilerinden hârika hâsıl oluyor. Evliyâda ise, kurb, marifet hâsıl olmuştur. Hârika hâsıl olmasını istemezler. Allahü teâlâyı tanımak varken, mahlûkları tanımak istemezler. Hârika ve kerâmet, açlıkla ve riyâzet ile, her alçak kimsede hâsıl olabilir. Bunun Allahü teâlâya karîb olmakla, tanımakla bir ilgisi yoktur. Keşf ve kerâmet istemek, mahlûklarla uğraşmak demektir.
İnsanın kemâli, yüksekliği, fenaya kavuşmak, her şeyi gönülden çıkarmaktır. İbâdetleri yapmak, tasavvuf yolunda yürümek ve nefse riyâzet çektirmek, insanın kendi hiçliğini anlaması ve varlığın ve varlık sıfatlarının yalnız Allahü teâlâya mahsûs olduğunu anlaması içindir. Bir kimse, kerâmet göstererek, herkesi yanına toplamak, böylece başkalarından daha üstün tanınmak isterse, kibir yapmış, kendini beğenmiş olur. İbâdetlerin, seyr ve sülûkün ve riyâzet çekmenin faydalarından mahrum olur. Allahü teâlânın marifetine kavuşamaz. Tasavvuf büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî (Avârif-ül-me'ârif) kitabında buyuruyor ki, kerâmetler, kalbin Allahü teâlâyı zikretmesi yanında hiç kalır. [Şihâbüddîn Sühreverdî, Abdülkâdir Geylânînin talebesidir. 632 [m. 1234] de Bağdâdda vefât etti.] Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Hirevî buyuruyor ki, marifet sahibi olanların firâseti, yâni kerâmeti, Allahü teâlânın marifetine kavuşmaya elverişli olup olmıyan kalbleri birbirlerinden ayırabilmektir. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti ise, mahlûkların gizli şeylerini haber vermektir. Bunlar, Allahü teâlânın marifetine kavuşamazlar. Marifet sahibi olan Evliyâ hep Allahü teâlâdan sözederler. İnsanlar, mahlûkların gizli şeylerini haber verenleri Velî sanırlar.
[Nitekim, kitabın müellifi de, Evliyâ deyince, böyle kimseleri düşünmekte, bu aşağı kimseleri örnek vererek, islâm âlimlerini, tasavvuf büyüklerini kötülemektedir.]
Evliyâ-yı kiramın Allahü teâlânın marifetlerinden söylediklerine inanmazlar. Bunlar Velî olsalardı, mahlûkların gizli şeylerini bilirlerdi. Mahlûkların gizli şeylerini bilemiyen, Allahı hiç bilemez derler. Bu bozuk düşünce ile, Evliyâya inanmazlar. Allahü teâlâ, Evliyâsını çok sevdiği için, bunları mahlûklarla uğraşmaya bırakmaz. Mahlûkları bunların hâtırlarına bile getirmez. Allah adamları, mahlûklara düşkün olanları beğenmedikleri gibi, mahlûklara düşkün olanlar da, Allah adamlarını tanıyamaz ve beğenmezler. Allah adamları, mahlûkların gizli şeylerini düşünürlerse, başkalarından daha iyi anlar.
Riyâzet çekenlerin ve mücâhede yapanların firâsetleri kıymetsiz olduğu için, müslümanlarda, yahudilerde, hıristiyanlarda ve her çeşit insanda hâsıl olabilir. Yalnız Allah adamları için değildir. Şeyh-ul islâm Hirevînin sözü burada tamam oldu. [Abdüllah-i Ensârî, 481 [m. 1088] de Hirâtta vefât etti.]
Allahü teâlâ, faydalı olacağı zaman, Evliyâsının hârika göstermesini diler. Marifetleri işiten kötü kimselerin, bunları söyliyerek, kendilerini Evliyâ imiş gibi göstermeleri, bu marifetleri lekeliyemez. Cevher çöplüğe düşerse, kıymetten düşmez.
Tasavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Feyz Rehber vâsıtası ile gelir. Rehber doğru değilse, yol bulunamaz. Eshâb-ı kirâm Resûlullahın sohbeti bereketi ile, tasavvufun yüksek derecelerine vardılar. Ellinci mektûbdan tercüme tamam oldu.
Ellibirinci mektûbda buyuruyor ki, (Zâriyât) sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Cinni ve insanları bana ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruldu. Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, bu âyet-i kerimeden (Beni tanımaları için yarattım) anlamışlardır. İyi düşünülürse, iki anlayış da birdir. Çünkü, ibâdetlerin en iyisi, zikir yapmaktır. Zikrin en yüksek derecesi, zikrolunanı düşünmekten, kendini unutmaktır. Bu ise, marifet demektir. Görülüyor ki, ibâdetin en yüksek derecesinde marifet hâsıl olmaktadır. Âyet-i kerimede, nefis ve şeytan karışmadan, ihlâs ile ibâdet yapılması emrolunmaktadır. Bu da, fenaya kavuşmadan ve marifetsiz yapılamaz. Görülüyor ki, marifetsiz ibâdet hâlis olamaz.
İmâm-ı rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî Serhendî (Mektûbât)ın ikinci cildinin doksan ikinci mektûbunda buyuruyor ki: Velînin [yâni, Allahü teâlânın râzı olduğu, sevdiği kimsenin] kerâmet göstermesi şart değildir. Âlimlerin hârika ve kerâmet göstermeleri lâzım olmadığı gibi, Evliyânın da, kerâmet ve hârika göstermeleri lâzım değildir. Çünkü, evliyâlık, (Kurb-i ilâhî) demektir. [Yâni, Allahü teâlâya yaklaşmak, Ona ârif olmak, Onu tanımak demektir. İkiyüzaltmışaltıncı mektûbda diyor ki, (Zâriyât) sûresinde, (Cinni ve insanları, bana ibâdet etmeleri için yarattım) meâlindeki âyet-i kerime, bana ârif olmaları için yarattım demektir. Görülüyor ki, insanın ve cinnin yaratılmaları, Allahü teâlâya marifet hâsıl etmeleri içindir. Onu tanımakla kemâl bulmaları içindir.]
Bir insana kurb-ı ilâhî ihsân olunur. Fakat hiç kerâmet verilmez. Meselâ, gayb olan şeyleri bilmez. Bir başkasına, hem kurb, hem de kerâmet verilir. Bir üçüncüye ise, kurb verilmeyip, yalnız hârika şeyler, gayblardan haber vermek ihsân olunur. Bu üçüncü kimse, Velî değildir. İstidrâc sahibidir. Nefsinin cilâlanması, gaybleri bilmesine sebep olmuş, dalâlete düşmüş, hak yoldan ayrılmıştır. Birinci ve ikinci kimseler, kurb nîmetine kavuşmakla şereflenerek, Evliyâ olmuşlardır. Evliyânın birbirlerinden yükseklikleri, kurblarının derecesi ile ölçülür.
Muhammed Mâsum-ı Fârûkî 1079 [m. 1668] senesinde, Hindistânın Serhend şehrinde vefât etti. (Mektûbât)ının ikinci cildinin yüzkırkıncı mektûbunda buyuruyor ki: (Hadis-i kudsîde, (Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harp etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili olanları, ona farz ettiğim şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden yardım isteyince, imdâdına yetişirim) buyuruldu. [Bu hadis-i kudsî (Hadîka)nın yüzseksenikinci sayfasında de yazılıdır ve (Buhârîyi şerif) de mevcut olduğunu bildirmekte ve (Burada zikrolunan nâfileler, farzlarla berâber yapılan nâfilelerdir. Bu kulumun gözüne, kulağına, eline, ayağına öyle kuvvet veririm ki, başkalarının yapamadıklarını ihsân ederim demektir) buyurmaktadır. Bu ihsâna kavuşabilmek için, Ehl-i sünnet îtikatında olmak ve ibâdetleri şartlarına uygun olarak ve ihlâs ile yapmak lâzımdır. Bu doğru îtikat ve ibâdetlerin şartları ve ihlâs da, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sohbetlerinden ve kitaplarından elde edilir. Hulâsa, insanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturan (Vesîle), Ehl-i sünnet âlimleridir. Bu âlimlere (Mürşid) ve (Velî) denir. Bu vesîleyi, yâni mürşidi arayıp bulmamızı Allahü teâlâ Mâide sûresinde emretmektedir.] Farzların kurb hâsıl etmeleri için ve terakkî ettirmeleri için, âmâl-i mukarribînden olmaları lâzımdır. Bunun için de mürşidlerin bildirdikleri nâfile ibâdetleri yapmak şarttır. Namaz için, önce abdest almak lâzım olduğu gibi, farzların da kurb hâsıl etmeleri için, önce tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Kalb ve ruh, tasavvuf [mütehassıslarının, yâni Rehberin bildirdiği vazîfeyi yapmak] ile temizlenmedikce, farzların kurbuna kavuşulamayıp, Velî olmak şerefi hâsıl olamaz.)
Hadis-i şerifte, (Unutulmuş bir sünnetimi ihyâ edene yüz şehit sevabı vardır) buyuruldu. Unutulmuş sünneti ihyâ etmek, yâ onu yapmakla olur. Yâhut, hem yapmak, hem de başkalarına öğreterek, onların da yapmalarına sebep olmakla olur. İslâmiyeti ihyâ etmenin bu ikinci şekli, âlâ şeklidir. Umûmî olan birinci şekilden daha kıymetlidir. [Sünneti âlâ şekilde ihyâ edenlere, yâni Ehl-i sünnet îtikatını, farzları, haramları, sünnetleri, mekruhları, kısacası (İlmihâl) kitaplarını yazanlara, yayanlara ve bunlara para yardımı yapanlara ve kendileri de bunlara tâbi olanlara müjdeler olsun!]
Allahü teâlânın rızasına kavuşmak ve kurb derecelerinde ilerlemek, ancak sünnete [yâni Resûlullahın yoluna] yapışmakla olur. Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyeti olan, (Onlara de ki, Allahı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Allah da sizi sever) meâlindeki emr, bu sözümün vesikasıdır. [Hadis-i şerifteki sünnet kelimesinin islâmiyet, yâni bütün ahkâm-ı islâmiyye demek olduğunu bu âyet-i kerime açıkça göstermektedir.]
Bid'atten çok sakınmalıdır. Bid'at sahibi ile arkadaşlık etmemeli, onunla görüşmemelidir. [Yâni îtikadı bozuk olan müslümanlarla, mezhepsizlerle ve bid'at işliyenlerle konuşmamalıdır. Meselâ, sakalı bir tutamdan kısa yaparak, sakal bırakmak sünnetini yerine getirdiğini söylemek, bid'attir. Çünkü, (sakalı çok uzatmak) emrolundu. Bu emrin, bir tutamdan kısa yapmayınız demek olduğu (Berîka)da ve başka kitaplarda yazılıdır. Bir tutam demek, sakalı alt dudak kenârından avuçlayıp, avuçtan taşan fazlasını kesmektir. Bid'at, emrolunmıyan şeyi veya emri değiştirerek, ibâdet olarak yapmak demektir. Emri yapmamak, bid'at olmaz. Fısk, günah olur. Fâsık, ibâdet yaptığına değil, suçlu olduğuna inanmaktadır. Özrsüz sakal kazımak, bid'at değildir, fısktır, suçtur. Özr ile kazımak, fısk da değildir. Bid'at işlemek, en kötü fısktır. Adam öldürmekten de daha büyük günahtır. Hoparlör ile ibâdet yapmak, çalgı ile, ney ile Kur'an, salevât ve ilâhî okumak ve böyle zikir yapmak da bid'attir. Bazı bid'atler, küfre sebep olurlar. Bid'at işliyen ve başkalarının işlemesine sebep olan kimseyi din adamı sanmamalı, ona birşey sormamalı, onun din kitaplarını okumamalıdır.]
Hadis-i şerifte, (Bid'at sahipleri, Cehennemdekilerin köpekleridir) buyuruldu.
Muhammed Mâsum-i Fârûkî ikinci cildin yüzonüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Kalb ile yapılacak vazîfeler beş çeşittir: Birincisi, Allahü teâlânın ismini zikretmektir. İnsanın yüreğinde kalb [gönül] denilen bir latîfe vardır. [Latîfe, maddesi olmıyan, cism olmıyan şey demektir. Ruh da bir latîfedir.] Sessiz olarak, hayâl ile kalbde Allah, Allah denir. İkinci vazîfe, yine hayâl yolu ile Kelime-i tevhîdi zikretmektir. Her iki zikirde de hiç ses çıkarılmaz. Üçüncü vazîfe, (Vukûf-i kalbî)dir. Bu da, hep kalbini düşünüp, Allahdan başka, hiçbir şey hâtırlamamak için dikkatli olmaktır. Kalb denilen latîfe hiç boş kalamaz. Mahlûkların düşüncelerinden temizlenen kalb, kendiliğinden Allahü teâlâya teveccüh eder. [Boşaltılan bir şişeye havanın kendiliğinden dolması gibidir.] (Kalbini düşmandan boşalt! Dostu kalbe çağırmaya lüzûm kalmaz) demişlerdir. Dördüncü vazîfe, (Murâkaba)dır. Buna (Cem'ıyyet) ve (Âgâhî) de denir. Allahü teâlânın, her an, herşeyi gördüğünü, bildiğini hep düşünmektir. Beşinci vazîfe (Râbıta)dır. Resûlullaha tam uyan bir zâtın karşısında olduğunu, onun yüzüne baktığını düşünmektir. Böyle düşünmek, ona karşı hep edebli olmayı sağlar. Edeb ve sevgi, kalbleri birleştirir. O zâtın kalbinden, kendi kalbine feyz, bereket akmasına sebep olur. Bu beş vazîfeden en kolayı, en faydalısı râbıtadır. Resûlullaha tâm tâbi olmıyan kimse, kendisine râbıta yaptırırsa, ikisine de zarar verir.
İmâm-ı Rabbânî, birinci cildin ikiyüzseksenaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: Tasavvuf yolunda ilerlemek için, kâmil ve mükemmil, yolu bilen bir Rehberin teveccühü, rehberlik etmesi lâzımdır. Böyle hakîkî bir Rehber bulmak, çok büyük nîmettir. Ona isti'dâdına uygun olan bir vazîfe verir. İsti'dâdına göre, hiç vazîfe vermeyip, yalnız sohbetinde bulunmasını kâfî görmesi de câizdir. Onun hâline uygun gördüğünü emreder. Rehberin sohbeti ve teveccühü, diğer vazîfelerden daha faydalıdır.
Beş vazîfe ve Rehberin sohbeti, Resûlullaha uymağı kolaylaştırmak içindir. İslâmiyete uyulmadıkca, bu vazîfeler ve sohbet fayda vermez.
Yukarıda bildirilen çeşidli mektûblardan anlaşılıyor ki, insanların birinci vazîfesi, Allahü teâlânın kurbuna, yâni marifetine, rızasına, sevgisine kavuşmaktır. Bunun da tek yolu, Resûlullaha uymak ve bid'atlerden sakınmaktır. Resûlullaha kolay ve doğru uyabilmek için ihlâs lâzımdır. İhlâs ile yapılmıyan ibâdetler faydalı olmaz. Kabûl edilmez. Kurb nîmetine kavuşturmaz. İhlâs elde etmek de, tasavvuf yolunda çalışmakla nasip olur. Görülüyor ki, tasavvufun bildirdiği vazîfeleri yapmak, ibâdetlerin ihlâs ile yapılması ve kabûl olması içindir. Makbûl olan ibâdetler de, insanı Allahü teâlânın kurbuna, marifetine, rızasına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sohbet ve râbıta vazîfelerini yaparak, ihlâsın en üstün derecesine kavuştular. Onların bir avuç arpa sadaka vermelerinin kıymeti, başkalarının dağ kadar altın vermelerinden katkat ziyâde oldu. Görülüyor ki, tasavvuf yolu, bid'at değildir. İslâm dîninin temellerinden biridir. Eshâb-ı kirâm, tasavvuf yolunda bulunan vazîfeleri yapmışlar, bu sâyede, bu ümmetin en üstünleri olmuşlardır.
Anasayfaya dön | Kapak Sayfası |
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri |